EFENDİMİZ’İN YAKMAK İSTEDİĞİ GENÇ

Dursun GÜRLEK dursun.gurlek@mynet.com

Farsçada babaya peder, anneye mâder deniyor. Arapçada ise baba vâlid, anne vâlide olarak biliniyor. «Vâlide» sözü, gerçekten de mûsıkî gibi olan ve kulağa hoş gelen bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı padişahlarının da analarına «Vâlide Sultan» diye hitap ettiklerini zaten biliyoruz.

Eskiden; İstanbul terbiyesinin gereği olarak genellikle beyefendi, hanımefendi, peder bey, vâlide hanım, kerîmeniz, hemşîreniz gibi sözler sık sık kullanılır; bu üslûp, nezâketin ve zarâfetin bir göstergesi kabul edilirdi. Meselâ; bir beyefendi, yaş bakımından küçük olan bir kimseyle konuşmasını bitirince -eğer gerekiyorsa-;

“Peder beye hürmetlerimi bildiriniz.” derdi.

Kezâ;

“Anan nasıl?” diye sorulmaz.

“Vâlide hanım nasıllar? İnşâallah âfiyettedirler. Lütfen selâmlarımı tebliğ ediniz!” diye idare-i kelâm edilirdi.

Bir akşam telefonum çaldı. Arayan, üniversitede öğretim görevlisi bir arkadaşımdı. Kendisi çok terbiyeli, edep-erkân bilir bir kimse olduğu için güzel güzel konuştuk. Telefonu kapatmadan;

“Vâlide hanımı al da bize gel. Birkaç gün birlikte gezelim.” dedi. Vâlide hanım sözünü duyunca ister istemez hüzünlendim. Gözlerim doldu. Çünkü sevgili anacığım vefat edeli yıllar olmuştu. Kadîm dostum, beni bir akrabamın evinde teyzemle birlikte gördüğü için onu anam zannetmişti. Bunun için;

“Vâlide hanımı da al, gel!” diyordu. Gerçi teyze de anne sayılır ama gerçek annenin yeri bambaşka. Ne yazık ki, hayattayken kıymeti yeterince bilinmiyor. Vefat ettikten sonra değeri daha iyi anlaşılıyor ama iş işten geçmiş oluyor.

Yüksek tahsil için İstanbul’a gelince, anamı da beraber getirdim. Balat’ta ve Ümraniye’de uzun süre birlikte oturduk. Başta camiler olmak üzere, İstanbul’un tarihî mekânlarını da ana-oğul gezip dolaştık. Bu geziler esnasında bir de kaza geçirdik.

Aksaray’da «Vâlide Camii»ni ziyaret edecektik. Taş merdivenlerden inerken, bana tutunmasına rağmen fena hâlde düştü ve maalesef kolu kırıldı. İşte böyle efendim. Vâlide Camii’ne giderken vâlidenin kolu kırıldı. Büyük bir telâşa kapıldım. Derhâl «Çapa»ya götürdüm.

«Bu yaştan sonra tutar mı, tutmaz mı…» diye endişe ediyordum. O sırada yaşı yetmişe yakındı. Allah’tan korktuğum başıma gelmedi. Hastahânede, kırık kolu hemen alçıya aldılar. Kolu, bir-iki ay alçıda kaldı. Tabiî ki bu arada çok zahmet çekti, büyük sıkıntılar yaşadı. Neyse ki sonunda kurtuldu. Ne zaman Vâlide Camii’ne gitsem, bu acı hâtıra aklıma geliyor, rahmetli anama bir Fâtiha daha okumama vesile oluyor.

Söz buraya gelmişken, isterseniz biraz da ana hakkından bahsedelim. Teberrüken birkaç cümle söyleyelim.

Bu konuyla ilgili bizzat anamdan duyduğum ilgi çekici bir menkıbenin, Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi’nin menâkıbnâmesinde yer aldığına yıllar sonra şahit oldum. Teberrüken naklediyorum:

Kâbe’yi tavaf eden bir zât, yanında birisini görür. Adam, sırtında bir zembil ile tavaf etmektedir. O zât;

“–Oğlum, o zembilde ne var?” diye sorar.

“–Efendim, içinde anam var. Hakkını helâl ettirmek için yedi yıldır işte getirip tavaf ettiriyorum.” der. O zât;

“–Eğer vâlidenin hakkını helâl etmesini istiyorsan, kocaya ver.” tavsiyesinde bulunur. O;

“–Efendim baksanıza, kendisi bir torba kemik. Bu hâlde nasıl kocaya vereyim.” deyince vâlidesi zembilden elini çıkarır ve oğlunun omzuna vurur:

“–Sus oğlum! Sen efendiden daha mı iyi biliyorsun?” der.

Bu menkıbeyi anlatan Mehmed Ârif Efendi, sözü şöyle bağlıyor:

Evlâdın, ana hakkını ödemesi için; mâlen, bedenen, hâlen yani her bakımdan rızâsını alması, hiçbir şekilde muhalefet etmemesi gerektir. Zira anaya-babaya, özellikle anaya hürmet; hizmetle itâat edilmesini dînimiz şiddetle emrediyor.

Bu hususta ilgili âyetler ve hadisler her şeyi açıkça ortaya koyuyor.

Asr-ı saâdette meydana gelen bir olay, bu konuyu can alıcı bir tablo gibi gözümüzün önüne getiriyor. Eski İstanbul dersiâmlarından ve kürsî vaizlerinden Alasonyalı Hacı Cemal Efendi’nin 1928 yılında Arap harfleri ile basılmış olan «Ana ve Baba Hakları» isimli eserinde okuduğum ibret vakasını ben de size takdim edeyim:

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Hazretleri rivâyet ediyor:

Ashâb-ı kiramdan Alkame adında bir genç vardı. Zeki ve zengindi. Hayrı, hasenâtı ve sadakası çoktu. Korkunç bir hastalığa yakalanıp yatağa düştü. Rasûlullah Efendimiz, rahatsızlığını duyunca, Hazret-i Ali ile birlikte Ammâr, Selmân ve Bilâl-i Habeşî’yi ziyarete gönderdi. Bunlar Alkame’nin yanına varınca can çekişmekte olduğunu gördüler. Derhâl kendisine kelime-i tevhid telkin etmek istediler. Ancak Alkame’nin çenesi kilitlenmiş, dili tutulmuştu.

Hazret-i Ali, Hazret-i Bilâl-i Habeşî’yi Rasûlullâh’ın yanına gönderdi. Hazret-i Bilâl de vaziyeti Fahr-i Âlem Efendimiz’e bildirdi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Bu zâtın anası ve babası var mı ve hayattalar mı?” diye sordu.

Onlar dediler ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Alkame’nin babası vefat etmiş ama yaşlı bir anası varmış.”

Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz Bilâl’e hitâben;

“–Yâ Bilâl git, Alkame’nin anasına benden selâm söyle. Huzûruma kadar gelmeye gücü yetiyorsa zahmet edip gelsin. Yok, değilse ben gideyim.” buyurur.

Hazret-i Bilâl gidip Peygamber’in selâmını kadına söyledi. Rasûlullâh’ın davetini bildirdi. Kadın;

“–Rasûlullâh’a canım fedâ olsun. Huzûr-i Risâlet’e benim gitmem daha münasip olur.” diyerek eline asâsını alıp yürüdü. Efendimiz’in huzûruna geldi, selâm verdi. Fahr-i Âlem Efendimiz de selâmını aldıktan sonra;

“–Soracağım soruya doğru cevap ver anacığım. Unutma ki yalan söylersen bana vahiyle bildirilir. Oğlun Alkame’nin sağlıklı olduğu günlerde durumu nasıldı? Bana söyle.” buyurdu.

“–Yâ Rasûlâllah! Oğlum, genç olmasına rağmen gündüzleri oruçla, geceleri namazla değerlendirirdi. Hele sadakası o kadar çoktu ki, miktarını ben de bilmiyorum.” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Hayır, benim maksadım o değil. Oğlunun seninle ilişkileri nasıldı, sana iyi davranıyor muydu? İyilikte ve ihsanda bulunuyor muydu? Sen ona karşı nasıl bir duygu besliyordun? Bunları soruyorum.” buyurdu.

Kadın;

“–Evet yâ Rasûlâllah! Oğluma karşı kalbim kırıktı. Evlenmeden önce bana çok iyi davranıyordu. Evlendikten sonra karısını bana tercih etti. Hanımının bütün isteklerini yerine getirdiği, benim arzularıma ise tamamen karşı çıktığı için kendisine küskünüm.” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Anlaşıldı, anası Alkame’ye kırgın olduğu için dili kelime-i şahâdet getiremiyor. Eyvah!..” dedi.

Bilâl’e hitâben;

“–Gidiniz. Çalı-çırpı ve odun getirip bir ateş yakınız. Ben de Alkame’yi o ateşte yakayım.” buyurdu.

Kadın derhâl;

“–Yâ Rasûlâllah! Benim evlâdım, ciğerpârem gözümün önünde yanarken; ben buna nasıl dayanabilirim?” dedi.

Rasûl-i Ekrem;

“–Ey Alkame’nin anası! Rabbimiz’in azabı bu ateşe benzemez. Hem daha şiddetli hem devamlıdır. Eğer evlâdının böyle korkunç bir azaptan kurtulmasını istiyorsan ondan râzı olup, hakkını helâl etmen gerekiyor.

Nefsimi kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Alkame’ye olan kırgınlığın devam ettiği sürece; onun namazının, niyazının, sadakasının kendine hiçbir faydası yoktur.

Allah korusun, bunların hiçbiri onun kötü âkıbetini değiştiremez.” buyurdu.

Kadıncağız derhâl ellerini kaldırarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Cenâb-ı Hak ve O’nun Peygamberi ve burada bulunan herkes şahit olsun ki, oğlum Alkame’den râzı oldum ve hakkımı helâl ettim.” dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz;

“–Yâ Bilâl! Git, bak Alkame kelime-i şahâdeti getirebiliyor mu? Belki de kadın, bizden utandığı için diliyle râzı olduğunu söylüyor ama kalben buğzediyor olabilir.” buyurdu.

Hazret-i Bilâl, emr-i Peygamberî üzere Alkame’nin yanına gitti ve bülbül gibi kelime-i şahâdet getirdiğini gördü. Buna çok sevinen Bilâl, orada bulunan İmâm-ı Ali’ye ve dostlarına hitâben;

“Anası, Alkame’ye kırgın olduğu için kelime-i şahâdeti getiremiyordu. Hâlbuki şimdi Rasûlullah; anasının rızâsını alıp, hakkını helâl ettirdiği için lisanı çözüldü.” buyurdu.

Kısacası; Hazret-i Peygamber sayesinde kurtulan Alkame, o gün vefat etti. Allah ondan râzı olsun.

Fahr-i Âlem Efendimiz; Alkame’nin vefat ettiğini öğrenince, bizzat evine kadar geldi. Gaslinde, teçhiz ve tekfininde hazır bulundu. Namazını da bizzat Efendimiz kıldırdı. (Ne şeref, ne mazhariyet!..) Cenaze defnedildikten sonra, kabrin yan tarafında Rasûlullah ayağa kalkarak;

“Ey muhâcirler ve ey ensar! Biliniz ki, bir kimse hanımını her bakımdan anasına tercih ederse, Allâh’ın rahmetinden mahrum kalsın. O kimse, şunu kesin olarak bilsin ki; anasının rızâsını kazanmadığı sürece, farz-nâfile hiçbir ameli ona asla fayda vermeyecektir.” buyurdu.

Bu konuyla ilgili olarak son bir menkıbe daha nakledeyim:

Genç ve zengin bir adamın yaşlı bir annesi varmış. Yemek yerken üstüne-başına akıtır, herkesi rahatsız edermiş. Oğlu bir gün aşçıyı tembihleyerek;

“Vâlidemin akşam yemeğini erken veriniz, yesin. Bizimle sofraya oturmasın.” demiş.

Akşamüstü aşçı; yemeği kadının önüne koyunca, zavallı işin farkına varmış:

“Ya demek ki, bizim yemeğimiz de artık ayrıldı.” demiş ve ağlayarak yemiş. Fakat aile, ihtiyar kadının gözyaşı dökmesine üzülmüş. Daha sonra oğlu eve gelmiş. Aile fertleri, hep bir arada yemek yemişler. Yemekten sonra küçükler oyuna başlamışlar. Çocuklardan biri elinde küçük bir çekiç ile bir tahtaya durmadan çivi çakıp gürültü yapıyormuş. Ailenin reisi olan o genç, küçük çocuğa hitâben;

“–Oğlum! Niçin gürültü çıkarıyorsun? Elinde çekiç, önünde tahta ne yapmak istiyorsun?” demiş.

Çocuk derhâl;

“–Babacığım sana sofra yapıyorum. Zamanı gelince sen de büyükannem gibi yaşlanacaksın. Sana ayrıca yemek vereceğiz. İşte o vakit bu sofrada yersin.” diye cevap verince, orada bulunan herkes şaşırmış. Küçüğün bu hareketi karşısında, kendine gelen genç baba hemen kalkıp, ihtiyar anasının elini, ayağını öpmüş. Hakkını helâl etmesini rica etmiş. Bundan sonra yemeklerin daima birlikte yenileceğini söyleyerek özür dilemiş.

Ana başa tâc imiş,
Her derde ilâc imiş,
Bir evlât pîr olsa da,
Anaya muhtâc imiş…