Gönlünüz Olsun Yeter!

Ali Rıza BUL

Beden ve gönül… İnsanın bu dünyada doyurmaya çalıştığı iki varlık. Beden müşahhas, gönül ise mücerret. İnsan sürekli görünenin peşinde, onu doyurmaya çalışıyor, ona yatırım yapıyor. Peki ya büyük bir yanılgıdaysa?

Beden ve gönlün ikisi de doymak ister. Kimi insan, bedeni doyurmaya çalışır kimisi de gönlünü. Beden sürekli açtır. Devamlı ister. Asla yetinmez. Bir girdap gibi her verdiğini içine çeker. Ve asla kaybolmaz. Oysa gönül böyle değildir. Bazen bir sıcak tebessüm bazen bir selâmdır gönlü doyuran. Ve gönül bir bulut gibidir. Kendisi doyunca etrafına güzellik yağmurlarını saçar ve onun doymuşluğu kâinata doymuşluk getirir.

İnsan gönlüne söz geçiremez. Zaten bu yüzden bir insanı kazanmak için onun gönlünü kazanmak yeterlidir. Eğer bedenine yatırım yaparak ve maddî anlamda doyurarak bir insanı kazanmak istersen zarar edersin. Bir gün birisi senden daha fazla maddiyat verdiğinde o insan seni bırakıp gider. Çünkü sana da bu şekilde gelmiştir. Her zaman daha fazlasını veren çıkacağına göre bir insanı bağlamanın başka bir yolu olmalıdır.

İşte bu da gönüldür. Çünkü;

Gönül ne kahve ister ne kahvehane
Gönül sohbet ister kahve bahane!

Yani gönül maddî şeylerden haz almaz. Gönül, gönlüne hitap eden şeyleri sever. Ve bunlar kesinlikle maddî değildir. İşte bu noktada akıllı insanlar bir insandan azamî verimi almak için onun gönlüne hitap eder. Örnek verirsek; Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi’ne çıktığında önünde geçmesi gereken uçsuz bucaksız bir çöl vardı. Çöl daha yarılanmadan askerin takati tükendi. Tam vezirlerin padişaha geri dönme çağrısı yapacağı sırada Yavuz atından indi ve yola yürüyerek devam etmeye başladı. Vezirler de mecburen attan indi. Ve yürümeye başladılar. Bir müddet sonra padişaha bu durumu sordular. Ve Yavuz şu cevabı verdi:

«Peygamberimiz önümde yürüyorken ben nasıl atımla giderim?» İşte bu cevap gönülleri suladı. O, çölde bir pınar oldu. Askere derman oldu. Gönlü doyan asker daha durur mu? Orada çöl değil feza olsa yine geçebilirdi. Çünkü gönülleri doydu. Bu mâneviyattan mahrum olan Napolyon da aynı çölü geçmeye çalıştı. Askerlerine neler neler vaat etti. Paralar, altınlar vereceğini söyleyerek onlardan yalnızca çölü geçmelerini istedi. Fakat tamamen bedene yönelmiş gönlü ihmal etmişti. Neticede askerlerin çoğu çölde çıldırdı. Pek çoğu geri dönemedi. Ve tabiî ki çöl geçilemedi.

Günümüz eğitim sisteminin belki de en büyük hatası gönlü ihmal etmek. Bu hata o kadar büyümüş ki velîler öğrenci teslim ederken; «Al hocam eti senin kemiği de senin…» diyorlar. İşte bu söz eğitimsiz eğitimcilerimizin yanlış politikalarının sonucudur. Oysa gerçek eğitimcinin bu söz karşısında vereceği cevap; «Eti de kemiği de senin olsun. Bana sadece gönlünü bırak.» olmalıdır. Çünkü gerçek eğitimci eğitilen şeyin ne et ne de kemik olmadığını bilir. Ve kendisini de kasap statüsüne koymaz. Ne etle ne de kemikle uğraşır. Onun işi gönülledir. İlk önce eğitimcilerimizin bu hatadan kurtulması gerekir. Bunun için öğrenciye zorla bir şey yaptırmak yerine onun gönlüne hitap etmelidir.

Eğitilen gönüller, kâinat için bir pınardır. Çünkü gönlünü eğitebilen insanlar dünyayı şekillendirmişlerdir. Mevlânâ gönül eğitimini üçe ayırır:

Hamdım, piştim, yandım.

Kendisi bu merhaleleri geçerek büyük bir gönül birikimine kavuştu. Gönül birikimi fen, astronomi veya matematik değildir. Gönlün ilmi tevazudur, sevgidir, fazilettir. İşte Mevlânâ bu hasletlere sahip olduğu için bugün bile dünyanın hayranlıkla okuduğu bir insan. Ve pek çok kitle onun izinden gitmekte. Mevlânâ asırlar önce dünyadan ayrılmasına rağmen onun gönül hazineleri hâlâ konuşuluyor ve örnek alınıyor. İşte gönlün ölümsüzlüğü. İşte gönül eğitiminin sonucu. Oysa pek çok krallar vardır; bu gün isimleri bile bilinmez. Bugünün ve yarının hatırlayacağı ve izinden gideceği hükümdarlar gönüllere hükmedenlerdir.

Gönül eğitimini Mevlânâ şu dört cümlede özetliyor:

«Öfkelenmede toprak gibi ol, cömertlikte akarsu gibi ol, başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol, ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.»

Bu şekilde gönlünü eğitenler ölmezler. Çünkü onların yaşadığı bir gönül her zaman vardır. Yunus Emre de gönül eğitimi yapan yüksek şahsiyetlerdendir. Gönlü o derece hassastı ki, üstadının dergâhına eğri odun dahî sokmaya râzı olmadı.

Her güzel şeyde olduğu gibi gönül eğitiminde de Peygamberimiz en büyük örneğimizdir. Zira O, bu işte zirvedir. Kendini taşlayan insanlar için bile dua eden, kendine kötülük yapanları bile affeden bir Gönül Peygamberidir. Biz de Gönül Peygamberi’nin ümmeti olduğumuz için gönül ümmeti olmalıyız. Gönlü zengin ve cömert mü’minler olmalıyız.

Ey gönül pınarım! Sen hiç dinme. Bilesin ki senin dindiğin gün benim öldüğüm gündür. Bir gün bedenimin öldüğünü, onu kurtların yediğini görsen dahî dinme. Çünkü senin dindiğin gün benim öldüğüm gündür. Şayet cehennemle cezalandırılırsam sen yine de dinme. Senin dindiğin gün benim umutlarımın tükendiği, ümitlerimin söndüğü, sevdiklerimin ve sevenlerimin kalmadığı gündür. Yani öldüğüm gündür.

Eğitimin merkezine bedeni, kuru aklı, maddiyatı değil, gönlü koyalım. Çünkü mahşerde en çok ihtiyaç duyacağımız eğitilmiş bir gönüldür.