SÖZ ve ÖZDE DOĞRULUK
Doğruluk bütün ilâhî dinlerde temel bir ahlâk kaidesidir. Çünkü bütün ilâhî dinlerin menşei birdir. Buna göre yaratıcımız Allah temelde bizden «doğru» olmamızı «eğri» olmamamızı istiyor.
Sıdk ve sadâkat, bilhassa söz sahasında dosdoğru olmasını ifade eder:
DOĞRU SÖZ
Peygamberlerin ortak sıfatlarından birisi de «sıdk»tır. Sıdk yani doğru sözlü olmak peygamberlerin olmazsa olmaz sıfatlarından birisidir.
Peygamberlerin Zirvesi olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, peygamberliğinden önce dahî, kavmi; «el-Emîn, es-Sâdık» demiştir ve O’nun hiçbir şekilde yalanın, eğrinin, yanlışın yakınına bile yaklaşmadığını ifade etmişlerdir.
Allah Teâlâ yüce kitabında peygamberlerin doğruluğunu özellikle zikretmiştir:
“(Rasûlüm!) Kitapta İbrahim’i an! Zira o gerçekten (sözünde ve özünde) dosdoğru bir peygamberdi.” (Meryem, 41)
“(Rasûlüm!) Kitap’ta Musa’yı da an! Şüphesiz o, ihlâs sahibi (samimî) bir rasûl, bir peygamberdi.” (Meryem, 51)
“(Rasûlüm!) Kitap’ta İsmail’i de an! Doğrusu o, sözünde sâdık bir peygamberdi.” (Meryem, 54)
Peygamberimiz bizi de mahşer günü en güzel şekilde ansın, bize şefaat etsin istiyorsak, bizler de dosdoğru olmalıyız. Çünkü hadîs-i şerifte buyurulur:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir.
Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir.
Yalancılık yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhâri, Edeb, 69)
Doğruluk; insanın inanç, söz ve davranışlarındaki samimiyetinin en bariz bir göstergesi ve ölçüsüdür. Doğruluktan şaka yollu da olsa azıcık uzaklaşmak, dengenin kaymasına ve istikametin yitirilmesine sebebiyet verecek büyük açı sapmalarına başlangıç olabilir. Onun için atalarımızın; “Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar.” şeklinde ifade bulmuş sözü, bahsettiğimiz açı sapmasının önüne geçmek için önemli bir işaret levhasıdır.
Doğruluk vasfı; insanla ilgili dînî ve dünyevî her alanı kapsamakta olup, insanın ve toplumun belli bir âhenk ve düzen içinde yürüme ve yükselmesinde bu noktaya gösterdikleri hassasiyetle doğru orantılıdır.
Dolayısıyla doğruluk vasfı sadece «söz»de değil, özde de olmalıdır. Buna dînimizde «istikamet» denilir. İnanç, ibâdet, muâmelât ve ahlâk… Hayatın her safhasında dosdoğru olmak, müstakîm olmaya, istikamet denir.
Hazret-i Peygamber Efendimiz ashâbına bir gün şöyle demiştir:
“–Beni, Hûd Sûresi ihtiyarlattı.”
Hud Sûresi niçin Efendimiz’i ihtiyarlatmıştır?
Âlimler şöyle cevap veriyor:
Çünkü onda nice helâk edilmiş kavimlerin kıssaları Efendimiz’in ümmetine olan şefkat ve merhametini galeyana getirmiştir. Yine bu sûre-i celîlede;
“(Rasûlüm!) Beraberinde tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) fermânı yer almıştır. Bu îkaz-ı ilâhî ile Hazret-i Peygamber’de ihtiyarlık alâmetlerinin zuhur etmesine sebep olmuştur.
O hâlde; istikamet emri, bizi de derin derin düşündürmelidir. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmemize vesile olmalıdır. «Îmân ettim!» deyip, sözümüzü de özümüzü de Rabbimiz’in kitâbına ve Rasûlü’nün sünnetine uygun, dosdoğru, müstakîm bir hizaya getirmeliyiz.
Doğruluğun kāl faslını anlattık. Hâl faslını ise bir Hak dostunun hayatından okuyalım:
Abdulkādir Geylânî henüz dokuz yaşında iken annesinden izin alıp Bağdat’a ilim tahsiline gitmek için yola çıkar. Annesi ellerindeki tek birikimleri olan 40 altını küçük Geylânî’nin yeleğinin iç tarafına dikkatle diker. Biraz da nasihat eder. Ne de olsa küçük bir çocuktur. Ama bir nasihatin üzerinde çokça durur:
–Oğlum sakın, ne olursa olsun yalan söyleme!
Bağdat’a doğru yönünü çevirmiş bir kervan vardır. Abdülkādir de katılır kervana. Günler, haftalar sonra kervan bir vadiden geçerken kervanın önünü eşkıyâlar keser ve ne var ne yok yağmalamaya başlarlar.
İşlerini bitirip kervandan çaldıkları mallarla birlikte ayrılmak üzereyken eşkıyâlardan birisi kenarda sessiz bir şekilde oturan Abdulkādir’i görür. Biraz da dalga geçmek için;
“–Senin neyin var, küçük?” diye sorar.
O hiç tereddüt etmeden;
“–Yeleğimin içinde dikili 40 altınım var!” der.
Eşkiyâlar üzerini bile aramaya lüzum görmedikleri çocuğun böyle söylemesine hayret ederler. Onu alıp reislerinin yanına götürürler. Reis;
“–Evlâdım biz seni aramayacaktık. Sen niye; «bende altın var dedin ve başını derde soktun?»” diye sorunca Abdülkādir şunları söyler:
“–Ben anneme yalan söylemeyeceğime dair söz verdim. Sormasaydınız söylemezdim ama sordunuz. Ya anneme verdiğim sözü tutacaktım ya da hem anneme verdiğim sözü tutamamış hem de Allâh’ın emrini çiğnemiş olacaktım. Böyle bir durumdan Allâh’a sığınırım.”
Henüz dokuz yaşındaki bir çocuktan duydukları karşısında şok geçirir eşkıyâların reisi. Bir müddet düşünür ve;
“–Kervandan aldığımız her şeyi geri verin!” der.
Sonra da;
“–Arkadaşlarım! Sizinle beraber çok can yaktık. Allâh’ın nice emrini çiğnedik, ihmal ettik; nehiylerini yaptık. Size bir sözüm var. Gelin şu küçük çocuğun annesine verdiği söze sadâkati bize yol göstersin. Bugüne kadar size kötülükte reislik yaptım bugünden sonra iyilikte öncünüz olayım. Hep beraber tövbe edelim.”
Küçük bir çocuğun ihlâslı duruşu, kervandaki diğer eşkıyâları da yaptıklarının yanlışlığı hususunda düşünmeye sevk eder ve hepsi birden;
“–Biz bu işe seninle başladık, seninle bitireceğiz. Madem sen vazgeçtin, biz de tövbe-istiğfar ediyoruz.” diyerek harâmîlikten vazgeçerler.
Neticede doğrulukta ısrar ve yalandan kaçınmak nice günahkâr mü’minin tövbe etmesine vesile olur. Ayrıca hem âhiret azığı dolar hem dünyevî kazançlar da bereket ile artar, çoğalır.
Hulâsa-i kelâm!
Yüce Rabbimiz; bizleri, özünde ve sözünde doğru olup, davranışlarına bu hakikati yansıtabilmeyi müyesser eylesin.
Âmîn…