KULUN GÖKLERDE İKBÂLİ!

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Duâ, bir davet… Bir çağrı…

Kur’ân lisanı, duâ ve çağırmayı aynı fiille ifade ediyor:

“Allah, (kullarını) selâmet yurduna davet eder.” (Yûnus, 25)

Davete icâbet gerek… Hele bu davet, dâr-ı selâmete, yani cennete ise…

Misafir, ev sahibinin kuzusudur. Davet-i cennete icâbet demek, cennetin sahibine itâat demek…

İnsan; bedava konduğu cennet sofrasında, kendini bilmeyince soluğu dünyada aldı…

Şimdi ilâhî rahmeti çağırma, merhameti davet etme, âfiyet için, selâmet için, cennet için duâ etme sırası insanda… Duâsına ilâhî icâbet için de duâ ediyor…

Çünkü icâbet lutfunda bulunup bulunmamak Mevlâ Teâlâ’da:

Mevlâ çağırdı insanı, dâvet ki cennete…
Lâkin, icâbet etmedi, insan itâate…
Dünyâya savrulunca büyük kaybı anladı;
Artık duâda kullar ilâhî icâbete… (Tâlî)

Çağırmak ile isimlendirmek arasında birçok dilde bağlantı vardır: “O’nu «Ahmet» diye çağırırlar.” Bir kişiye verilen isim de bir telkindir, bir duâdır bu açıdan… Ya bizzat; «Erol, Şenol» diye duâ ismi konulur. Ya; «Ahmet, Ömer, Ali, Fâtıma, Hatice, Zehra…» dedikçe; Ahmet gibi ol, Fâtıma gibi ol, mânâsında telmihe başvurulur. İsim müsemmâyı çeken bir duâ hükmündedir. Bunun için; Kaya, Savaş, Tunç, Hülâgû gibi isimler mahzurlu…

Gerçi, insanın kendisi de bir duâdır.

Hazret-i Yahya’nın, babası Hazret-i Zekeriyya’nın duâsı olması gibi…

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Halîlullâh’ın duâsı olması gibi… Kim bilir bizler hangi ecdadımızın hangi duâsının tecellîsiyiz?

Zaten, her insan Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi «düşünce»den ibarettir. Duâ da bir söz, bir düşünce, bir dilek değil midir? Bu sebeple bilhassa çocuğun meydana geliş safahatında duâya ve helâlliğe çok önem verilir. «Besmelesiz», «Yüzünden ‘Rabbi yessir’i silinmiş», gibi ayıplama sözleri buna işaret eder.

Duâda rahmeti galeyâna getirme aranır.

Kimi mübarek yerlerde arar, bu galeyânı; kimi mübarek ağızlarda… Kimisi 4444 kere tekrarlamakta arar, kimi kuzuları analarından ayırıp ağlatmakta… Yağmur duâlarında elbiseler ters giyilir, çocuklar ağlatılır. Rivâyetlerde Hazret-i Yûnus Kavmi’nin affedilmek için bu gibi merhameti coşturucu yollara başvurduğu yer alıyor. Mesnevî’de de bir şeyhin; bir çocuğu muvakkat bir süre haksızlığa uğratıp ağlatarak, ilâhî rahmeti coşturması hikâye edilir.

Aslında bu mahviyet izhârı esprisi bütün kulluk tezâhürlerinde vardır. Duâ, yüceler yücesiyle bir irtibat. İlkel kabîlelerde yağmur dansı var. Onlar duâyı dans ile karıştırmış. Öyle bir iletişim arıyor… Eğer illâ bir beden dili aranıyorsa namaz var:

Salât… Namaz da duâ demek… Kelime kökü rükû gibi. Yani bel bükmek. Bir nevi fiilî, bedenî duâ… Namazda başta Fâtiha, sonda Salli-bârik ve Rabbenâlarla kavlî duâların en muhtevâlıları var. Bunun yanında; duânın özü olan mahviyeti ve her emre âmâdeliği ifade eden el-pençe dîvan durmaktan ibaret kıyam; boyun eğmek, «başım Sen’in yoluna, emrine fedâdır» mânâsında rükû; ayaklara kapanmak, yalvarmak, tam teslîmiyet ifadesi olan secde ve edep tezâhürü olan diz üstü oturuş var.

Arş-ı âlâsına istivâ etmiş, kulunu huzûra kabul etmiş; Sultanlar Sultanı’nın karşısında, başka nasıl durulabilir?

Ya huzurda nasıl konuşulur, nasıl af dilenir?

İtirafla… Mahviyetle… Hiçlikle… Yine Arş’ı ihtizâza getirecek, perişan arz-ı hâllerle…

Bu sebeple şairler, -kendileri gayet müttakî Hak dostları da olsalar- gufrân-ı ilâhîye yalvaran münâcatlarında ve şefâat dilenen na‘tlarında, ömrünü büyük günahlarla geçirmiş bir fâsık imişler gibi ifadeler kullanırlar:

Eli boş gidilmez gidilen yere;
Rabbim boş gelmedim ben suç getirdim…
Dağlar çekemezken o ağır yükü;
İki kat sırtımda pek güç getirdim…

(Tâhiru’l-Mevlevî)

Şeyhülislâm Es‘âd’ın sözleri farklı mı?

Umarım rûz-ı cezâ Sen’den eyâ Sultânım!
Koma girdâb-ı günâh içre dil-i nâlânım!

“Hesap gününde, ey Sultan’ım Sen’den umudum şudur: İnleyen kalbimi günah girdabı içinde bırakmazsın.”

Benim ol haste-i emrâz-ı güneh kim oldum;
Dâg-pür-sîne-i şemşîr-i maâsî vü hatâ…

“Benim, o günah illetleriyle hastalanan ki; hata ve isyan kılıcı, sînemi dağlamıştır.”

İsterseniz, hayatı hakkında çevrilen ve hakikatleri de tersine çeviren diziyle gündemde bulunan Kanunî Sultan Süleyman’dan da misaller verelim:

Ey Muhibbî çokdurur diyü günâhum gam yime,
Çün kerem kânı efendündür o Gaffârü’z-zünûb…

“Ey Muhibbî, günahım çok diye, tasalanma; çünkü cömertlik hazinesi olan Efendin, günahları affetmesiyle meşhur Allah Teâlâ’dır.”

Teşneyem çokdur günâhım sen mürüvvet kânısın,
Umaram idüp şefâat viresin âb-ı zülâl…

“Susuzum, günahım çoktur; Sen ise yâ Rasûlâllah, mürüvvet, iyilik ve insaniyet hazinesisin. Umarım ki, ben kuluna şefâat ederek, (kevserinden) tatlı su ikram edersin.”

Muhibbî cürm ü isyânın anup her dem duâ eyler,
Duâmı müstecâb eyle dilegüm tek budur yâ Rab…

“Muhibbî, günah ve isyanlarını anıp, her zaman duâ eder. Yâ Rab, duâmı kabul eyle, tek dileğim budur.”

Ey Muhibbî cürmün anup sakın olma nâ-ümid;
Ger günâhun çog ise lutfi Hudâ’nun bî-hesâb!..

“Ey Muhibbî, günahını hatırlayıp rahmetten ümit kesme! Senin günahın çoksa, Cenâb-ı Hakk’ın da lutfu sayısız-hesapsız!”

Yaptıkları terbiyesizliği dahî; «Belgesel çekmiyoruz ki hakikati söylemek zorunda olalım. Kurgu mârifetiyle istediğimiz tarihî şahsiyete kendi hevâ ve hevesimize uygun birer şablon giydiririz!» pişkinliği içinde savunan densizlerin aksine; sadece Muhibbî, yani Kanunî değil hemen bütün İslâm şairleri, huzurda, perişanlık arz ederler; müslümanca, takvâ üzere, ihlâs üzere yaşadıkları hâlde; «Günahımız çok!» derler.

Çünkü münâcâtın usulü; «Sen ey âsî Sıddîk, Celîl olan Mevlâ’ya tevbe et!» diyen Hazret-i Ebûbekir’den beri böyledir…

Onların «çok» dedikleri günah, haklarında atıp tutanların nazarında sinek kadardır. Çünkü bakış ve görüş farkı vardır. Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:

“Mü’min günahını, altında oturduğu ve sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.”

Demek ki samimî olmak şart…

Boğar insânı bin gaflet,
Gidilmez yâre rikkatsiz!
Kabûl olmaz duâ elbet,
Dönerken dil hakîkatsiz… (Tâlî)

Diğer yandan, samimî olmayacak diye, buz gibi bir soğukluğa kaçmak, müstağnî davranmak da yok. Kur’ân tilâveti ile ilgili buyurulan; «ağlayarak» yahut «ağlar gibi…» Taklitle de olsa tahkika bir yol aramak…

Çünkü duâdan müstağnî kalmak ne büyük küstahlık, ne büyük had bilmezlik… Duâ edebilmemiz bile O’nun lutfuyken, huzûruna kabul etmesi bile O’nun ihsânıyken, omuz silkmek ne ağır vebal!..

Var sayılır şey misin ey kör beşer,
Kayd-ı mekân, kayd-ı zamân olmasa!

Hâlık’ının şânına gelmez halel…
Sen ne ki tüm kevn ü mekân olmasa…

Bir çocuk emriyle yürür müydü fil?
İnsana Allah’tan emân olmasa…

Beş para etmez değerin ey sefil,
Rabbine ihlâsla duân olmasa… (Tâlî)

Duâ, Kur’ân lisanında ibâdet mânâsına da geliyor. İnsan, kulluk için yaratıldı. Kulluğu yoksa bir hiç…

Duâ için şart olan ihlâs… Peki, Rab ile kulu arasındaki bu hassas niyaz köprüsünde dilin bir ehemmiyeti var mıdır?

Türk insanını ümmet şuurundan, kardeşlik bağlarından ve İslâm’ı cihanşümul hakikatinden uzaklaştırmak isteyenler; kafalarına estikçe Türkçe ibâdet ve Türkçe namaz faslı açarlar. Duâ; diller üstü bir yakarışla bu iddia sahiplerinin gayelerini boşa çıkarır.

Çünkü namaz, her şeyiyle Allah ve Rasûlü’nün öğrettiği bir ibâdet iken; duâ, umumu itibarıyla bazen lisanı da aşar, kimi zaman sadece bir el açış olur. Bazen Kâbe örtüsüne sarılıp gözyaşlarına belenmek olur. Bazen boyun büküp «şu mübarek cemaatin duâlarına» bir «âmin» fısıltısı olur… Duâ, dînin en şahsî, en ferdî ufkunu açar mü’minin önüne…

Kur’ân’ın ve Sünnet’in öğrettiği birbirinden güzel duâlar ve tercümeleriyle niyaz edilebildiği gibi, Kur’ân’ın tefsîri ve âlemin fihristi olan insan gönlünün derinliklerinden kopup gelen her lâyık sözle de yakarılır Rabbe.

Ben şahsen Avrupalı bir mühtedînin kendi dilinde yaptığı samimî yemek duâsından aldığım hazzı unutamam.

Bir başka unutulmaz duâ ise Elmalılı Hamdi merhumun tefsirinin girizgâhıdır:

“İlâhî! Hamdini sözüme sertâc ettim, zikrini kalbime mîrâc ettim, kitabını kendime minhâc ettim. Ben yoktum vâr ettin, varlığından haberdâr ettin, aşkınla gönlümü bîkarâr ettin. İnâyetine sığındım, kapına geldim, hidâyetine sığındım lutfuna geldim, kulluk edemedim affına geldim.

Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neşeni duyur, hakikati öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam, Sen söyletmezsen ben söyleyemem, Sen sevdirmezsen ben sevdiremem.

Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini, yâr et bize erdirdiklerini.

Sevdin Habîbi’ni kâinata sevdirdin. Sevdin de hil’at-i risâleti giydirdin. Makām-ı İbrahim’den Makām-ı Mahmûd’a erdirdin. Server-i asfiyâ kıldın. Hâtem-i Enbiyâ kıldın. Muhammed Mustafâ kıldın. Salât ü selâm, tahiyyât ü ikram, her türlü ihtiram O’na, O’nun Âl ü ashâb ü etbâına yâ Rab!”

Kur’ân ile, Sünnet ile, Arapçayla, Türkçeyle…

Sözle, fiille, dille, kalple, bedenle… Her hâlükârda;

Duâ lâzım duâ Tâlî!
Gerek kavlî, gerek fi‘lî,
Kulun göklerde ikbâli,
Duâdan başka hiçbir şey!