KÜLFETSİZ EVLİLİK!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Geçenlerde eski arkadaşlardan biri geldi. Ara sıra gelir sohbet ederiz. Tok gönüllü biri.

Kızı, oğlunu evlendiriyormuş. Her şey güzel giderken; kızevi, düğünün salonda yapılmasını istemiş. Bunlarda ise imkân yok.

Fakat kızevi yoktan anlamıyor.

“–Ya salonda düğün yaparsınız yahut da biz bu işten vazgeçeriz!” demişler.

Adamcağız araştırmış, 3.000 liradan aşağıya düğün salonu bulamamış. 2.000 lira oradan kesmiş, buradan ayarlamış, dede, baba, anne ve kardeşler varlarını vermiş bu kadar olmuş. Kalmış 1.000 lira…

Bir delikanlının saâdeti, bin liraya gelmiş takılmış. Bir genç kızın hayali, bir anne-babanın görmek istediği mürüvvet karşısında 1.000 lira nedir? Ama olmayınca olmuyor. Adam bir şey istemiyor dert döküyor.

“–Müsaade edersen biz tamamlayalım.” dedik hemen karşıladık, hattâ; «Tamamını verelim.» dedik. Mesele halloldu.

“–Ben bunun için anlatmamıştım.” dedi mahcup oldu. Ama çok da sevindi.

Bunun benzeri o kadar çok hâdiseler duydum ki; nişanlanıp da oturacağı evi beğenmeyen, koltuğu, kanepeyi, yemek odasını, eve serilecek halıyı beğenmeyerek ayrılanların haddi hesabı yok. Bir gece giyeceği gelinliği beğenmeyip ayrılanlara yazıklar olsun!

Anneler, babalar! Çocuklarınızın refahını mı yoksa eşya mı istiyorsunuz?

Bir düşünün: Bir müslüman genci evlendiriyorsunuz. Gelininiz/damadınız, dînini tam yaşıyor mu? Allâh’ın emirlerini yerine getiriyor mu? Peygamber’in yaşadığı gibi yaşıyor mu?

Bunların endişesini mi yaşıyorsunuz?

Yoksa bunları unutup; “El âlem ne der? Bizi kınarlar mı?” Onların dedikodusundan mı korkuyorsunuz? Düşünün de doğru yolu seçin.

Anne-baba olarak, kız istemeye gittiğimizde;

“–Allâh’ın emri, Peygamber’in kavli ile kızınız filânı oğlumuz filânla evlendirmek, akraba olmak istiyoruz.” demiyor muyuz? Cevaben de;

“–Hayırlı ise olsun.” demiyor muyuz?

Dünya malına dalıp saâdeti unutanlardan olursak, nerede kaldı Allâh’ın emri, nerede kaldı Peygamber’in kavli?..

Bu hâdiseler beni hâtıralara aldı götürdü.

Zaman zaman anlattığım üzere çocukluğumda mahallenin varlıklı bir ailesi idik. Fakat sonra, şartlar değişti, babamın işleri bozulmuştu. İşin gücün olmadığı bir yokluk zamanıydı. Evde 8 baş nüfus, fakat ailenin bir lira geliri yok! Annem;

“–Babanıza yardımcı olmalıyız!” diyerek biz çocuklarını başına toparladı. “Dedikodu ve şikâyete düşmeyip kız-erkek, helâl ve meşrû ne iş varsa bulup yapmalıyız!” dedi.

Bir bütün olmuştuk. Evde; tekstilcilere masura sarma, fıstık kırma, otellere ve kız evlendirenlere cüdele (süslü kabartmalı yorgan) işleme, hem satmak hem de evimiz için üzüm sucuğu, pestil, muska vs. hazırlama ama nice işler yaptık.

Toplanan kazançlar babamda birikir, evin ihtiyacı kıtı kıtına karşılanırdı. Ne yapılırsa en güzeli, en kalitelisi yapılırdı.

Annem ne cefâlar çekerek ailemizi ayakta tuttu.

Annem; ev atölyesinin ustabaşısı, babam ise dış işlerine bakan patronu idi.

Babam çok âlicenap, hoş sohbet, kıssalarla sohbeti süsleyen, şair ruhlu ve hazırcevap bir insan idi.

Adı meşhur Boyacı Mahmut’tu. Bir gün bize;

“–Ben bu duruma düşmemizin sebebini biliyorum.” dedi;

“–Nedir baba?” dediğimizde şunları anlattı:

“–Durumumuz iyi iken, bazıları gelip;

«İşim yok, iş bulamıyorum. Müşkül durumdayım.» dediğinde;

«Nasıl olur? İstersen iş bulursun. Kabahat senin! Ben şöyle bir kez çarşıya gidip gelirsem, bir aylık geçim ihtiyacımı kazanırım.» derdim.

Şimdi anlıyorum büyük konuştuğumu, Mevlâ’m;

«Hadi kazan da göreyim seni!» dercesine imtihan etti.

Aylarca bir iş bulamadım bir ekmek parası kazanamadım. Şimdi sekiz kişi çalışıyoruz, bir kişinin kazandığı kadar bile kazanamıyoruz.”

Annem ise;

“Sen merak etme, üzülme! Biz idare ederiz.” demişti. Çocukları da başına toplayıp;

“Sakın babanızın yanında yiyecekten, giyecekten şikâyet etmeyin, babanız üzülmesin.” demişti.

Çocuklar olarak biz de annemiz ne derse dinler, birlik beraberlik içinde üzerimize düşeni yapar, hiç şikâyet etmezdik.

O günlerde Beyrut’ta oturan Gaziantep’ten gitme Mehran isminde Ermeni tüccar gelir. Eski çocukluk arkadaşlarından birini bulur, ihtiyacını anlatır:

“–Ben buraya şıra almaya geldim. Buradan giden Ermeniler memleket yemişi diye arzu ediyorlar. Çok rahat satılacağını tahmin ediyorum. Bana temiz, kaliteli yapan birini bulabilir misin?”

Arkadaşının aklına babam gelir:

“–Bunu yapsa yapsa Boyacı Mahmut yapar; hem işten anlar hem de düzgün çalışır.” der.

Babamın mesleği iplik boyacılığı olduğu için Boyacı Mahmut diye bilinir. Şıranın ustası ise rahmetli annemdir.

Buluşurlar. Tüccar Mehran Bey isteklerini sıralar. Eski Antepli olduğu için, işi biliyor;

“–Miktarı şu kadar ton olacak, kalitesi şöyle olacak… Fiyatı biraz pahalı olsa da önemli değil, yeter ki kaliteli olsun.” der.

Babam;

“­–Bunları biz zaten yapıyoruz. Mesele değil!” der.

Tüccar;

“–Bak benim hanım da işin başında duracak, ona göre!” der.

Babam da;

“­–Problem değil.” der ve anlaşırlar.

Zaman şıra zamanı değil, daha 3-4 ay vardır. Babam;

“–Hazırlıkları yapmak için biraz avans verebilir misin?” deyince, adam alacağı ürünün tahminen yarısını çıkarır verir;

“–Senin için güvenilir diyorlar.” der ve anlaşmayı yaparlar.

Babam parayı alır, evde bayram sevinci. Hazırlıklar başlar.

Üç ay sonra şıra yapılırken Mehran Beyin hanımı Aşkın Hanım, bizzat işin başında durur. Hiç anlaşmazlıklar ve şikâyet olmaz. Her şey istedikleri gibi. Takımlar zaten mevcut. Evin avlusu bir iş yeridir artık.

Aşkın Hanım, geceleri Gül Palas Otel’de yatar. Gündüzleri işin başındadır. Kontrol altına alarak eksiksiz üretimi takip eder, ambalâjları kendisi yapar.

İmalât üç ay bu şekilde devam eder, 3 ay da hazırlık dönemi; senenin yarısı evin avlusu şıra atölyesidir. Annem, elemanlar ve evde olan herkes canla başla çalışırlar. Evde bir iş harmanı olur.

Yapılan ürünler dünya pazarlarına ulaşmaktadır. Beyrut’a, Lyon’a, New York’a…

Bizim, işten şikâyetimiz yoktu. «Cenâb-ı Allah bize bu kapıyı açtı.» diye şükrediyorduk.

Gelgelelim ki akrabalar vardı. Altı ay avlunun içerisinde şıra işi olduğu için; her tarafın temizliğine dikkat edilemez, iş yapılmayan ev gibi olmazdı. Akrabalar gelince tenkit ediyorlardı:

–Buranın kiri ne! Sizin kızlarınız var; hiç kızlarınızı gelin etmeyecek misiniz?!. Size kim gelir kız alır?!. Size kim kız verir?!.

Gerçekten de biz evlenmeye kalktık. Kızlarımızı neyse verdik de geldik evlenmeye. Kime gitsek şu minvalde konuşmalar sebebiyle sıkıntılar yaşandı:

–Oğlan nasıl?

–Oğlan akıllı; içkisi yok, sigarası yok, çalışkan, iyi, temiz, herkese karşı hürmetkâr…

Ama evlerinde iş var; bunlar evlerine gelin almayacaklar, işçi alacaklar! Gittiği gibi çalışma önlüğünü bağlar tâ gece yarısına kadar önlükle kalır. Sabah kalkınca yine aynı önlüğü takar. Buraya gelin olunmaz! Burada rahat edilmez!

Takdir-i ilâhî; bizim o zor zamanımızda, helâlinden alın teriyle ayakta kalma azmimizi böyle tenkit edenlerin çoğu, ileriki zamanlarda zor duruma düştüler. Bize de yüce Mevlâ çok şükür keremiyle lutfetti ve onlara da yardım etmeyi nasip eyledi.

Fakat o yıllarda imkân itibarıyla zorluklarımız çoktu.

Öyle ki;

Ailemizin durumu sebebiyle ben de okuyamamıştım. Çünkü okusam; okul masrafları, defter-kitap parası lâzım olacak, bir de harçlık… Babamın ise hiç durumu yok. Eve kazanç getiremediğim gibi, bir de gideri artıracağım. Ben de istemeyi sevmem. Gittim bir ayakkabıcı dükkânına girdim. Çıraklık yapıyorum.

İki buçuk lira haftalık alıyordum. Bu parayı babama verirdim. Babam bir lirasını alır, bir buçuk lirasını bana geri verirdi, harçlık edeyim diye.

Düşünün;

Bahsettiğim şıra işinden önceleri hiçbir gelir yok! Benim getirdiğim bir lirayla bile, eve bir miktar katkıda bulunmuş oluyordum. Ekmek o zaman beş kuruş, dolayısıyla benim verdiğim bir lira 20 tane ekmek ediyordu.

1950 senesi…

Çalıştığım yerde haftalığı cumartesi günleri alırdık. İki buçuk liranın bir lirasını babama verip gerisinin bana harçlık olarak kaldığını bilen yaşlı akrabalar ve komşular, yolda önümü çevirirlerdi. O zamanlar henüz sigorta ve emeklilik diye bir şey yoktu. Yaşlanınca insanlar, imkânları yoksa sokaklarda elini açmak zorunda kalırlardı. Sevdiklerine ve nazları geçtiklerine tatlı şekilde dil dökerlerdi. Benim de harçlığım olduğu gün önüme çıkarlar ve;

“–Oğlum nasılsın?!. Aynı dedene çekmişsin. Dedeni sen görmedin ama biz gördük. Bir gözleri vardı, şöyle keskindi… Bir omuzları vardı, şöyle genişti… Bir bilekleri vardı, şöyle kuvvetliydi… Öyle merhametliydi, şöyle insâniyetliydi…” gibi sözlerle gönlümü almaya çalışırlardı.

Ben de;

Bana kalan bir buçuk liranın her hafta 75 kuruşunu onlara verirdim. 25’er kuruş olarak üç kişiye… Aynı kişilere değil. Kime denk gelirse.

Hâlbuki onlara verdiğim 75 kuruştan sonra elimde kalan diğer 75 kuruş benim için çok az idi. Fakat ben yine de her hafta o 75 kuruşu huzur içinde onlara verir, kalan 75 kuruşla idare ederdim.

Gel zaman git zaman bu şekilde büyüdük. Evlenme zamanımız geldi. Fakat yukarıda bahsettiğim söylenti ve kötülemeler sebebiyle, bizim evlilik gecikip duruyordu.

Durumum dikkatini çekmiş olacak ki, bir gün, o yardım ettiğim yaşlı amcalardan biri olan Mehmet Amca bana sordu:

“–Oğlum sen niye evlenmiyorsun?”

İşin aslını söylemedim, sadece;

“–Daha kısmet olmadı.” dedim.

Tecrübeli Mehmet Amca, sanki meselenin özünü anlamıştı. Tebessüm ederek hafifçe başını salladı ve dedi ki:

“–Yok evlâdım, öyle değil! Sen istersen, kısmet olur. Demek ki sen beğenmiyorsun. Yükseklere bakıyorsun. Fakat ben sana şunu söyleyeyim: «Şahin diye alırsın karga olur, karga diye alırsın şahin olur!» Bu senin nasibine göre değişir.

Şimdi;

Eğer evlenmeyi gerçekten istiyorsan, o zaman gönlünü indir! İndir de birisiyle evlen!”

Bu tavsiye çok mühimdi. İnsanı boş hayallerden kurtarıp gerçeğin içinde tıkanmadan gayelerine vâsıl edecek, yoluna huzurla devam ettirecek bir tavsiye idi.

Bunun üzerine düşündük:

Bizim evde iş var diye kızını vermeyecek aileler, vermezlerse vermesinler. Biz, bizi kabul edecek insanı bulmalıydık. Hâlimizden anlayacak, bizi hor görmeyecek, bizimle aynı kadere yürüyecek, hakikî bir gönül yoldaşı bulmalıydık.

Artık 26 yaşındaydım. Bir yandan da babamdan sermaye için para istiyordum:

“–Baba benim sermayem yetmiyor. Çok az sermayem var. Bundan dolayı bir iş yapamıyorum. Sende varsa, bana biraz verir misin?”

Babamla çok resmî idik. Hiç senli benli değildik. Her şeyi rahatça konuşamazdık. Babam benim sermaye talebime şöyle cevap verdi:

“–Sana ayırdığım 3.000 lira param var. Fakat bu parayı seni evlendirmek için ayırmıştım; ya evlendireyim ya sermaye yap! Sermaye olarak alırsan, evlendirmek için para isteme! Ama istersen seni bu parayla evlendireyim, o zaman da benden sermaye isteme!..”

Söylediği çok açıktı. Ona;

“–Hemen karar vermesem olur mu?” dedim.

“–Tamam, git düşün!” dedi.

Bir gün sonra geldim:

“–Baba düşündüm.”

“–Neye karar verdin?”

“–Evlenmeyi tercih ettim.”

“–Niye bunu düşündün?”

“–Baba, düşündüm ki;

Ben şimdi sermayeyi alırsam; sermaye işe karışır, seneler geçer ben evlenemem. Evlenirsem, âdet gereği üç tane beşi bir yerde alınacak. O zaman tanesi beşer yüz lira. Yedi-sekiz yüz lira yün parası alırlar. Üç bin lira hemen gider. Fakat eş-dost, konu komşu, yakın akraba da birer bilezik takarlar. Evlendikten 2-3 ay sonra; «Sermaye yapacağım.» derim üç beşliği alırım, altınları da bozdururum, sermaye olur, evlenmek bedavaya gelir.”

Böyle güzel güzel anlatıyorum ama bu üç bin liraya nasıl evleneceğiz? Para ancak bir-iki temel ihtiyacı karşılıyor? Ya ev eşyası ya diğer onca ihtiyaç ne olacak?

Ona da şu çözümü buldum:

“–Kim bizim şartlarımıza râzı olursa onun kızını alalım.”

Şartımız şu:

“Ben onun getirdiği çeyize hiçbir lâf etmeyeceğim. Ona; «İyi getirdin, kötü getirdin, az getirdin, çok getirdin!» demeyeceğim. Gelene kadar ve geldikten sonra!

Fakat;

O da benim aldıklarıma itiraz etmeyecek. Bana; «Niye şunu aldınız? Niye şunu almadınız!» demeyecek.”

Araştırdık:

Böyle bir şart üzere kim verir kızını bize?!.

Hemen gönlümüze düştü:

Babamın bir yeğeni vardı. Terzi Celâl. Babam, onun dayısı olur. Onun da yeğeni olan, yani dayısı olduğu bir kız var. Babası vefat ettiği için, velisi de dayısı… Onlar da bizi zaten yakînen tanıyorlar. Babamla, yeğeninin yanına gittik. Babam;

“–Biz böyle bir karar aldık.” diye anlattı.

“Kızınızı istiyoruz ama bu şartla…

«Sizin getirdiğinize, bunu niye getirdiniz?» demeyeceğiz.

«Siz de bizim aldıklarımıza; niye bunu aldınız, niye şunu almadınız, niye az?» vs. demeyeceksiniz.

Bu şartlara râzı oluyorsanız, biz, kızınızı istiyoruz.”

Terzi Celâl dedi ki:

“–Sen bizim dayımızsın, ne söylersen o olur.”

Zaten;

Bizim ifade ettiğimiz şart, onların da durumuna çok uygundu. Çünkü erkek tarafı gibi, kız tarafının da durumu iyi değildi. Bu bakımdan dayısı olarak, yeğenini en masrafsız şekilde evlendirmek, onun için de iyi bir çözümdü.

İhtiyaçları nasıl hallettik?

Sırf düğün için, kiralık eşyalar aldık.

Ne lâzım? Sandalye… Filân yerden demir ayaklı altı tane sandalye getirin, 15 gün sonra iade ederiz. Karyolayı da emânet aldık. Düğünden sonra iade ettik.

Onlar da durumları kadar bir çeyiz getirebildiler.

Bugünkü dış gözlerle bakıldığında ne karşı taraftan hatırı sayılır bir çeyiz geldi, ne bizim tarafımızdan her şey tam olarak yapıldı. Eldekilerin kimisi kiralık olmuştu, geri vermiştik. Kimisi ikinci el alınmış eşyalardı. Bugün şart koşulan ihtiyaçlara göre belki bir sürü noksanımız vardı. Fakat bir şey, her iki tarafta tamdı.

Kanaat. Yani gönül zenginliği. Var-yok demeden, hâlimize râzı olarak evlenmek.

Bence;

En zengin evlilik buydu. Çünkü bu şekilde hanımım da ben de birbirimize bereket vesilesi olduk.

İşte o bereket;

Sonradan maddî imkânları da beraberinde getirdi Allâh’ın lutfu olarak.

Şimdi düşünelim. Biz sadece, ertelemiş olduk. Çünkü zaman içinde Cenâb-ı Allâh’a hamd olsun, her şeyimiz oldu. Eşyalarımız da oldu, evlerimiz de oldu. Fakat o gün; sıkıntıların bu şekilde üstesinden gelmeseydik, yokluğa râzı olmasaydık, azla kanaat etmeseydik, belki hiçbir zaman imkânımız olmayacaktı…

Biz sabrettik, Rabbimiz verdi. Biz dünyalığın azlığına, yokluğuna aldırmadık, Cenâb-ı Allah; ikram ettikçe etti.

Mevlâ’m kanaat ehli olmayı bütün erkek ve kız kardeşlerimize, bizlere de nasip eylesin. Âmîn…