Bir zaferin şerefi, katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür! FEDÂKÂRLIK

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Materyalist felsefe insana ısrarla diyor ki:

 

–Önce dünya! 

 

–Önce maddiyat!

 

–Önce kendin!

 

–Önce sen!

 

–Önce senin heveslerin ve isteklerin! 

 

–Önce senin felsefen!

 

–Önce senin düşüncen!

 

–Önce sana göre!

 

–Önce alışkanlıkların!

 

–Önce kendi şartların!

 

–Önce bunlar, olmazsa olmaz!

 

Aksi hâlde;

 

–Sen bir hiçsin!

 

–Kalbin de rûhun da kıymetsiz!

 

–Hatta îman da ibâdet de boş!

 

–Âhiret lâf!

 

–Mânâ ve mâneviyat da faydasız!

 

–Gerçek bir kişilik oluşturamazsın!

 

–Tam bir başarı gösteremezsin!

 

–Güçlü ve dirâyetli yaşayamazsın!

 

Yani;

 

–Sen, asla sen olamazsın!

 

Vah ki;

 

Böylesine şeytânî bir avcılık metodunun yaldızlı yalanları ile kafası dolanların bağrı da nice yılanlarla doluyor. Kişinin insaniyeti zehirleniyor. 

 

Sonrası acı!

 

Tıpkı maddî yollarda yaşanan zâhirî trafik kazaları gibi ebediyete giden mânevî yollarda da bâtınî trafik kazaları yaşanıyor. Fakat bu kazalarda insanların ölen tarafı, bedenleri değil ruhları ve gönülleri. O kazalarda akıllar ve mantıklar ölüyor. O kazalarda îmanlar ve irfanlar ölüyor. O kazalarda mânevî güzellikler ve iyilikler ölüyor. O kazalarda şanlar, şerefler ve ahlâklar ölüyor. O kazalarda şahsiyetler ve kişilikler ölüyor. O kazalarda gerçek fazîletler ve fedâkârlıklar ölüyor. 

 

Bu bakımdan;

 

İnsanı insan yapan asıl tefekkür ve îman yapısı;

 

Yukarıdaki herzelerin tam tersi, hakikat ve hakkın ise ta kendisidir.

 

Görenler anlıyor:

 

Materyalist programimtihansız bir dünya tasarlamakta. Bu bâtıl mantık, insanlığı imkânsız bir umudun peşinde ahmakça perişan etmekte. Hâlbuki yüce Allah, peygamberlerin hakkında bile imtihanları iptal etmemiştir. Hiç değişmeyen böyle bir takdir, tutup da keyifçi gamsızları, imtihansız bir dünya oluşturmaya muvaffak eder mi? O gamsızların bunu oluşturmak için yaptığı zulüm dolu kavgalar ve acı tablolar bile aslında imtihansız bir hayat olamayacağının en büyük ispatı değil mi?

 

Görenler anlıyor:

 

İlâhî programtakdir edilmiş olan ve asla değişmeyen imtihan gerçeği etrafındadır ve bütün sırrı da, imtihanları kazanabilmek hakikatidir. Dünya geçidinden âhirete adım atıldığında varılacak yerin cennet mi cehennem mi olacağı da zaten bu imtihanların yapılmasını ve alınan neticeleri şart kılmaktadır. Hayat ve ölümün de bütün gerçeği budur.

 

Bu çerçevede;

 

Zâlimlerin âkıbeti, daima hüsran, sonsuz bir hüsran. Allah yolunda fedâkârların ise, sonu daima cennet, ebedî bir cennet. Tüm ömür defterleri, bu gerçeğin aynası. O defterlerde yüce Allâh’ın dünyevî ve uhrevî muvaffakiyetlerin şartı olarak vurduğu yegâne mühür şu:

 

Bir zaferin şerefi, katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür!

 

Meşakkatleri de, ancak hakikî ve devamlı olan fedâkârlıklar göğüsleyebilir. Fedâkârlıklar ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hem eğitim metodudur, hem organize metodudur, hem başarı metodudur, hem kulluk metodudur, hem de ebedî kurtuluş metodudur. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanların mü’min olsalar bile mecburiyet kıskaçlarında çıldıran, sıkılan ve yıkılan nefislerine bağlı olarak değil bilâkis bıkma, sıkılma ve yıkılmaya dönüşebilecek tüm nefsâniyetleri yok edici bir iradeyi doğuran müthiş bir heyecan ve ölümsüz bir aşka bağlı olarak emsalsiz fedâkârlıklar ile muvaffak olmuştur. O’nun gerçekleştirdiği muazzam hidâyetler, dâsitanî muhabbetler, kazandığı muhteşem zaferler, yetiştirdiği müstesnâ ve yüce nesiller, daima eşsiz fedâkârlıklar iledir. Hiçbir şekilde yan çizmeyen, sayısız bahaneleri tuş eden fedâkârlıklar. Sadece hasbeten lillâh / sırf Allah için olan fedâkârlıklar. Ne olursa olsun «ama, fakat, maalesef» gibi parantezlere düşmeyen fedâkârlıklar. Hâsılı en çorak geçitlere ve sarp yokuşlara rağmen cennet yolundan asla vazgeçmeyen fedâkârlıklar.

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetiştirdiği gönüllerin ve gece-gündüz sergilediği gayretlerin hepsinde de ortak özellik, daima bu oldu. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ömrünü dolduran tüm yüce vazifelerde, ağır sıkıntılarda, omuzlanacak yüklerde ve emânetlerde bu gerçek, yegâne terazisi idi. Kimler o teraziye göre sağlam ve samimî bir gönül ve gayret sergilerse, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mes’ûliyetleri onlarla omuzlardı.

 

Her mevzu ve durumda, koşturacak kimselerde her şeyden önce fedâkârlığı yoklardı:

 

–Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister?

 

–Bu muhtacı kim giydirir?

 

–Bu yoksulu kim doyurur?

 

–Bu davet mektubunu kim götürür?

 

–Bu kılıcın hakkını kim verir?

 

Bu sualler, hem isabetli ve doğru isimlerle muvaffakiyet içindi, hem de o muvaffakiyet örnekleri sayesinde diğerlerini de aynı fedâkârlığa ortak etmek içindi.

 

Nitekim, ehl-i tevhîd olan önceki ümmetlere dair fedâkârlık misallerine ayrıca dikkat çekerdi:

 

“Sizden önceki ümmetler içinde bir padişah, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, padişaha;

 

–Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem, dedi. 

 

Padişah da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir râhip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi, beğendi. Sihirbaza her gittiğinde râhibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı. Sihirbaz ona; 

 

«–Niçin geç kaldın?» diye kızar ve döverdi. Delikanlı bu durumu râhibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:

 

–Sihirbazdan korktuğunda; 

 

«–Evdekiler alıkoydular!» deyiver. 

 

Ailenden çekindiğinde de; 

 

«–Sihirbaz alıkoydu!» deyiver.

 

Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi kendine;

 

«Sihirbazın mı yoksa râhibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi öğreneceğim!» diyerek bir taş aldı ve;

 

«–Ey Allâh’ım, râhibin yaptıklarını sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk da geçip gitti. 

 

Daha sonra delikanlı râhibe gelip hâdiseyi anlattı. Râhip ona;

 

«–Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme!» dedi.

 

Delikanlı; körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da tedavi ederdi. Padişahın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu, değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve; 

 

«–Eğer beni tedavi edersen, bütün bunlar senin olacak.» dedi. 

 

Delikanlı;

 

«–Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifâyı ancak Allah Teâlâ verir. Eğer sen yüce Allâh’a inanırsan, ben O’na duâ ederim, O da (dilerse) sana şifâ verir.» dedi.

 

Adam îmân etti. Allah Teâlâ da ona şifâ verdi. Adam eskiden olduğu gibi padişahın yanına gelip meclisteki yerini aldı. 

 

Padişah;

 

«–Senin gözünü kim iyi etti?» diye sordu. O da;

 

«–Rabbim.» dedi. 

 

Bu defa Padişah;

 

«–Senin benden başka rabbin mi var?» diye gürledi. 

 

Adam;

 

«–Benim de senin de rabbin Allah Teâlâ’dır.» dedi.

 

Bunun üzerine sinirlenen padişah adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede adam gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi. Padişah ona;

 

«–Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye ulaşmış. Duydum ki sen epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi?» diye sordu.

 

Delikanlı;

 

«–Hayır, ben kimseye şifâ veremem. Şifâ veren Allah Teâlâ’dır.» dedi.

 

Padişah delikanlıyı tutuklattı ve râhibin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede râhip getirildi ve kendisine;

 

«–Dîninden dön!» denildi. 

 

Râhip bu teklife yanaşmadı. Bunun üzerine padişah bir testere getirtip başının tam ortasından râhibi ikiye biçtirdi. Râhibin parçalarının her biri bir yana düştü. Sonra padişahın adamı getirildi ona da;

 

«–Dîninden dön!» denildi. 

 

Ancak o da kabul etmedi. Padişah onu da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından ikiye biçtirdi. Daha sonra delikanlı getirildi ve; 

 

«–Dîninden dön! (yoksa öleceksin!)» diye tehdit edildi.

 

Fakat delikanlı direndi. Padişah delikanlıyı adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu tâlimâtı verdi:

 

«–Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dîninden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya yuvarlayın gitsin.»

 

Delikanlıyı götürdüler, dağın tepesine çıkardılar. 

 

Delikanlı;

 

«–Allâh’ım, beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!» diye duâ etti. 

 

Bunun üzerine dağ sarsıldı ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı sapasağlam yürüyerek padişahın yanına döndü. Padişah ona;

 

«–Yanındakiler ne oldu?» dedi. 

 

Delikanlı da;

 

«–Allah beni onların elinden kurtardı.» dedi.

 

Bunun üzerine padişah, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve;

 

«–Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dîninden dönerse ne âlâ, değilse, denize atın gitsin.» dedi. 

 

Delikanlıyı alıp götürdüler. O;

 

«–Allâh’ım, beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!» diye duâ etti.

 

Gemi içindekilerle beraber alabora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı sağ-sâlim padişahın yanına döndü.

 

Padişah onu görünce;

 

«–Yanındakiler ne oldu?» diye sordu. 

 

Delikanlı da;

 

«–Allah beni onların elinden kurtardı.» dedi ve ilâve etti:

 

«–Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin!» 

 

Padişah;

 

«–Neymiş onlar?» dedi. 

 

Delikanlı;

 

«–Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Okdanlığımdan bir ok al, yayın tam ortasına koy. Sonra da; «Delikanlının rabbinin adıyla!» de ve at! İşte ancak bunu yaparsan beni öldürebilirsin, dedi.

 

Padişah halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı hurma kütüğüne bağladı. Sonra delikanlının sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi. «Delikanlının rabbi olan Allah adıyla!» deyip oku fırlattı. Ok, delikanlının şakağına isabet etti. Delikanlı elini şakağına koydu ve oracıkta öldü. 

 

Bunun üzerine halk;

 

«–Biz, delikanlının rabbine îmân ettik!» dediler.

 

Daha sonra durumu padişaha ileterek;

 

«–Gördün mü çekindiğin şey nihayet başına geldi; halk îmân etti!» dediler.

 

Bunun üzerine padişah, sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti. Hendekler ateşle doldurulmuştu. Padişah;

 

«–Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın / yahut onları ateşe girmeye zorlayın!» dedi.

 

Emri yerine getirdiler. 

 

En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir ara ateşe girmemek ister gibi yaptı, sendeledi. Çocuk;

 

«–Anneciğim, sık dişini, sabret, çünkü sen hak din üzeresin!» dedi (annesini cesaretlendirdi).” (Müslim, Zühd, 73)

 

Ne kadar mânidar!

 

Tarihleri yönlendiren ve geleceğe dair karanlık görünen ümitleri aydınlatacak olan bir peygamber misali. Zayıf bir delikanlının tek başına gerçekleştirdiği güçlü bir fedâkârlığı neticesinde gerçekleşen Allâh’ın lutfettiği kudretli bir zafer ve fedâkârlıklar zinciri. Ebedî bir rahmet yolculuğu!

 

Bugün;

 

İslâm dünyasının mazlum coğrafyasında yaşanan imtihanlar, ayrıca Gazze’nin zayıflığı, buna mukabil oralarda güçlü fedâkârlıkların sergilenmesi ve hayal ötesi bir îman dirâyeti, yarınların nasıl olacağına ışık tutacak gerçekler. İmtihanların neticesi eğer O’nun rızâsına muvâfık olursa takdîr-i ilâhî belli:

 

قُلْ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَۜ وَبِئْسَ الْمِهَادُ ۝١٢

 

“İnkâr edenlere de ki: 

 

–Yakında mağlûp olacaksınız ve 

 

–Cehenneme sürüleceksiniz!

 

–Orası ne kötü yataktır! (Âl-i İmrân, 12)

 

Unutmamalı ki;

 

İmtihan âleminde, tarihin başlangıcından kıyâmete kadar hayatı kuşatan îman, ibâdet, dert, çileler, sıkıntılar ve çareler etrafında türlü türlü sistemler, programlar ve formüller her zaman cirit hâlindedir. Hepsi de yaldızlı lâkırdılarla doludur. Lâkin hepsinde de nice feryatlar ve eyvahlar patlamaktadır tüm girdaplarda.

 

Sadece bir formül hariç.

 

O da;

 

Ancak Allah için çok içten fedâkârlıkların olduğu ilâhî formül.

 

İşte sadece bu, her derde şifâ ve dermandır.

 

İşte kurbanın da sırrı!

 

Yâ Rab, 

 

Nasîb et!

 

Âmîn!