Mesnevî’den Beyitler -25- DÎNİNE İYİ SARIL!

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

“Topraktan olan ceset, aşk sayesinde eflâkî oldu. / Dağ bile tesir altında kaldı, çeviklik bulup oynadı.” 

 

Mevlânâ Hazretleri bundan önceki beyitte; kibir ve azamet gibi nefsin ayıplarının ilâcının aşk olduğunu söylemişti. Bu beyitte de diyor ki: 

 

“Aşk, topraktan olan insanı semâlara çıkarır eflâkî yapar. Cansız dağı parça parça yapar oynatır.” 

 

Eflâk sözlükte; felekler, gökler, dünyalar, âlemler demektir. Felek, yıldızların döndüğü yer anlamına gelen bir astronomi terimidir. Aynı zamanda; talih, baht, gök katı, büyük ve dairevî şey anlamına da gelmektedir. Felek kelimesi bize bir dönmeyi anlatmaktadır. Güneş dönüyor, ay dönüyor, yıldızlar dönüyor, dünya dönüyor, talihimiz dönüyor, denizde girdaplar dönüyor. Mevlânâ Hazretleri semâ ederek dönüyor. Sanki lâhûtî bir sesin cezbesi kaplıyor canlı cansız bütün varlıkları. Kulaklarına fısıldanan gizli bir sır var gibi. Duymak için gönül kulağı gerekiyor. 

 

Bu gönül kulağına nasıl sahip olacağız?

 

İnsan; ruh boyutu ile meleklere benzerken, topraktan yaratılan tarafı ile nefsle beraberdir. Ruh ve nefsin beraberliğiyle, insan dünya hayatındaki macerasını yaşamaktadır. Lâkin bu beraberlikte; Allah, insana; dengeli, dosdoğru ve hak yolda, sırât-ı müstakîm üzere olmasını emretmektedir. Çünkü nefsin hevâ ve hevesine uyan insan, doğru yoldan sapmakta; sadece ruh tarafı ağır basan insan ise, günlük yaşantının gereklerini yerine getirmekten âciz kalmaktadır. Bu yüzden insana, itidal üzere olan orta yol tavsiye edilmektedir. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de aşk ile sırât-ı müstakîm üzere yaşanan örnek bir hayat görmekteyiz.

 

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

 

Peygamber Efendimiz’in nâfile ibâdetlerini öğrenmek üzere; sahâbeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibâdetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve;

 

“–Allâh’ın Rasûlü nerede, biz neredeyiz? O’nun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır.” dediler. 

 

İçlerinden biri;

 

“–Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. 

 

Bir diğeri;

 

“–Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. 

 

Üçüncü sahâbî de;

 

“–Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

 

“–Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allâh’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en haşyetli (takvâlı) olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5. Ayrıca bkz. Nesâî, Nikâh, 4)

 

Bizim gibi bir beşer olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bir beşer olarak günlük hayatını da yaşamış, aynı zamanda mîraç mûcizesi ile Rabbiyle beraberliği de yaşamıştır. İnsan hem beşerî ihtiyaçlarını karşılayıp hem de Rabbi ile mânen nasıl beraber olabilecektir? Sorumuzun cevabını Kehf Sûresi’nin 110. âyet-i kerîmesinde buluyoruz:

 

“De ki: «Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Şu farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih ameller işlesin ve Rabbine kulluk ederken hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın!»”

 

Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere; beşer olan insanın, bir tek ilâhı olduğuna îmân ettikten sonra yapması gereken şey; amel-i sâlihte bulunmak ve ibâdetinde Rabbine hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Tur Dağı’nı bile cezbeye getiren işin sırrı; Allâh’a kullukta Rabbinin hoşnutluğunu kazanabilmektedir. Ne dünyadan, meleklere benzemek için el etek çekmek; ne de nefsin kulu ve kölesi olmak, insan için tasvip edilen bir durum değildir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında tatil diye bir mefhum görmüyoruz. Tebliğde, cihadda; «Çok yoruldum; ben bir tatil yapayım.” dememiştir. Yahut da; «Ben Rabbimle beraber olmak istiyorum. Siz cihâd edin, gerekli dünya işlerini yapın, Kur’ân-ı Kerîm’i de birileri öğretsin!» de dememiştir. Günlük hayatını bir itidal üzere yaşamış; nefsinin hakkını da vermiş, Rabbine itaat ve ibâdetten de gafil olmamıştır. 

 

Öyleyse, hayatı ulvî bir aşk ile yaşamak, eflâkî olmak istiyorsak; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üsve-i hasene olan hayatını örnek almalıyız. Bir derdimiz, bir dâvâmız olmalı. Güne bir ibâdet vecdi ile başlamalı ve bir ibâdet vecdi ile bitirmeliyiz. Okuldaki, işteki, evdeki hayatımıza bir ibâdet gözüyle bakmalıyız. Bir ibâdet şuuru ile yaşamalıyız. İnsanın bu şuurla yaptığı amellerindeki kulluğun kalitesini çoğaltan ise muhabbetidir. İbâdetlerindeki kulluğun kalitesini ihlâsı gösterir. İhlâsta muhabbet vardır, aşk vardır, Hakk’ın rızâsı vardır. Bizler de Rabbimiz’in rızâsını istiyorsak, amellerimizi ve ibâdetlerimizi bu muhabbetle îfâ etmemiz gerekir. 

 

Şair ne güzel söyler:

 

Hâlıkı’nı isteyen nâ murâd olmuş değil,

Halka gönül bağlayan sonra peşîman olur. (Sultan Veled)

 

Kulun Allâh’a vuslat iştiyâkını şu ibretli hikâyede okuyalım.

 

Rivâyet edildiğine göre Yûnus -aleyhisselâm-, bir defasında Cebrâil -aleyhisselâm-’a;

 

“–Bana yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.

 

O da, bir adam gösterdi ki; elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi ve gözünü de kaybetmişti. Fakat şöyle demekteydi:

 

“–Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vasıtasıyla ne vermiş isen, ancak Sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen de, ancak Sen uzaklaştırdın. Allâh’ım! Benim içimde sadece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca Sana vuslat arzusudur.”

 

Her ne hâlde olursak olalım, içimizde Allâh’a lâyık kulluk aşkı ve vecdi yoksa noksan insanız. İmâm-ı Mâtürîdî Hazretleri buyuruyor ki: 

 

“Îmânın iki ayağı vardır: Biri mârifet, öbürü muhabbet.”

 

Allâh’ı isim ve sıfatları ile lâyıkı ile tanımalı; cemâline ve kemâline meftûn olarak, O’na lâyık kulluk yapmalıyız. Bu ikisi beraber olduğu zaman; topraktan yaratılan insan, kemal yolunda yükselmeye başlayacaktır. 

 

Rabbimiz’in bizi kendine hakikî muhabbetle ibâdet ve amel eden kullarından eylemesi duâ ve niyâzı ile yazımızı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok sevdiği sahâbîlerden olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya olan îkazı ile bitirelim:

 

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et. Dînî ilimleri ve hükümleri, istikamet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma.” (Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s.121)