Türklerin Cahiliye Dönemi İSLÂMİYET ÖNCESİ ORTA ASYA’DA HAYAT

Ahmet MERAL

ahmetmeral@yuzaki.com

Türklerin tarih sahnesine çıktığı coğrafî bölge Orta Asya’dır. Diğer topluluklarla beraber çeşitli Türk boylarının da ilk vatanı olan Orta Asya, doğusunda Kingan Dağları, batısında Hazar Denizi, kuzeyinde Sibirya düzlükleri, güneyinde de Himalaya Dağları bulunan geniş bozkırlarla dolu bir bölgedir. Yapılan son araştırmalar, Türklerin yoğun olarak Tanrı Dağları’nın etekleri ile Altay Dağları’nın kuzey batı bölgelerinde yaşadıklarını göstermektedir.1

İslâmiyet öncesi Türk topluluklarının bozkır kültürüne ait tehlikelerle dolu, maceralı hayatları hayvancılık temeline dayalı idi. Boylar hâlinde yaşayan Türklerin ve diğer göçebe kabilelerin başlıca geçim kaynağı, yetiştirdikleri canlı hayvanları İpek Yolu güzergâhında satmak veya ipekli Çin ürünleri ile değiştirmekti.

Türk, Moğol ve diğer Orta Asya kabileleri arasında yaşanan hâkimiyet mücadelesi güç dengelerinin sık sık değişmesine sebep oluyordu. Bu rekabetin doğurduğu savaşlar Türklere sert bir karakter kazandırmış, bir bakıma asker kimliği Türk boylarının temel vasfı olmuştur. Yoğun çatışma ortamı, bozkır insanlarını hem dayanıklı hem de teşkilâtçı kılan en mühim faktördü. Fırtına gibi gelen ve kuş sürüleri gibi birden bire kaybolan Türkler, ok atmada mahir ve her an savaşa hazırdılar.

Sahip oldukları at, sığır, koyun ve deve sürüleri Türklerin hayat tarzının ayrılmaz birer parçasıydı. Yazları yaylak, kışları da kışlaklarda konaklamak üzere, sürüleriyle su ve yeni otlaklar peşinde sürekli göçerlerdi. Etten başka bir şey yemezler, deriden elbiseler giyerler ve pöstekiler üzerinde yatarlardı. Konakladıklarında keçe çadırlarda kalırlardı. 2

Yüce hükümdarları veya yabguları atların yağlı olduğu sonbaharda kurultay toplar, insanlar ve sürülerin sayımı yapılırdı. Bozkırın bu savaşçı toplulukları zaman zaman Çin’e saldırılar düzenlemeyi âdet edinmişlerdi. «Talan ekonomisi» anlayışıyla yaptıkları bu saldırıları, bütçe açıklarını giderecekleri önemli bir gelir kaynağı olarak görmekteydiler.

Zengin ve köklü bir medeniyete sahip olan Çin, tarih boyunca başta Türkler olmak üzere, pek çok kabilenin düşmanlığına maruz kalmıştır. Çin, bu ardışık saldırılara karşı ünlü Çin Seddi’ni inşa etmekle kalmamış, tatlı dil, güler yüz ve kıymetli hediyelerle oluşturduğu kurnaz politikaları sayesinde Türk, Moğol ve diğer kabilelerin saldırılarından her seferinde az zararla kurtulmayı başarmıştır.

TÜRKLERİN DİNÎ HAYATI

Türklerin inancı, Tanrı’ya tapma ve bazı dağları kutlu saymaktan ibaret olan belirsiz bir Şamanizm3 idi. Başlangıçta Şamanizm; Türklerin, İslâm öncesi dönemde mensup oldukları bir din sistemi olarak anlaşılmış, ancak sonradan yapılan araştırmalarla Şamanizm’in, Türklere has olmayıp bütün Asya’da yaygın olan bir sihir sistemi olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Ayrıca, Şamanizm’in Türklere Moğollardan geçtiği, Moğol İstîlâsı öncesi Türk tarihinde Şamanizm’e ait hiçbir kayda rastlanmadığı görülmüştür. Gök Tanrı inancı, Türklerin İslâmiyet’i kolayca benimsemesine yol açmıştır. Türklerin, kendi tarihî dinleri yanında Maniheizm ve Budizm gibi mistik dinlere de ilgi gösterdikleri ancak bütünüyle meyletmedikleri anlaşılmaktadır.

Türkler yaklaşık 4 bin yıllık tarihleri boyunca Orta Asya steplerinden zaman zaman değişik bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göçlere iklim değişikliklerinin doğurduğu kuraklık, mera darlığı, Çin ve Moğol baskısı ve boylar arası hâkimiyet mücadelesi yol açmıştı. Bu göç dalgaları Çin ve Sibirya’ya, Karadeniz’in kuzey düzlüklerini aşarak Balkanlar ve Orta Avrupa’ya, Kafkaslar ve İran bölgelerine doğru akmıştır. Milâttan önce 1000’li yıllarda başlayan ve değişik aralıklarla devam eden bu göçler sonunda, gerek Çin ve Sibirya’ya gerekse Balkanlar ve Orta Avrupa’ya yerleşen Türk ve Moğol boyları, millî benliklerini muhafaza edemeyerek asimile olmuşlardır.

Göçlerden sonra Türklerin yoğun olarak yaşadığı Orta Asya’da sırasıyla Hun, Göktürk ve Uygur devletleri kurulmuştur. Türklerin Müslüman olmadan önce kurdukları bu devletlere geçmeden önce şunun gözden uzak tutulması gerektiğini ifade edelim ki, bu devletler henüz boylar hâlinde yaşanılan, millet olma şuurunun gelişmediği bir dönemde kurulmuştur. Millet olma şuurunun Fransız İhtilâli’yle başlayan modern zamanlara ait sosyolojik bir hâdise olduğu göz önüne alındığında, Türk millî kimliğini de dünya çapındaki genel gelişimden bağımsız olarak ele almamız gerektiği açıktır. Bu sebeple millet kavramını asırların birikmiş hâdiselerinin gölgesinde değerlendirerek, geçmişi bugünün sosyolojik kavramlarıyla anlamaya kalkmak ve millî kimliklerin oluşmasından önceki binlerce yılı kapsayan dönemde bir millet şuuru varsaymak, geçmişe yönelik ütopik bir kurgu olarak değerlendirilmelidir. Oysa millet denilen içtimaî vâkıa, yakın çağların ekonomik ve siyasî bir ürünüdür.

Ancak 11. asırda Orta Asya’dan İran plâtolarını aşarak Anadolu’ya gelen Türk boyları, girdikleri İslâm Dini’nin yüce değerleriyle kendi seciye ve şahsiyet özelliklerini harmanlamış, İslâm kardeşliğinin motive ettiği bir anlayışla Avrupa’dan yüzyıllar önce millet olmayı başarmıştır. Nitekim başka bölgelere yerleşen Türk boyları asimile olarak kimliklerini kaybetmişlerdir.

ASYA HUNLARI

(M. Ö. 220-M. S. 216)

Orta Asya’da kabileler hâlinde yaşayan göçebe Türk topluluklarınca kurulduğu bilinen en eski devletin «Hun Devleti» olduğu kabul edilmektedir.

Teoman, (M.Ö. 220-209) bu devletin bilinen ilk hükümdarıdır. Hun İmparatorluğunun en parlak dönemi, Teoman’ın oğlu Mete ile başlamıştır. Efsane bir kişilik olarak kaynaklarda adından çokça söz edilen bu büyük hakan, giriştiği mücadeleler sonrasında Orta Asya’nın Türk, Moğol, Tunguz ve Yüeçiler gibi birçok kabilesini Hun hâkimiyetine sokmayı başarmıştı. Nitekim Mete bu zaferlerini, Doğu Türkistan’ı ele geçirdikten sonra Çin İmparatoruna yazdığı mektupta şöyle ifade etmiştir:

“Bunların hepsi Hun oldular. Yay çekebilen okçuların hepsi bir tek aile hâline gelip birleştiler. Şimdi kuzeydeki bütün ülkelerde dirlik ve düzeni kurdum. Silâhları bir tarafa koymak, subay ve birliklerimizi dinlendirmek, atlarımızı beslemek istiyorum. Çocuklarımız ve gençlerimiz büyüsünler, yaşlılarımız ise huzur içinde yaşasınlar.”

Mete bu mektubunda İç Asya’da Türk devletine bağlı kavim ve şehir devletçiklerinin sayısını 26 olarak ifade etmekteydi. 4

Bütün Çinli tarihçiler, Hunları, ansızın ortaya çıkan, insanları, sürüleri ve malları silip süpüren, sonra da ganimetlerini yükleyerek düşmanın karşı hücumundan önce geri çekilen amansız yağmacılar olarak nitelemiştir.

Mete, içte birliği sağladıktan sonra Çin’e gözdağı vermiş, çok geçmeden saldırılarını yoğunlaştırarak Çin’i kesin bir mağlûbiyete uğratmayı başarmıştır. Ancak bu kesin galibiyetine rağmen Çin’i işgal etmemiş, sadece vergiye bağlamakla yetinmişti. Bunda en önemli saik, asimilasyon korkusuydu. Nitekim Çin prensesini Hun hakanına gelin olarak götürmekle görevli Çinli vezir Yüen, Hunların Çinlileşme tehlikesini şöyle ifade etmiştir:

“Hunların bütün halkını toplasanız, Çin’deki bir ilin nüfusu kadar bile tutmaz. Çin daha güçlü sayılır. Ayrıca onların yiyecekleri ile elbiseleri de ayrıdır. Bu sebeple, Çin’de bu gibi mallara bağlanmak doğru değildir. Şimdi siz, Hun Hakanı Majesteleriniz, geleneklerinizi değiştirip Çin’de bulunan mallara sahip olmak isterseniz, Çin mallarının hiç olmazsa beşte birini satın almak zorunda kalacaksınız. Böylece Hun halkının hepsi hep Çin’e bakacak ve Çin’in tesiri altına girecektir. Çin ipeklilerini alsanız ve elde etseniz bile, siz Hunlar, çalılar ve dikenler arasında, hep at üzerinde dolaşmaktasınız. Giyecekleriniz ile pantolonlarınız az zamanda çalılar arasında yırtılmış olacaklar. Elbette ki, ipekli elbiseler, şimdiye kadar giydiğiniz yün ve keçe elbiseleriniz kadar mükemmel ve sizin hayatınıza elverişli olamazlar. Yiyecek meselesine gelince; Çin yiyeceklerini elde etseniz bile, onlar da az zamanda tükenip gidecekler veyahut da yemeyip atacaksınız. Bu da bize gösteriyor ki, Çin yemekleri sizin kımız ve yoğurtlarınız kadar lezzetli ve size uygun yiyecekler değildirler.” 5

Bu dönemde Çin’le yapılan anlaşmaların ağırlığı ekonomik maddelerle sınırlıydı. Anlaşmalar, soğuk bölgelerde yaşayan Hun halkının yiyecek ihtiyacını karşılamaya yönelikti. Kendilerine yiyecek verilirse Hunlar da Çin’e akın düzenlemeyeceklerdi. Yoksa akınların önünü almaya Hun hakanı dâhil hiç kimsenin gücü yetmeyecekti.

Böylece Çin’e gitmeye gücü yetmeyen Hunlar gözlerini batının bereketli topraklarına diktiler. Çok geçmeden Çin de, gerek köklü bir medeniyet oluşu, gerekse kalabalık nüfusu ve siyasî entrika becerileriyle Hunlar aleyhine yeni teşebbüslere yöneldi. Önce bir tür kabileler federasyonu olan Hun Devletini parçaladı, daha sonra da bu parçaları birer birer kendine bağladı.

Şüphesiz Hun birliğinin parçalanmasında ve çöküşünde İslâ-miyet öncesi Türk devletlerindeki hâkimiyet anlayışının payı büyüktür. Bu anlayışa göre, devlet; hükümdar ve ailesinin ortak malı kabul ediliyordu. Orhun Âbideleri’nde de açıkça görüldüğü gibi, hükümdarın Gök Tanrı tarafından gönderildiğine inanılıyor, hükümdar ve çocukları mukaddes kabul ediliyordu. İktidar mücadelesine giren prenslere avantaj sağlayan bu anlayış yüzünden prensler arasında sık sık taht mücadeleleri yaşanıyordu.

Parçalanmaya tesir eden mühim faktörlerden biri de boy ve kabileler arasında yaşanan menfaat çatışmalarıydı. Otlak bölgelerini ele geçirme ve devlet idaresinde daha çok söz sahibi olma maksadıyla çıkarılan çatışmalar, güç dengelerini etkiliyor ve tarafları farklı ittifaklara yönlendirebiliyordu. Daha çok prensesler vasıtasıyla devreye giren Çin de bu ayrılık ateşini körüklüyor ve son darbeyi vurarak o devletin siyasî hâkimiyetine son veriyordu. Nitekim M. S. 48 yılında Hun Devleti, Güney ve Kuzey Hunları olarak parçalanmış, çok geçmeden Güney Hunları, Çin hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalmıştı. Hattâ Çin’le işbirliğine girerek Kuzey Hun Devletinin Çin hegemonyasına girmesine yol açmıştı.

AVRUPA HUNLARI (375-469)

Asya Hun Devletinin dağılmasından ve Çin’in hâkimiyetine girmesinden sonra, hür yaşamayı arzulayan Hunların bir kısmı İran’a göç ederek orada Akhun Devletini kurdular. Bir diğer kalabalık Hun grubu ise oldukça sistematik bir yer değiştirme ile Orta Avrupa’ya doğru ilerledi. Kavimler Göçünü doğuran bu gelişme Batı’da çok önemli değişikliklerin meydana gelmesine sebep oldu. Bütün Avrupa’yı elinde tutan Roma İmparatorluğu parçalandı. Hazar Denizi’nin kuzeyinden Avrupa’ya giren Türkler, Karadeniz’in kuzey düzlüklerinde yaşayan Gotların hâkimiyetine son vererek Doğu Avrupa’nın hâkimi oldular. Şimdiki Macaristan’a yerleşerek Avrupa Hun Devletinin temellerini attılar. Orta Asya’dan gelen Türk boylarınca kurulan bu yeni devlet, Budapeşte (Ekzelburg) şehrini kendine başkent edinmişti.

Avrupa’yı yönlendiren politikalarıyla sahneye çıkan Hunlar, Attilâ önderliğinde Bizans’a yıldırıcı seferler yaptılar. Bir taraftan Bizans’ı askerî baskı altına alarak vergiye bağladılar, diğer taraftan da barbarların iyice yıprattığı Batı Roma İmparatorluğunu himayeleri altına aldılar. Bir tür kavimler federasyonu şeklinde örgütlenmiş olan Hunlar, Attilâ’nın ölümünden sonra Avrupa’da tutunamamış, boy kavgaları, iç isyanlar ve Bizans saldırıları sonucunda yıkılmıştır. Dağılan Hun boyları Slâv halklarına karışarak asimile olmuş, Attilâ’nın ünlü Alman destanı Nebulungen’de bıraktığı izler dışında tarih sahnesinden silinmiştir (M. S. 469).

1 Bahaeddin ÖGEL, Hun İmparatorluğu.
2 Rene GRAUSSET (Trc: M. Reşat UZMEN), Bozkır İmparatorluğu.
3 Metin BOZKIŞ, Türklerin İslâmiyet’i Kabulü, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi.
4 Bahaeddin ÖGEL, Hun İmparatorluğu.
5 a.g.e.