HAYÂ ETMEK LÂZIM!

İrfan ÖZTÜRK

Îmânın kemâli Rasûl-i Zîşân Efendimiz’e muhabbetle mümkündür. O’nu her şeyden ziyade seveceğiz, sayacağız; O’nu incitmemeye çalışacağız. Böyle yapmadıkça, îmânımız kemâle ermez, îmânı kemâle ermeyenler de elbette âlâ olamaz, esfel olurlar.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den «sıradan biri» gibi bahsetmek, sünnetini hafife almak, O’nun âlinden, ailesinden, aile büyüklerinden bahsederken ileri-geri konuşmak O’nu incitmektir, Arş-ı âlâyı gazapla titretecek bir edepsizliktir.

Malûmdur ki Kur’ân-ı Kerim’de, Efendimiz’in amcalarından biri olan Ebû Leheb ve hidâyet körü karısının; Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in geçeceği yollara dikenler dökerek Habîb-i Hudâ’ya eziyet ettiklerinden ötürü, suç âletleriyle birlikte kızgın cehennem ateşine atılacakları beyan ve ilân buyurulmaktadır.

Peki, ya Rasûlullah Efendimiz’i dilleriyle, konuşmalarıyla, kalemleriyle, yazılarıyla incitenler acaba bu suçlarından dolayı nasıl bir azaba dûçâr olacaklarını hiç düşünmüyorlar mı?

Efendimiz’e karşı edepsizliğin bir şekli de O’nun, risâletinden önce fetret ehli olarak vefat etmiş olan ebeveyninin küfür üzere öldüğünü iddia etmektir. Hâlbuki erbâb-ı ilim Fahr-i Âlem’in ebeveyninin ehl-i necât olduğunu söylemektedir.* Herhangi bir kişinin îmânı hakkında bile hüsn-i zan esas iken, birileri her zaman ilim maskesi altında Efendimiz’i incitmekten geri durmamışlardır.

Böyle kişiler, yarın mahşer yerinde Efendimiz’in mübârek yüzüne nasıl bakacaklarını, düşünmezler mi? Onu sözle veya yazı ile incitirken, Ebû Leheb ve eşinin başlarına gelenleri göz önüne getirmiyorlar mı?

Kanunî Sultan Süleyman Han devrinin gafil âlimlerinden Hoca Said Efendi de bu iddiayı tekrarlar. Mesele büyür, basîret sahibi ehl-i ilim; bu haddini bilmez, edep ve terbiyesi kıt adama Allah rızâsı için itiraz ederler.

İş, padişaha kadar intikal eder. Kanunî Sultan Süleyman Han, Fatih Camii Şerîfi’nde ve kendi huzurunda münâzara yapılmasını irade eyler. Tayin edilen gün, devrin bütün ünlü âlimleri camide toplanır. O kadar kalabalık olur ki oturulacak yer kalmaz.

Kanunî Sultan Süleyman, maiyetinde damadı Rüstem Paşa, sadrazam Makbul İbrahim Paşa ve diğer vezirleriyle gelir.

Said Hocaya söz verilir, o bîçare ortaya çıkar ve iddiasını kendisine göre deliller göstererek anlatmaya başlar. Anlatır, anlatır ve nihayet sözünü tamamlar. Mağrur bir edâ ile salına salına yerine geçip oturur. Onun bu zavallı hâlini görünce; orada bulunan Halvetî meşâyih-i kirâmından olup bugün Eyüp Sultan’da Düğmeciler Mahallesinde Ümmî Sinan dergâh-ı şerîfindeki hâbgâhında uyuyan Ümmî Sinan Hazretleri söz ister;

“–Efendim, müsaade olursa ben Said Efendi’ye; tefsir, hadis veya siyerle ilgili olmayan bir soru sormak istiyorum. Sonra siz kendisiyle ilmî münâzaranıza devam edersiniz.” buyurur. Bu teklifini yüksek sesle yaptığından dolayı padişah ilgilenir ve şeyhülislâma hazret-i şeyhin soru sormasına izin verilmesini iltimas eder.

Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde -rahmetullâhi aleyh- elini kürsüye vurarak sükûtu sağladıktan sonra Şeyh Ümmî Sinan Hazretleri’ne;

“–Buyurunuz sorunuz.” der.

Şeyh Ümmî Sinan -kaddesallâhu sirrahu’l-Mennân- sorar:

“–Ey Said Hoca! Rüstem Paşa Hazretleri’nin anasının ve babasının isimleri nedir? Bunlar hangi din üzere âhirete gitmişlerdir? İslâm üzere mi yoksa küfür üzere mi ölmüşlerdir?”

Said Hoca, ne diyeceğini şaşırır. Bir türlü cevap veremez. Başını önüne eğer, oturduğu yerde ecel terleri dökmeye başlar.

Şeyh Hazretleri, sorusunu yeniler:

“–Anlaşıldı Said Efendi Hoca! Rüstem Paşa Hazretleri’nin ana ve babası hakkında sorduğum soruya cevap veremediniz. Şu hâlde bana söyler misiniz, Sadrazam Makbul İbrahim Paşa Hazretleri’nin ana-babası küfür üzere mi, yoksa îman ile mi göçtüler?”

Said Hoca’da yine ses yok. Nasıl cevap versin? Her iki paşa da devşirme olduklarından ana ve babaları kâfir idi. Oysa oğulları, Osmanlı’nın i‘lâ-yı kelimetullah gayreti sayesinde îmân ile müşerref olmuş, terbiye edilmişler ve o gün Osmanlı idaresinde yüksek mevkîlerde bulunuyorlardı. Said Efendi bunalmıştı, ne desin, ne söylesin?

Hazret-i Şeyh üsteledi:

“–Haydi Said Efendi! Cevabını bekliyoruz!”

Said Hoca, terler dökmeye devam ederek, başını kaldırmadan ve gayet alçak bir sesle cevap verdi:

“–Bu sorularınıza cevap vermeye hayâ ederim.”

Şeyh Ümmî Sinan Hazretleri bu cevap üzerine gürledi:

“–Demek cevap vermeye hayâ ediyorsun Said Efendi? Güzel!.. Hayâ, mü’minin vasfıdır. Hayâ, îmandandır. Padişah Hazretleri’nin ve paşaların huzurunda, Rüstem ve İbrahim paşaların ana ve babalarının küfür üzere âhirete gittiklerini söylemekten hayâ ettin de; Allah Teâlâ’nın huzurunda, bunca ehl-i îman karşısında ebeveyn-i Rasûlullâh’ın küfür üzere öldüklerini iddia etmekten hayâ etmedin mi?”

Said Hoca gafili; yer yarılsa yerin dibine girsem diyecek hâle gelmiş, ezilmiş, kahrolmuş, eli-ayağı titremeye başlamıştı. Kendisini tövbeye davet ettiler. Ne büyük bir hata ve gaflet içinde bulunduğunu anlamıştı. Ağlayarak tövbe etti. Hazret-i Şeyh, bu âlemde ettiği tövbesinin inşâallah âhirette de faydası olmasını dileyerek ona tekrar tekrar tövbe etmesini tembih etti.

İşte kıtalara hükmeden ecdadımız Allah Rasûlü’ne böyle derin bir hürmet içerisindeydiler. Haddini bilmeyenlere de öğretirlerdi.

Bu yüce ümmetin bugün perişan hâle düşmesi Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı hürmet ve muhabbetin azalmasındandır.

Çünkü Allah Rasûlü’nü seven yücelir, O’na muhabbet nasibinden mahrum kalan ise alçalır. Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’i enbiyâdan sonra en yüksek mevkie yücelten Allah ve Rasûlüne beslediği muhabbet, bedbaht Ebû Cehil’i; ümmet-i Muhammed’in firavunu hâline getiren Allah ve Rasûlü’ne muhabbetten uzaklığıdır.

İkisi de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmüş, fakat bu görüş ikisinde tamamen farklı netice vermiştir.

Rivayet olunur ki Ebû Cehil, bir gün huzûr-i saâdete gelerek her zamanki çirkef hâliyle;

“–Yâ Muhammed! Sen’den acı sözlü, Sen’den ekşi yüzlü bir kimse görmedim.” dedi.

Fahr-i Kâinat ona şöyle cevap verdiler:

“–Doğru söyledin yâ Ebâ Cehil!”

Biraz sonra Hazret-i Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, huzurlarına dâhil oldular ve;

“–Yâ Rasûlâllah! Sen’den güzel yüzlü ve Sen’den tatlı sözlü bir kimse görmedim.” dediler.

Efendimiz ona da aynı cevabı verdiler:

“–Doğru söyledin yâ Ebâ Bekir!”

Orada bulunan ashâb-ı kiramdan birisi sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! Ebû Cehil sizi zemmetti ve Ebû Bekir de methetti. Oysa siz her ikisine de doğru söyledikleri şeklinde cevap lutfettiniz. Acaba bunun sırrı ve hikmeti nedir?”

Efendimiz, şöyle buyurdular:

“–Evet, ben bir ayna gibiyim. Bana bakan kendisini görür. Ebû Cehil bana baktı ve kendisini görerek öyle söyledi. Ebûbekir de kezâ kendisini görerek öyle söyledi. Onun için her ikisini de doğruladım.”

Cenâb-ı Hak; bizlere, âyîne-i Muhammedî’de birer peygamber âşığı görmeyi nasip eylesin!

Muhammed’den hâsıl olur muhabbet,
Muhammed’siz nasıl olur muhabbet!..
(Gülzâr-ı İrfan)

* İhsan ŞENOCAK, Allah Rasûlü’nün (S.A.V.) Ebeveyninin Uhrevî Durumu, İnkişaf dergisi, Kış 2008.