Allâh’ın Lutfu; GERÇEK BİR BASÎRET!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

m_a_esmeli_yuzakidergisi-agustos2016

Bu cennet vatanı ve kahraman milleti işgal ve imha felâketiyle burun buruna geldik.

Yüce Allah;

Lutfetti, bütün insanlarımıza, birlik ve beraberlik hâlinde bambaşka bir basîret bahşetti.

Halka basîret verdi. Devlet adamlarına basîret verdi. Vatanperver kumandanlara basîret verdi. Fedâkâr polislerimize basîret verdi.

Böylece;

Şanlı tarihimizin ve İslâm dünyasının son kalesi ve son karakolu olan mübârek vatanımızı korudu, muhafaza eyledi.

Âdeta şu âyet gerçekleşti:

“Ve;

‒Allâh’ın ipine,

‒Hep birlikte,

‒Sımsıkı yapışın!

‒Parçalanmayın!

‒Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın!

Hani siz;

• Birbirinize düşman kişiler idiniz de,

• Gönüllerinizi O birleştirdi.

Ve;

• O’nun nimeti sayesinde,

• Kardeş kimseler oldunuz.

Yine siz;

• Bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de,

• Oradan da sizi O kurtardı.

İşte;

• Allah size âyetlerini böyle açıklar,

• Tâ ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 103)

Her ahval karşısında;

Allâh’ın gösterdiği doğru olan yol ve çare bu:

Hep birlikte, yaban değil kendi insanlarımızla Allâh’ın ipine sarılmak. Parçalanmamak. Doğru yolda gönülleri birleştirerek kardeşliği yaşamak. Ateş çukurlarının kenarlarına değil, ancak Allâh’ın muhafazasına sığınmak, o yegâne kudret sahibinin; «فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ / Allâh’a koşun!» emrine uymak ve fedâkârlıklar içinde gayret, gayret, gayret.

Bunlar gerçekleşince ilâhî yardım her zaman müyesser.

Bunun dışındaki her yol ise, sadece çıkmaz sokak. Ne kadar sûret-i haktan görünse de çıkmaz sokak. Allah adına görüntüsü verilse de çıkmaz sokak. Âyet-i kerîme âşikâr:

“(Siz);

• İyilik etmenize,

• Takvâya sarılmanıza ve

• İnsanların arasını düzeltmenize,

(Sakın, o yanlış);

• Yeminleriniz uğruna,

• Allâh’ı,

• Mânî kılmayın!

(Kötülüğe mecbur iyiliğe engel tutan niyet ve yeminlerinize Allâh’ı karıştırmayın! O’nun adını O’na zıt kullanmayın! Yanlışlarınıza O’nu kılıf yapmayın! Unutmayın ki);

• Allah,

• Hakkıyla işiten,

• Hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 224)

Yani;

İyilik yerine kötülüğün, Allah korkusu yerine arsızlığın ve toplumları ıslah yerine fitnebazlık ve bozgunculuğun hiçbir mantığı ve gerekçesi yoktur. Hele ki, kendilerine;

“‒Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” dendiğinde;

“‒Biz kesinlikle ıslah ediyoruz!” diyenlerin (el-Bakara, 11) nifakçı içyüzleri, ne gökyüzünde ne de yeryüzünde makbuldür. İşte Cenâb-ı Hakk’ın beyanı:

“İyi bilin ki;

• Onlar,

• Bozguncuların ta kendileridir.

• Fakat (bunun hiç) farkında değillerdir.” (el-Bakara, 12)

Tarihten beri;

Onlara karşı insanlığı daima Allah da îkaz etmiştir, peygamberleri de.

Hazret-i Musa’nın, Tur Dağı’na Cenâb-ı Hak ile konuşmaya gideceği zaman kardeşi Hazret-i Harun’a yaptığı tembihin özü de bu istikamette olmuştur:

“(Ey Harun!) …

• Kavmimin içinde benim yerime geç!

• Onları ıslah et!

• (Sakın) bozguncuların yoluna uyma!” (el-A‘râf, 142)

Bunun için;

Önce;

İlâhî gerçekleri hakkıyla bilmek,

Sonra da;

Hâdiseleri ve kişileri nasıl doğru tanıyacağımızı gösterebilen ve gönülleri yanıltmayan basîret terazilerini kurmak gerek.

Mühimdir:

Hazret-i Ömer’in yanında bir kişi, bir başka birini sitâyişle methediyordu. Duydukları karşısında Hazret-i Ömer sordu:

“–Onunla hiç (içini dışını fark edebileceğin bir) yolculuk yaptın mı?”

“–Hayır.”

“–Onunla hiç (içini dışını fark edebileceğin bir) alışverişin oldu mu?”

“–Hayır.”

“–Peki, sabah-akşam ona (yine içini dışını fark edebileceğin bir) komşuluğun oldu mu?”

“–Hayır.”

Bu defa Hazret-i Ömer dedi ki:

“–Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim ki, sen onu tanımıyorsun.” (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Beyrut 1990, III, 312)

Demek ki;

İnsanın iç âlemini görmeye engel perdelerin önünde kuru kuruya konuşmakla, yani o perdelerin olmadığı noktalarda kişiyi şeffaf bir şekilde temâşâ etmeden, tanımışlık gerçekleşmez.

Tanımakta en güzel kıstas ise, Kitap ve Sünnet terazisi.

Kitaba ve sünnete uymayan kimselerin; hattâ uymuş gibi görünen fakat bu görüntüsü takıyyeden ibaret olan gafillerin çirkin yüzü, o terazide daima sahneye düşer. Çoğu kere Cenâb-ı Hak, daha dünyada iken böylesi çirkinlikleri ortaya çıkarır. Daha çirkinleşirler. Milletin de gözünden düşerler. Yüce Mevlâ, açıklıyor:

“Yoksa;

• Kalplerinde hastalık olanlar,

• Allâh’ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?

Biz dileseydik;

• Onları (önceden de) Sana gösterirdik de,

• Sen onları yüzlerinden tanırdın.

Ne şüphe;

• Sen onları,

• Konuşma tarzlarından (da zaten) tanırsın.

Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla bilir.” (Muhammed, 29-30)

Malûm;

Bütün sîretler / iç yapılar, sûretlere / dış yapıya bir şekilde akseder. İçte olan şeyler de, az-çok illâ konuşmalara yansır. Güzelse güzel, çirkinse çirkin. İyiyse iyi, kötüyse kötü.

Dolayısıyla;

Mü’min, daima basîretli olacak. Hâdiseler karşısında önce basîrete sarılacak. Bunun da şartı takvâ. Çünkü Hazret-i Allah, takvâ sahiplerine iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış ihsan ediyor:

“Ey îmân edenler!

• Eğer Allâh’a karşı gelmekten sakınıp takvâya sarılırsanız,

• O, size;

• İyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir,

• Suçlarınızı / kötülüklerinizi örter ve

• Sizi bağışlar.

Çünkü;

Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)

Gerçekten;

Samimiyet dolu gönüller, takvâya sarılmış yaşayanlar, her zaman doğru olanın idrakine mazhar olurlar. Çünkü;

“(Kullar içinde);

• Takvâya erenler var ya,

• İşte onlara,

• Şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda,

• İyice düşünürler (de derhâl Allâh’ın emir ve yasaklarını) hatırlarlar ve

• Hemen gözlerini açarlar / (açık bir basîretle) gerçeği görürler.” (el-A‘râf, 201)

Basîret;

Kalbî görüş. Allâh’ın lutfu. Perdenin ardını ve her işin ötesini en doğru bir şekilde seyredebilme hasleti. Yani kalbin sanatı.

Zira;

Basîret, firâset denilen bir nûr-i ilâhî. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mü’minin firâsetinden sakının. Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)

Zaten;

Kur’ân-ı Kerîm’in insanlara kazandırdığı ulvî özelliklerin içinde de bu mahiyet vardır. Buyurulur:

“İnsanlar için,

• Bu (Kur’ân);

• Basîretler / gerçekleri idrak ettirici delillerdir.

Kesin inanmışlar için de;

• Bir hidâyet ve

• Bir rahmettir!” (el-Câsiye, 20)

Tarihe baktığımızda;

O basîretler ile yoğrulan kimseler daima âbâd olmuşlardır. O basîretler ile hükmeden idarecilere ve hükümdarlara yüce Allah, daima rahmetini tecellî ettirmiştir. O basîretler içinde yolculuk edenler, doğru yoldan ayrılmamışlardır. O basîretler içinde sefere çıkanlar, büyük zaferlere nâil olmuşlardır. O basîretler içinde Fatih Sultan Mehmed Han, gemileri dağlardan yürütmeyi akıl etmiş ve feth-i mübîne ulaşmıştır.

Yine o basîretler içinde aziz milletimiz, geçen ay yaşatılmak istenen ağır felâketi Allâh’ın lutfu sayesinde bertaraf etmesini bilmiştir.

Her zaman;

O basîretler içinde deveran edebilenlere ne mutlu!

Aksi durumdakilere yazıklar olsun!

Yüce Allâh’ın Hazret-i Peygamber’e bu hususta beyanı belli:

“(Ey Rasûlüm! De ki):

‒Elbette size,

‒Rabbiniz tarafından

‒Basîretler / gerçekleri idrak ettirici deliller geldi.

Artık;

‒Kim hakkı görürse faydası kendisine,

‒Kim de (hakkın karşısında) körlük ederse zararı kendinedir.

‒Ben üzerinize bekçi değilim.” (el-En‘âm, 104)

Hele körlüğün de ötesine geçerek insanoğlu, bir de zulme ve cinayete, terör ve katliâma bulaşırsa, onun âkıbeti iki cihanda da hüsrandır. Yok yere sadece bir kişiyi bile öldürse, Allah katında bütün insanları, yani âdeta 7 milyar kişiyi öldürmüş demektir. İşte ilâhî ifadesi:

“Şüphe yok ki;

• HER KİM,

• Bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan (masum) BİR KİMSEYİ ÖLDÜRÜRSE,

• BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞ GİBİ OLUR.”

(Ancak);

• HER KİM DE,

• BİR CANI KURTARIRSA / İHYÂ EDERSE,

• BÜTÜN İNSANLARI KURTARMIŞ / İHYÂ ETMİŞ OLUR.” (el-Mâide, 32)

İlâhî mesaj, çok açık:

Gerçek mü’min, masum bir canı, hiçbir bahaneyle katledemez. En mantıklı görünen bahaneler karşısında bile yüce Allah, hiç kimseye yok yere katletme hakkı vermiyor. Diyor ki:

“Her kim;

• Bir mü’mini kasten öldürürse,

• Cezası;

• İçinde ebediyen kalacağı cehennemdir.

Allah;

• Ona gazap etmiştir,

• Onu lânetlemiştir ve

• Onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (en-Nisâ, 93)

Yegâne ölçü, Allâh’ı dinlemek;

اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى
عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

-Ey insanoğlu!- Kesinlikle, Allah emrediyor,
Kerem, yakınlara yardım, adâlet eyle diyor!
Her azgın iş kötülük, çirkin iş haram diyerek,
Öğütlüyor size Allah, -hayatta neyse gerek-!
Siz eyleyip de tefekkür, tutarsınız diye söz!” (en-Nahl, 90)
Ne mânidar bu kelâm, kim yaşarsa anlar o öz. (Seyrî)

Bu gerçekleri insanlığa tebliğ ve tâlim eden Hazret-i Peygamber, yanık bir karınca yuvası gördüğünde dahî âdeta feryat etmişti:

“‒Bunu kim yakabilir?”

Küçücük bir karıncanın katline bile râzı olmayan bir îman ve ilâhî ölçü bu.

Bu ölçüde;

Hele masum insanlara karşı cinayet, en ağır ve lânetli bir cürüm…

Heyhat;

Âhirzaman hengâmında bu cürümler çoğaldı. Terör, dünyanın her yerinde cirit atıyor. Hazret-i Peygamber’in;

“İnsanlar öyle günler görecek ki; kātil niye öldürdüğünü, maktul de niye öldürüldüğünü bilmeyecek!” (Müslim, Fiten 56) şeklinde tarif ettiği günlerdeyiz.

Kıyâmetin ayak sesleri yaklaştı.

Zulümler çoğaldı. Cinayetler arttı. Zinâ ve iffetsizlik yaygınlaştı. Kıyâmet alâmetleri arasında yer alan dev binalarla gösterişler ve tuhaf tuhaf ihtiraslar zuhur etti. Kötülükler bir yangın gibi dünyayı sarıyor.

Ne yapmalı?

Ümitsizlik içinde ye’se kapılarak boşu boşuna dövünüp de eyvahlarla mı boğulmalı?

Asla!

Hazret-i Peygamber’in ifadesi ümit dolu:

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır, bilinmez! (Yani evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Bu hayırlı oluş için Cenâb-ı Hakk’ın beyan buyurduğu vazife şu:

Hazret-i Peygamber ile beraberlik içinde Allâh’ın rızâsını kazandıracak bir kulluk hayatı. Dosta şefkat ve merhametli, düşmana şiddetli ve çetin. Alınlarda secde izi. Bu çerçevede;

Her türlü sapkınlıktan uzak, sağlam ve doğru bir hidâyet üzere yetişen bir ağaç misâli, vatana ve millete faydalı, Allah yolunda hayırlı bir nesil yetiştirmek.

Yani;

Yabancılaşan değil, öz olan ve öz kalan bir nesil yetiştirmek. Âsî değil, fazîletli bir nesil yetiştirmek. Cehennem gibi yangınları söndürecek bir rahmet nesli yetiştirmek. Güzelliği çirkinleştiren değil, çirkinlikleri bile güzelleştiren bir nesil yetiştirmek. Diriltmeye gelen masumları dahî öldüren kimseler değil, öldürmeye gelen gafilleri dahî dirilten bir nesil yetiştirmek. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif’in;

“Âsım’ın nesli1 diyordum ya nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!” dediği bir nesil yetiştirmek.

Kısacası;

Hayırlı ve hakikatli, dosdoğru bir nesil yetiştirmek.

Hazret-i Peygamber böyle yaptı, koca bir devr-i cehâleti muazzam bir asr-ı saâdete dönüştürdü.

Ömür boyu gayret etti.

Bereketli bir yağmur damlası gibi oldu. Çorakları bile yeşertti. Çölleri bile gülistan eyledi.

Nesli bu rahmet oluş şuuruyla yetiştirebilmek için gayretler ve idraklerin ziyadeleşmesi zarûrî.

Çünkü;

Bugün güçlülerin azgınlaştığı bir dünya; rahmete değil, âfete yönlendiriyor. Kötülük eksenindeki internet, televizyon, virüslü fikir, tahrikçi moda ve şeytânî reklâmlar gibi menfî şeylerle gencecik dimağları perişan ediyor.

Son yaşanan belâ bu yüzden.

O belâya sürüklenenlerin kökünde, Allâh’ı bırakıp da dışı başka içi başka düşmanları dost edinmeleri var. Onların güdümünde bir zulüm rotasında ve acı bir ihânet potasında boğulmak var.

Hâlbuki tarih îkaz ediyordu:

Allâh’ı ve âhireti unutarak düşmanlarıyla dost olan koca bir Endülüs medeniyeti (şimdi İspanya), o düşmanlar tarafından yok edildi. Oradaki bütün müslümanlar telef edildi. Maalesef onlar, diğer müslümanlara karşı kâfirleri dost edinmişlerdi. Maalesef onlar, Fâtiha Sûresi’ndeki mânâdan kopmuşlardı. Hazin ve ibretlik bir gaflet içinde göz göre göre kendilerini helâk etmek isteyenlerle canciğer olmuşlardı. Bu yüzden sadece dille okudukları Fâtiha’da yüce Allâh’ın şu minval bir duâ eksenindeki îkaz ve irşâdını göremediler:

“Allâh’ım! Bizi, dosdoğru yol dediğin, o kendilerine nimet verdiklerinin; yani peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin hidâyet yoluna eriştir! Allâh’ım! Gazaba uğramışların ve yoldan çıkmış sapkınların, yani yahudilerin ve hıristiyanların yoluna değil!”

Onlar, şu îkazı da göremediler:

“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin! Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (el-Mâide, 51)

Onlar, şunu da anlamadılar:

“Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i İmrân, 118)

Onlar şunu da idrâk edemediler:

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla Sen’den râzı olmayacaklardır…” (el-Bakara, 120)

Âkıbet;

Kahr-ı ilâhî tecellî etti. Olan oldu. Müslümanlar, Hıristiyanlığı kabule zorlandılar. Kabul etmeyen her müslümanı da zalim kâfirler kılıçtan geçirdiler. Denizlerde boğdular. Ne yazık ki, koca İspanya’da o gün bir tane müslüman bırakılmadı. Dosta düşmanlık, düşmana da dostluk yapılmasının en acı ve ibretli bir neticesi bu oldu.

Bu yüzden;

İlâhî ölçüde, düşmanla canciğer olmaya izin verilmediği gibi onlara benzemek bile kerih görülmüştür. Hazret-i Peygamber 10 Muharrem orucunu yahudilerin tuttuğunu öğrenince; onlara benzememek için ya bir gün öncesiyle ya bir gün sonrasıyla iki gün olmak üzere bu orucu tuttu ve ibâdette dahî benzeyiş olmamasına dikkat buyurdu.

Bu düstura bir başka misal:

Hudeybiye’de Hazret-i Osman, elçi olarak Mekke’ye gitmişti. Hazret-i Peygamber ve 1.400 ashâbının Kâbe’ye gelip de tavaf etme taleplerine müşrikler;

“‒Hayır! Muhammed ve ashâbına izin yok!” dediler.

Fakat Hazret-i Osman’ı bu yasağın dışında tuttular:

“‒Ey Osman! Sen tavaf edebilirsin!” dediler.

O seçkin ve şuurlu sahâbî ise, kendisine gösterilen bu özel ayrıcalığa zerre kadar meyletmedi ve şu ölümsüz cevabı verdi:

“‒Peygamberim’in kabul edilmediği yerde ve ibâdette ben de yokum!”

İşte gerçek îman ve takvâ.

İşte Allâh’a dostluk.

İşte böyle kullara ilâhî müjde:

“Şunu iyi bilin ki;

• Allâh’ın dostlarına korku yoktur.

• Onlar, üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

İşte fırka-ı nâciye / kurtulan topluluk. Hazret-i Peygamber’in ve İslâm’ın kabul edilmediği bir anlayışta değil, Allâh’a gerçek dostluğun içinde yaşayanlar. Onlar, sayısız farklılıklar içinde olsa da daima aynı kıblenin, aynı kardeşliğin ve aynı beraberliğin tezâhürü içinde bilirler ve ifade ederler ki;

“Mü’minler ancak kardeştir!” (el-Hucurât, 10)

Onlar;

“Parçalanmayın!” emri üzeredirler.

Şanlı milletimiz;

Bu dirâyeti, tarih önünde çok şükür bir kere daha ispat etti. Bir kere daha gösterdi ki; inancımız, ancak birlik ve beraberliği ve kardeşliği emretmektedir. Her türlü terör ve isyanlara karşı milletçe sergilenen tarihî bir dayanışma, bu hakikatin en güzel tezâhürü olmuştur.

Bu birlik zedelenmediği müddetçe de, yarınlarımız daha büyük müjdelerle doğacaktır.

Bu istikamette duâmız:

İslâm ve müslümanlara yâ Rabbi yardım et,
Olsun huzûr içinde bu millet ve memleket!

Her türlü şer ve tehlikeden lutfedip koru,
Nâr etmesin bu cenneti zâlimlerin uru!

Yâd el koparmasın şu öz evlâdı anneden,
Yâ Rab, bu şanlı yurdu uzak eyle fitneden!

Yâ Rab, hilâl ve yıldızı indirme dehlize,
Dünyâ ve âhirette hayırlar yaşat bize!

Doldur omuz omuz iyiliklerle defteri,
Tâ, ehl-i cennet eyle bu mü’min gönülleri!

Sessiz de olsa dil, işitirsin Sen ey Gafur,
Bizden bu hür duâları her dem kabul buyur!

Arz eyliyor niyâzını Seyrî bu ümmetin,
Sarsın bütün yürekleri yâ Rabbi rahmetin!

Hâsılı;

Her niyazımızın özü; bu vatan ve milletin geleceğinin, Allâh’ın izni ile dünden daha güzel, daha kudretli ve en hayırlı çareler ve muvaffakıyetlerle dolu olmasıdır.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..

___________________

1 Âsım: Hazret-i Peygamber’in yetiştirdiği müstesnâ ve kahraman bir hâfız sahâbîsi. Recî Vak‘asında hâfızlar kafilesinin başkanı. Pusuya düşürüldüğünde, can verdi fakat düşmana teslim olmadı. Hattâ şehid olurken şu özel duâda bulundu:

“–Allâh’ım! Ben günün başında Sen’in dînini korudum; Sen de günün sonunda benim cesedimi koru!”

O anda;

Allah Teâlâ, Hazret-i Âsım’ı korumak için bir arı sürüsü gönderdi. Bu arı bulutu, Âsım’ın cesedini kapladı. Kureyş’in adamları, onun naaşından hiçbir şey koparmaya muvaffak olamadılar. (Buhârî, Cihâd, 170; Meğâzî, 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Böylece kendisi teslim olmadığı gibi şehid olduktan sonrası için cesedini de Allâh’ın izni ile teslim etmemiş oldu. Adı; «arıların koruduğu şehid» olarak anıldı. (İbn-i Hişâm, III, 163)

Bu sebeple;

İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, şanlı milletimizin canlarını fedâ edip de vatanlarını düşmana vermemesini ve bu yoldaki fedâkârlık ve kahramanlıklarını o ölümsüz isimle sembolize etmiş, en zor zamanlarda bile nice kurtuluş destanları yazan bu millete; «Âsım’ın nesli» demiştir.