HANGİ SÖZ DAHA KUVVETLİ?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Âh karanlık çarşılar!

Her tarafı karmakarışık virajlar ve elbette sitemlerle dolu:

–Söz vermiştin bu meselede, ne oldu?

–İş değişti.

–İş değişse de hani sözün değişmeyecekti?

–Bazı şeyleri yeni anladım.

Âh akıl depoları!

Nice hakikatlerden uzak ve her şeyden daha çok süslü bahanelerle dolu:

–Anladığın şey, verdiğin sözün anlamını bozma hakkına sahip mi?

–Artık durum değişti.

–Hani durum değişse de yine sözün değişmeyecekti!

–Öyleydi ama artık değil.

–Neden?

–Kendimce sebeplerim var.

Âh bencillikler!

Onlar bile artık en kuvvetli mecburiyetmiş gibi güçlü mantıklarla dolu:

–Keyfine göre bir tavır değil mi bu?

–Ama buna hakkım var. Geçerli sebepler…

–Fakat o geçerli dediğin sebepler, senin en güçlü sözünü bile geçersiz yapıyor. Bu mu hakkın?

–Mecburum.

–Sözünü yerine getirmek mecburiyetin yok mu?

–O bana kalsın!

–Kalsın da; güvenilirliğini ve emin kişi olmak gibi bir fazîleti ve de şahsiyetinin temeli olan adamlık değerini yıkmış olmuyor musun? Sözüne güvenilmez olmak, ne demektir bilmiyor musun?

–Biliyorum tabiî ki, fakat pek de umursamıyorum. Çünkü söz verdiğim ortam ve şartlar tamamen değişti.

Âh çarpık matematikler!

Yazık ki; madde hususunda matematiği çok hassas ve yüksek nice kimselerin, mânâ hususunda matematiği çok kaba, dengesiz ve düşük ölçülerle dolu:

–İyi ya, söz zaten her türlü değişmelerin karşısında asla değişmemek gerçeği için verilmiyor mu? Her şey normal, problemsiz ve gidişâtı itibarıyla da gayet düzgün ise, söze ne gerek var.

–Yine de…

–Ne demek yine de?

‒Öyle işte!

‒Yahu bir insan, en doğruya karşı eğer «yine de» diyorsa, içten içe işi başka türlü kurmuş demektir. Sonsuz ve muhteşem teraziye karşı da, «yine de» diyenler, yine kendilerini zıt yönde yürütecek açılar uydururlar. İlle bir keçi yolu bulurlar. İlle akıllı görünen bir sebep üretirler. Hem de hiç zorlanmadan. Çünkü bu sebepler dünyasında insanoğlu için kâfir olmaya bile bin bir malzeme bulmak mümkün.

–Fakat kalbim soğudu verdiğim sözden.

–Demek ki sevgi ve sadâkatini kaybettin.

–Kaybetmeyecek gibi değil ki…

Âh yersizlikler!

En mühim ile hiç ehemmiyetsiz olan şeylerin kendi dağarcığındaki özel yerlerini değiştirenler, maalesef akıl ve basîret bakımından anlayışsızlıklarla dolu:

–Sen hiç duymadın mı:

İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah…

‒İfade çok güzel ama işleyiş acı. Depremler ve fırtınalar olduğunda bu tür formüller kökten devriliyor. Yani tutmuyor.

‒Tutmaz olur mu hiç? Söz, bu sadâkat için verilmiyor mu? Onu bozacak mecâzî ve mânevî depremler yaşandığı ve sert fırtınalar koptuğu anda dimdik durmak için değil mi söz?

–Öyle ama… Benim de bir bildiğim var.

‒Senin bildiğin, Hakk’ın bildiğinden ve dediğinden üstün mü?

–?

Âh zavallı insan!

Nice bildiklerinin ah çektiren bin bir neticesi çok ağır pişmanlıklar sergilediği hâlde hiç pişmanlığı olmayan yüce iradenin karşısında ille de kendisini daha üstün zannetmenin felsefeleriyle dolu:

–Yahu hezeyan ve felsefelerin, hakka muvâfık sözünden daha mı kuvvetli? Üstelik adamlığından da mı mühim? Aç gözünü; kişiliğini mahvediyorsun!

–Başka çarem yok.

‒Hayret, nasıl olur da insan kendini kötülüğe ve berbat yanlışlara mecbur zanneder! İhâneti nasıl dâvâ hâline getirir! Bırak nefsinin avukatlığını! Sen artık biraz da sözünün ve özünün hâline bak!

‒Aman, sen de benim söz tutmama hakkıma saygı duy!

Âh yıkılan duvarlar!

Her şeyin arasında gerekli olan ve özellikle gerçekleri koruyan mahrem duvarlar ortadan kalktığından beri; idrakler, kötüyle iyiyi bile aynı kâsede harman etme yaklaşımlarıyla dolu:

‒Kötü bir şey, doğru bir şeyin hakkı değildir ki! Söz dediğin, en beter durumlarda dahî tutulmak ve tutunmak içindir. Hiçbir sebeple çiğnenmez.

‒Yapmam gereken bu! Buna hakkım yok mu?

‒Hak değil, belki sadece imkânın var. Zaten bu dünyada her türlü rezâlete imkân ve ortam mevcut. Tutup da imkân var diye mel‘anetlere bulaşmak, hak mı?

‒Ne bileyim! Ama yapacağım şey, kendim için daha faydalı, diye düşünüyorum.

‒Yani söz çiğnemeyi kafaya taktın öyle mi? Ancak unutma ki, onu çiğneyenler, aslında yalnız kendini çiğnemiş olur.

İşte; nefsânî yönün sana el koymuş! Sen de teslim olmuşsun! Sana emânet yüksek bir karakteri alçak bir nifâka kurban etmişsin!

İşte bu; bütün boş felsefelerinin özeti!

‒?

Eğitim bülbülü, başını sallayarak dinliyordu. Belli ki, anlatılanlara iştirak hâlindeydi. Konuşanlar sükûta avdet edince, bu sefer o dillendi ve şakımaya başladı:

“‒Ey dostlar!

Çiğ süt emen insanoğlu, neleri çiğnemiyor ki!

En çok çiğnediği şey;

Sözü ve özü!

Bazen basit bir sakız gibi ağzında çiğniyor, bazen kirli bir paspas gibi ayak altında çiğniyor. Ölümüne sözlerini de, îmânını ortaya koyarak verdiği sözleri de.

Çünkü ham ruhlarda;

İlle bir nefsâniyet, esfeliyet, hissizlik, ene/ego, akıl kalınlığı ve menfaat öndedir. Buna mukabil şahsiyet, incelik, adamlık ve sadâkat ise; en fazla ikinci, üçüncü, onuncu, hattâ iş sürtüşmeye dönüşürse sonuncu sıradadır, bazen hiç yoktur.

İnsanı tanımak, bu yüzden zor.

Çok zor, zira;

İnsanlardaki akıl, nefis ve şahsiyet haritası; önce hiç görünmez, sonra tam görünen çizimlerle doludur. Dolayısıyla onları, işin sonunda değil, başında görebilenler; insanı tanır.

Kezâ;

Kupkuru lâkırdıları, dolu dolu sözden üstün tutan ve sadece vitrini güzel fakat mutfağı berbat olan kimseleri, onlar kendilerini nasıl gösterirse göstersin olduğu gibi erkenden tanıyabilenler, insanı tanır.

Kezâ;

Görüntüde önce çok iyi niyetli, sonra ise bu hâlinden bıkkın ve kötü niyetin şeytânî bir uşağı kesilmiş olan gafil ve şaşkınları vakitlice tefrik edebilenler, insanı tanır.

Kezâ;

Bütün tahlil ve tetkikleri, dıştan çok çok olumlu, fakat içten ise çıfıt gibi çıkanları, lâboratuvarlardan evvel fark edebilenler, insanı tanır.

Hâsılı;

Tâ ezelde ancak Hakk’a söz verip de onu ebediyyen tutabilenler, insanı tanır. Çünkü onlar, kendilerini de, Rablerini de tanır.

Malûm;

Ezel âleminde sordu Allah:

‒Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

Dedik ki:

‒Evet yâ Rabbî, sen bizim Rabbimiz’sin.

Yoktan yaratan o Yegâne Kudret, söz aldı bütün beşeriyetten.

Bu söz;

Hak adına hakka muvâfık bir sözdü!

İşte bunu hakkıyla edâ etsin diye insanoğlu dünyaya gönderildi. Ezeldeki suâlin cevabı ve verdiği ezelî sözün ebedî bir kitabı olacak mahiyette kısa bir ömür takdir edildi.

Âh dünya!

Onun içinde, eyvah ki; insanın omzuna konulan o iki kitaba ve verdiği her cevaba, şeytan müdâhil olmaya başladı. Yuh olsun; ezeldeki sözü unutanlar, tuttular ona da söz verdiler. Üstelik ona verdikleri sözde durmayı, en büyük yiğitlik saydılar. Üstelik emsalsiz bir dâvâ farz ettiler. Böylece bütün sadâkatleri, ezelî ve ebedî bir düşmana ait oldu. Dosta ihânet, düşmana fazîletle doldular. Mü’minlere karşı nefret ve şiddeti, zalim kâfirlere karşı muhabbet ve merhameti seçtiler.

Ya Allâh’a verilen söz?

O zaten zaman aşımına uğradı. Şartlar değişince hepten değişti. Şeytanın ve düşmanların sevdiği yaldızlı te’villerle aslından tamamen koptu.

Ey insan!

Ölmeden anla;

Fânî bir dünyada şeytana verilen ve tutulan söz mü, yoksa ezelden ebede Allâh’a verilen ve riâyet edilen söz mü daha değerli?

Hangi söz daha kuvvetli?

Allah gibi bir dostu bırakıp Nemrut gibi bir düşmana verilen söz mü?

Yoksa;

İblis gibi bir düşmanı alt edip Allah gibi bir dosta verilen söz mü?

Hangi söz üstün?

Nebîler gibi sâdık kulları terk edip de firavunlar gibi cehennemlere lâyık kullara verilen söz mü?

Yoksa;

Ebû Cehiller gibi mel‘unları toptan def edip Hazret-i Peygamber gibi bir dosta verilen söz mü?

Tam oku;

Sözü ve özü düşmanlara ait olanların hâli, ezelden beri ortada:

Yüzleri sinsi, gözleri balçık, dizleri zikzak ve o şeytan lâbirenti olan izleri ise hüsran, yine hüsran.

Lâkin;

Sözü ve özü, gerçek dosta ait olanların hâli de, ezelden beri ortada:

Yüzleri berrak, gözleri nurlu, dizleri hakta sebatkâr ve izleri de daima rahmet, yine rahmet!

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..”