İSLÂM, KUR’ÂN ve SÜNNETTİR

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com

Ayrı Allah ve Rasul fikrine yok dinde cevaz,
Çünkü âyet ve hadîs olmasa İslâm olmaz!.. (Seyrî)

BİR HADİS:

عَنْ عُبَيْدِ اللّٰهِ بْنِ أَب۪ي رَافِعٍ عَنْ أَب۪يهِ
عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ :
« لَا أُلْفِيَنَّ أَحَدَكُمْ مُتَّكِئًا عَلٰى أَر۪يكَتِه۪ يَأْت۪يهِ الْأَمْرُ مِنْ أَمْر۪ي مِمَّا أَمَرْتُ بِه۪ أَوْ نَهَيْتُ عَنْهُ
فَيَقُولُ لَا نَدْر۪ي مَا وَجَدْنَا
ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ اتَّبَعْنَاهُ .»

Ubeydullah bin Ebî Râfî’den o da babasından naklettiğine göre Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Sakın sizden birinize, rahat koltuğuna oturmuş vaziyette, benim emrettiklerimden bir emir veya nehyettiklerimden bir nehiy ulaştığı zaman;

«Böyle bir şey bilmiyorum, biz Allâh’ın kitâbında ne bulursak ona tâbî oluruz!» derken rastlamayayım.” (Ebû Dâvûd, Sünne, 1)

BİR MESAJ: “Kur’ân ve Sünnet’i birbirinden ayırma! Allah ve Rasûlü’ne itaat ve ittibâ et!”

Allah Teâlâ son din olarak İslâm’ı göndermiş, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i de Son Peygamber olarak vazifelendirmiştir. İslâm’ın iki ana esası vardır:

Kur’ân ve Sünnet.

Bu iki esas, aynı zamanda İslâm medeniyetinin temelini teşkil eder. Bu bakımdan Kur’ân ve Sünnet’i birbirinden farklı veya birbirinden bağımsız düşünmek mümkün değildir.

Zira Kur’ân ve Sünnet; kıyâmete kadar gelmiş ve gelecek insanlara rehber olduğu gibi, aynı zamanda biz müslümanlara birer emânettir.

Nitekim Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sözünde şöyle buyurmuştur:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3)

Yine arada fark olsa da Kur’ân gibi Sünnet de, vahiy mahsûlüdür. Âlimlerimiz vahyi; vahy-i metlüv ve vahy-i gayr-i metlüv şeklinde iki kısma ayırmışlardır. Buna göre vahy-i metlüv yani tilâvet olunan vahiy, Kur’ân-ı Kerim’dir. Tilâvet olunmayan vahy-i gayr-i metlüv de sahih ve sâbit sünnettir.

Mikdâm bin Ma‘dîkerib -radıyallâhu anh-’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Haberiniz olsun, bana Kitap ve bir o kadar da (sünnet) verildi.” (Ebû Dâvud, Sünne, 6)

Demek ki Cenâb-ı Hak tarafından Sevgili Peygamberimiz’e Kur’ân-ı Kerîm’in dışında verilen bazı bilgiler var. İşte bu Kur’ân’ın dışında verilenlerin genel ismine sünnet diyebiliriz ki Kur’ân-ı Kerim’de hikmet olarak da ifadesini bulmuştur.

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de kendisine ve Rasûlü’ne itaati emretmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (en-Nisâ, 4/59)

Onun için Peygamber’e itaat Allâh’a itaattir. Âyet-i kerîmede ifadesini bulduğu gibi;

“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 4/80)

Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Bana itaat eden Allâh’a itaat etmiştir. Bana isyan eden de Allâh’a isyan etmiştir.” (Müslim, İmâre, 33)

Şu bir hakikat ki cennetin yolu da O’na itaat ve ittibâ etmekten geçer. Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Ümmetimin hepsi cennete girecektir. Ancak imtinâ edip yüz çevirenler müstesnâ.” buyurdu.

Orada bulunan ashâb-ı kiram;

“–Yâ Rasûlâllah! Kimler imtinâ edecekler?” diye sordular.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Her kim bana itaat ederse cennete girecektir. Her kim de bana âsî olursa o da (davetimi kabulden ve emirlerime itaatten) yüz çevirip imtinâ etmiş olur (ve cennete giremez).” buyurdu. (Buhârî, İ‘tisâm, 2)

Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Peygamber olduğuna îmân etmek, O’nun getirdiğine îmân etmek, en önemli îmân esaslarındandır. Onun için, sadece Allâh’a îmân etmekle gerçek mânâda bir îman tahakkuk etmiş olmaz.

Velhâsıl Kur’ân ve Sünnet ayrı düşünülemez. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in söz ve fiilleri demek olan sünnet, aynı zamanda Kur’ân’ın ilk ve en yetkin tefsîridir. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin hepsi aynı açıklıkta nâzil olmamıştır. Bazı âyetler içerisinde anlaşılmasında kapalılık bulunan mücmel ve müşkil ifadeler vardır. İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- söz ve fiilleriyle aynı zamanda Kur’ân’ı açıklamakta, söz konusu bazı âyetlerdeki kapalılığı gidermektedir.

Endülüslü müslüman âlim İbn-i Hazm şöyle der:

“Allah Rasûlü’ne ait; söz, fiil, iş, takrir ve işaretlerin tümü, Kur’ân’ın tefsîridir.”

Nitekim Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede buna işaret buyurmaktadır:

“Sana Zikr’i (yani Kur’ân’ı) insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye indirdik.” (en-Nahl, 16/44)

Sadece namaz örneğinden yola çıkacak olursak; Kur’ân;

“Namazı dosdoğru kılın, rükû edin, secde edin.” der. Teferruata girmez. «Ellerinizi şöyle tutacaksınız, böyle oturacaksınız, şunları okuyacaksınız» gibi meseleler üzerinde durmaz. Çünkü Kur’ân genel bir çerçeve çizer, âlemşümul ilkeler tesis eder. Bu umumî hüküm ve ilkelerin içini doldurmak, onları hayata aktarmak, Hazret-i Peygamber’in sünnet-i seniyyesi tarafından yerine getirilmiştir.

Nitekim Fahr-i Âlem -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz namaz konusunda şöyle buyurmuştur:

“Beni namaz kılıyorken gördüğünüz gibi namaz kılın!” (Buhârî, Ezân, 18)

Yine hac ibâdeti hakkında şöyle bir hadîs-i şerif vardır:

“Hacda yapacağınız ibâdetleri benden alın!” (Müslim, Hac, 310)

Kur’ân’da genel hüküm ve ilke olarak ifade edilen hemen hemen bütün meseleler böyledir.

Aslında Peygamber -sallâl­lâ­hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur’ân’ın ilk müfessiri olduğu gibi onu hayata aktaran ilk şahsiyettir. Kur’ân ile ilk muhatap olan O’dur. Hattâ O, Kur’ân’ın canlı bir timsâlidir. Nitekim bir gün ashâb-ı kiram hazretleri Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e gelip Efendimiz’in ahlâkından suâl etmişlerdi. Âişe Vâlidemiz de onlara şöyle cevap vermişti:

“Siz hiç Kur’ân okumaz mısınız? Onun ahlâkı Kur’ân’dı (Kur’ân ahlâkı idi).” (Müslim, Müsâfirîn, 139)

Dolayısıyla sünnet-i seniyye olmadan tam mânâsıyla Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak, Kur’ân’ı hayatımıza intikal ettirmek, onu yaşamak mümkün değildir. Sünneti ortadan kaldırdığınızda aslında Kur’ân’ı hattâ İslâm’ı da iptal etmiş olursunuz. Hadis ve sünnet, itibarsız hâle getirilip iptal edilince, aslında Kur’ân’ı en iyi anlayan ve yaşayan kişi de iptal edilmiş olur. Bir başka deyişle İslâm’ın temeline dinamit konmuş olur.

İşte bu durumu fark eden İslâm düşmanları, İslâm’ı yok etmek için doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’e saldırmaktan bir netice alamayacaklarını bildikleri için sünneti, hadîs-i şerifleri hedef tahtasına koymuşlar ve buradan bir netice alabileceklerini ümit etmişlerdir.

Serlevhâ hadîsimizde de belirtildiği gibi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, böyle bir fesat ve fitnenin ümmetinin başına musallat olacağını asırlar öncesinden şöyle haber vermiştir:

“Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadîsim ulaştığı zaman kişinin;

«Size bu Kur’ân yeter. Onda neleri helâl bulmuşsanız onu helâl biliniz. Neleri de haram bulmuşsanız onları haram addediniz.» diyeceği zaman yakındır. Haberiniz olsun (Kur’ân’da zikri geçmeyen) ehlî eşeğin eti size helâl değildir, vahşî hayvanlardan parçalayıcı dişi (köpek dişi) olanlar da haramdır…” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6)

Hadis ve sünneti itibarsızlaştırma teşebbüslerinin erken dönemlerden itibaren başladığını görüyoruz. Hâkim’in el-Müstedrek adlı eserinde geçen bir rivâyete göre bir gün İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh- bir mecliste Peygamber Efendimiz’in sünnetinden bahsediyordu. Mecliste bulunanlardan biri ona künyesiyle hitap ederek şöyle dedi:

“–Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset!”

İmrân Hazretleri ona şöyle cevap verdi:

“–Sen ve arkadaşların Kur’ân’ı okuyorsunuz. Bana namazdan, içindekilerden, sınırlarından bahsedebilir misin? Fakat sen yok iken ben (bunların açıklamalarına) şahit olmuştum!”

İmrân bin Husayn, sonra;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize zekât hususunda şöyle şöyle farz kıldı.” diye anlatmaya devam etti. Bunun üzerine adam şöyle dedi:

“–Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin!” (Hâkim, Müstedrek, I, 180-181)

Sünnetin ehemmiyeti bu kadar ayan beyan ortada iken, ne hazindir ki; tarih boyunca Kur’ân ve Sünnet’i birbirinden ayırma teşebbüsleri, hadis ve sünnete karşı tavır alma durumları devam edegelmiştir.

Özellikle son zamanlarda sanki bir modaymış gibi televizyonlarda, sosyal medyada, konferanslarda;

“Kur’ân bize yeter!” gibi süslü ve sinsî cümlelerin arkasına sığınarak arz-ı endam edip sünnetin, dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in karşısında saf tutan titrli titrsiz ama zavallı ve nasipsiz insanlar türemiştir.

Bu kişiler, İslâm üzerinde şüphe oluşturmak isteyen bazı müsteşriklerin de etkisiyle kimi zaman;

“Hadis insan sözü, Kur’ân ise Allâh’ın kelâmıdır.” diyerek, kimi zaman sünneti bize intikal ettiren Sevgili Peygamberimiz’in seçkin sahâbesine dil uzatarak, insanlar üzerinde sinsice bir tesir oluşturma gayretinin peşine düşmüşler ve cemiyet içerisine fitne tohumları saçmak istemişlerdir.

Ne yaparlarsa yapsınlar, ne tür fitne tohumları atarlarsa atsınlar; Allah Teâlâ dînini kıyâmete kadar koruyacak, Allâh’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim kıyâmete kadar pâyidâr olacak; O’nun habîbi Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti de ebediyete kadar müslümanların gönlünde ve hayatında muhafaza edilmeye devam edecektir Allâh’ın izniyle.

Ne mutlu Kur’ân ve Sünnet’e tâbî olanlara…

Rabbim, bizleri Kur’ân ve Sünnet’e itaat ve ittibâ edenlerden eylesin!

Rabbim, Kur’ân ve Sünnet düşmanlarına fırsat vermesin! Islahı mümkünse ıslah eylesin, ıslahı mümkün değilse helâk eylesin!

Rabbim, gönüllerimizi ve zihinlerimizi her türlü fâsit ve bid‘at düşüncelerden halâs eylesin!

Âmîn…