Mukaddes Dâvâ Yolunda; İZZETLE YAŞAMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

İnsanı, eşref-i mahlûkat olarak yaratan Allah Teâlâ; onun kıymetinin bilinmesi için, meleklere, ilk insan olan Âdem -aleyhisselâm-’a hürmetlerini göstermelerini emretmişti. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade buyurulur: 

 

“Onu hatırla ki, meleklere; 

 

«–Âdem’e (hürmet olarak) secde edin!» demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (el-Bakara, 34) 

 

İnsanın ölçülerine göre, sonsuz denilebilecek mahlûkat içinde bu ilâhî iltifâta mazhariyetin elbette ki bir hikmeti olmalıdır. 

 

•En güzel kıvamda yaratılması, 

 

•Kâinâtın kendisine musahhar kılınması, 

 

•Pek değerli hâssalarla teçhiz buyurulması, 

 

•İstikametini şaşırmaması için ilâhî rehberlerin tâlim ve terbiyesi altında tutulması… 

 

Bütün bunlar muhakkak ki, fevkalâde ağır bir mes’ûliyetin gereğidir. 

 

Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de bu husus; 

 

“İnsanoğlu, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36) ifadesiyle, şiddetle îkaz buyurulur. 

 

Fevkalâde ağır mükellefiyetin mâhiyeti de; 

 

“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halîfeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur. Doğrusu Rabbinin cezalandırması süratlidir. Şüphesiz O bağışlar, merhamet eder.” (el-En‘âm, 165) ifadesiyle îzah buyurulur. 

 

«İzzet», yenilgiye uğramayı ve aşağılanmayı önleyen, güçlü ve itibarlı pozisyon anlamında bir Kur’ân tabiridir. Sözlükte; «güçlü ve üstün olmak, galip gelmek, itibar sahibi olmak» gibi mânâlara gelen «izz» kökünden isim olan izzet, bu anlamları yanında, bir kimsenin başkaları karşısında bedenî, psikolojik, ekonomik, sosyal statü ve benzeri yönlerden güçlü, faal ve itibarlı olması, baskı altına alınamaz bir pozisyonda bulunması durumunu da ifade eder ve; «âcizlik, alçaklık» mânâsındaki «zillet»in karşıtı olarak kullanılır.”1 

 

İlâhî koruma ile tahrifâta uğramamış yegâne din olmak husûsiyetiyle kıyâmete kadar ufukları aydınlatacak olan İslâm nimetine mazhar olarak, kendisine tevdî buyurulan; «yeryüzünde halîfelik» gibi fevkalâde ulvî bir dâvâyı yüklenen İslâm ümmeti, bu şerefle mütenasip, izzetle yaşama keyfiyetini de kuşanmalıdır.

 

Kur’ân-ı Kerim’de, mü’minlere hem doğruyu göstermek hem de îkaz sadedinde; 

 

“Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allâh’a aittir.” (en-Nisâ, 139) buyurulur. 

 

Son nefese kadar bütün hayatını, tebliğle vazifeli olduğu İslâm dînine adayan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu husustaki azmini, amcası Ebû Tâlib’e şöyle ifade buyurdu:

 

“–Amca! Vallâhi; Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! 

 

Ya yüce Allah, onu bütün cihana yayar, vazifem tamam olur yahut da bu yolda ölür giderim!” 

 

Sonra da mübârek gözleri yaşardı ve ağladılar. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64)

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in beyan buyurduğu bu îman salâbeti, izzetli olmanın esasını teşkil eden en yüksek ölçüde bir vasıftır. Bu cümleden olarak; «âlimler, mütefekkirler, mutasavvıflar, gönül sultanları ve Cebrâil -aleyhisselâm- dahî onun yolunda bulunmayı «izzet», kapısında bir sâil olmayı «devlet» bildiler.”2

 

Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âl-i İmrân, 139) beyanıyla, îmân edenler, sahip oldukları nimetin kıymeti hususunda da îkaz buyurulur. Bu ilâhî tebliğ, günümüzdeki modern câhiliyyenin karanlığında yolunu şaşıran, selâmete çıkmak için çırpınan İslâm ümmeti için ufukları aydınlatan bir meş‘ale mesâbesindedir. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de üstünlüğün hakikati ile alâkalı olarak şöyle buyurulur: 

 

“…Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allâh’ın, Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat, münafıklar (bunu) bilmezler.” (el-Münâfikûn, 8) 

 

Şanlı medeniyetimizin «İ‘lâ-yı Kelimetullah» dâvâsı çerçevesindeki bütün zaferleri, fetihleri, izzetle yaşama şuuru, azmi ve kararlılığı neticesidir.

 

Gassânî emirlerinden Şurahbil, teâmüllere aykırı olarak İslâm elçisini şehîd eder. İslâm devletini hiçe saymak mânâsına gelen bu tecavüz üzerine, İslâm’ın itibarını, izzetini müdafaa etmek için hazırlanan üç bin kişilik bir ordu gönderilir. Mûte beldesinde iki yüz bin kişilik bir düşman ordusuyla karşılaşan İslâm ordusu; «İki güzellikten biri; ya şehidlik veya gazilikle beraber zafer» şiârıyla destânî bir muharebeye girişir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haberi ile; «Neticede, Allah mücâhidlere fethi müyesser kıldı.»” (Buhârî, Meğâzî, 44)3

 

“Biz Türkler temiz müslümanlarız. Bid‘at nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı.” diye sadâkatini ortaya koyan Sultan Alparslan’ın, Malazgirt’te elli bin kişilik ordusunun, iki yüz bin kişilik Bizans ordusu ile savaşmayı göze alıp, parlak bir zafer kazanması; yüklenilen emânete riâyetin, bu öz güvenin ve niyetteki ihlâsın bir mükâfâtıdır. Esir düşen Bizans kralının misafir olarak ağırlanıp ikramlarla yolcu edilmesi, bu asâletin bir nişânesidir. Nitekim bu zaferin bereketiyle; Anadolu, Türklere, dolayısıyla İslâm’a açılmış, tarihe altın sayfalar olarak Selçuklu ve Osmanlı asırları kaydedilmiştir. 

 

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de, samimiyetini ve devlet siyasetinde esas alınacak ve altın asırlara damga vuracak şiârı, gönlünden gelen terennümle, şöyle beyan eder:

 

Matlabımız dîn-i Hudâdır bizim,

Mesleğimiz râh-ı hüdâdır bizim,

Yoksa kuru mihnet ü kavga değil,

Şâh-ı cihan olmayı dâvâ değil.

 

Kezâ Fatih Sultan Mehmed Han da bu esâsı bir gazelinde şöyle te’yîd eder:

 

İmtisâl-i câhidü fillâh olupdur niyyetüm,

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm. 

 

Evliyâ vü enbiyâya istinâdum var benüm, 

Lütf-i Hak’tandır hemân ümmîd-i feth u nusretüm.

 

Ey Mehemmed mu‘cizât-ı Ahmed-i muhtâr ile,

Umarum gālib ola a‘dâ-yı dîne devletüm.

 

Nitekim, daha önce otuz iki defa kuşatılan İstanbul; nihayet; 

 

“–Bizim kudretimizin ulaştığı yere, sizin hayalleriniz bile ulaşamaz.” diyen Sultan Fatih’e boyun eğer. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olma bahtiyarlığına ulaşan Fatih Sultan Mehmed Han’ın bu muhteşem zaferi ile tarihte bir çağ kapanıp yenisi başlar. Yavuz Sultan Selim Han da, tevârüs ettiği mukaddes dâvâya hakkıyla riâyet eden bir cihangirdir. Rahmet iklimiyle huzura kavuşacak asırların hazırlığı için İslâm birliğinin tesis eden Yavuz Sultan Selim Han, mukaddes dâvâyı şöyle hulâsa eder:

 

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.

 

“Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman; 

 

«–Sultanım sayısız zaferlerle yoruldunuz. Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Ben ve vezirler sefere iştirak edelim…» diyen Sokullu Mehmed Paşa’ya;

 

«–Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fatih cedlerimin huzûruna nasıl çıkabilirim?!.» dedi. 

 

Alman İmparatoruna esir düşen Fransa kralının annesine yazdığı cevâbî mektupta da; 

 

«Ben karaların ve denizlerin hakanıyım!…» demesi îman gücünün ve kudretinin cihâna karşı haykırılışı demekti…”4 

 

Devlet-i Aliyye’nin büyük sıkıntılarla uğraştığı bir zamanda başa geçen Sultan 2. Abdülhamid Han; diplomatik maharetini kullanarak ümmetin izzetine halel getirmemek hususu ve devletin bekāsı için başarılı neticeler almıştır. Bu cümleden olarak; Fransa, İngiltere, Amerika ve diğer bazı ülkelerde sahnelenmek istenen Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz aleyhindeki tiyatro oyunlarını ve Osmanlı aleyhinde düzenlenmek istenen faaliyetleri iptal ettirmiştir.

 

Kendisine tevdî buyurulan mukaddes dâvâyı yürütebilmek için izzetle yaşamak, İslâm nimeti ile nimetlenmiş olan ümmetin hem hakkı hem de vazifesidir. Şanlı ecdâdımızın asırlarca dünyayı rahmet meltemleriyle huzura kavuşturmasındaki sır bu keyfiyette idi. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse bilsin ki; Allah öyle bir kavim getirecektir ki; 

 

•Allah onları sever, 

 

•Onlar da Allâh’ı severler; 

 

•Mü’minlere karşı alçak gönüllü, 

 

•Kâfirlere karşı vakarlıdırlar. 

 

•Allah yolunda cihâd ederler ve 

 

•Hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. 

 

İşte bu Allâh’ın dilediğine verdiği bir lutfudur. Allâh’ın lutfu geniştir; O her şeyi bilir.” (el- Mâide, 54) beyânı ile bu keyfiyete de işaret buyurulmuştur.

 

Osmanlı’dan sonra dünya hâkimiyetini ele geçiren insanlıktan zerre kadar nasibi olmayan sömürgeciler, bin bir türlü desîse ile İslâm âlemini oyun sahaları hâline getirdiler. Bugün Siyonist-haçlı itttifakı, yanı başımızda Filistin’de, tarihte belki de bir benzeri olmayan bir zulmü irtikâp ediyor. Bir avuç Filistin halkı; İslâm’ın izzetini tek başlarına temsil edercesine, teslim olmayıp bu vahşete şanla-şerefle direniyorlar. Ancak, fevkalâde müessif bir hâl ki; İslâm âleminin ekseriyeti zillet batağında; «Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.» misâli, bu vahşete kayıtsız. Yaşamakta olduğumuz buhranların devâsı mâhiyetinde, Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı yapışın, bölünüp parçalanmayın! 

 

Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın: 

 

Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. 

 

Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi Allah kurtarmıştı. 

 

İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 103) buyuruluyor. 

 

İslâm ümmeti; lutfedilen İslâm nimetinin hakkını vererek şanlı medeniyetimizi yeniden ihyâ etmekle mükelleftir. Bu cümleden olarak ulvî dâvânın îcâbını yerine getirmek için, âyet-i kerîmenin muhteviyâtını temessül ederek zilletten kurtulmaya, izzetle yaşamayı şiâr edinmeye mecburdur. Üstad Necip Fazıl merhumun;

 

Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;

Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!

 

diye, haykırarak ifade ettiği gibi.  

 

______________________________

1 Mustafa ÇAĞRICI, TDV İslâm Ansiklopedisi.

Osman Nûri TOPBAŞ, Altınoluk sa. 463.

Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ 2, Erkam Yay. (islamveihsan.com)

Osman Nûri TOPBAŞ, Altınoluk, sa. 132.