Sadece 5 Dakika

Mehmet Fatih VARGELOĞLU

Dışarıdan bir kedi iniltisi duydu…

İsteksizce pencereye döndü. Çünkü evraklardan artık kafasını kaldıramaz hâldeydi. Baktı;

Bir kedi ve yavrusu…

Canı sıkıldı. Sinirli bir şekilde camı açtı ve onları hışımla kovdu.

Sonra söylene söylene kaldığı yerden kâğıtların arasına daldı. Fakat bu defa kapının çaldığını duydu. Yine canı sıkıldı. İsteksizce buyurun, dedi. Lise 2. sınıflardan Ahmet isimli bir öğrenci içeri girdi. Telâşlıydı:

“–Hocam, 5 dakika görüşebilir miyiz?”

“–Hayır oğlum! Daha sonra…”

Aradan günler geçti. Aynı istek ve aynı cevaplar tekrar edip durdu. Bir ay sonra Ahmet, yine kapıyı çaldı ve bu defa biraz hırçınca:

“–Hocam!” diye haykırdı.

Gözleri uykusuzluktan kan çanağına dönmüştü. Bakışları sert, yüzü asık ve elleri titriyordu. Bir elinde haplar diğer elinde iç içe dürülmüş fotokopi kâğıtları vardı. Hocası irkildi ve:

“–Ne var, ne oldu?” diye kekeledi.

Ahmet feryat hâlinde konuştu:

“–Hocam! Benimle görüşmezseniz mutluluğu bu haplarda ve bu kâğıtlarda arayacağım. Beni dinlemezseniz benim için yarın diye bir şey olmayacak!”

Hoca iyice şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Gömüldüğü evrakların arasından her defasında «daha sonra» derken hiç de bu durumun farkına varamamıştı. Titrek elleriyle önündeki dosyaları kapatarak Ahmet’e döndü:

“–Buyur Ahmet, kusura bakma! Bu yoğunluğun kurbanı olduğumdan seninle ilgilenemedim. Hele otur şuraya! Bir güzel anlat bakayım derdini…”

Ahmet, seri bir şekilde gösterilen yere oturdu. Sanki o güne kadar hiç konuşmamış ve son kez konuşuyormuş gibi anlatmaya başladı. Anne-babasının ayrı olduğunu, annesinin yanında kaldığını, bugüne kadar hiç maddî sıkıntı çekmediğini, bir dediğinin iki edilmediğini, fakat mutsuz ve huzursuz olduğunu ifade etti. Bin bir çalkantı içinde iradesizce batıp çıkan bir fındık kabuğu gibi çaresizdi. Ahmet hıçkıra hıçkıra ağlıyordu:

“–Hocam! Ben kimim? Hayat hep acı mı? Acaba hiç mutlu olmayacak mıyım? İnsan nasıl mutlu olur? Allah insanların neden mutsuz olmasını istiyor? Ben evlâtlık mıyım? Kaderimizi mi yaşıyoruz?..” şeklinde bir dizi sorular sordu.

Zavallı, cevaplarını bulamadığı böyle sorular etrafında âdeta dipsiz kuyularda dibe vurmuş gibiydi.

Hocanın da gözleri doldu. Yerinden kalktı, Ahmet’in karşısındaki sandalyeye oturdu. Şefkatle:

“–Ağlama Ahmet!” dedi.

Sonra soğuk kâğıtlardan sıyrılmışlığın sıcaklığıyla konuşmaya başladı. O anlattı Ahmet dinledi… Saatler geçtiğinde hâlâ konuşuyorlardı. Peygamber Efendimiz… O’nun çektiği çile, sabrı, mücadelesi… Elindekilerle yetinmenin mutluluğu, insan olmanın kıymeti, âhiret hayatı ile dünya hayatı arasındaki terazi…

Vakit epeyce ilerlemişti. Fakat iki taraf da bu tatlı muhabbetten dolayı zamanın farkında değildi. Zaman su gibi geçmiş, okulda kimsecikler kalmamıştı. Güneş batmış akşam ezanı okunuyordu. Ahmet ayağa kalktı. Hürmetle:

“–Hocam!” dedi ve elini öpmek için eğildi.

Hoca onu kaldırarak samimî bir şekilde tokalaştı. Her zaman yardımcı olacağını ve görüşmeyi ertelediği için pişman olduğunu ifade etti.

Ahmet, odadan çıkarken nasıl teşekkür edeceğini bilemez bir hâl içinde artık huzur doluydu. Kendisini çıkmaza sokan soruların çoğu birer birer zihninden silinmişti.

Aslında Ahmet’in bahsettiği koca koca problemler, böyle bir oturuşta çözülecek şeyler değildi. Fakat çözülmüştü, çünkü bunlar, şimdilik birer bahane problemdi. Ahmet’in asıl problemi, kendisiyle ilgilenilmemesiydi. Bu problem, hâliyle diğer problemleri de tetiklemişti.

İlgisizlik.

Ahmet’te o güne kadar derin yaralar açmıştı. Çünkü anne-babasının ilgisi bile sadece cep ilgisi yönündeydi. Gönül olarak daima öksüz ve yetim kalmıştı. En güzel elbiseleri giyse de renklerin farkına varamamış, en pahalı restoranlarda yemek yese de tadını alamamıştı. Bu durum, onun içinde fırtınalar estirmiş ve onu narkotik uçurumların kıyısına dek sürüklemişti.

Son anda;

Azıcık bir ilgi. Üç-beş saatlik bir zaman ayırmak.

Kocaman çalkantıların durulması için kâfî gelmişti. Ahmet, hırçın ve darmadağınık bir ruhla girdiği odadan sakinleşmiş ve toparlanmış olarak çıkmıştı.

O durulmuştu.

Fakat bu sefer hocanın dimağı darmadağın oldu. Beyninde fırtınalar koptu. Kalbi çalkantılarla çarpmaya başladı.

Koltuğuna yorgun bir şekilde oturdu. Çenesini ellerinin arasına alarak derin derin düşündü.

O sırada yine pencereden bir kedi iniltisi geldi. Bu defa kedicik ağlar gibi miyavlıyordu. Hemen koştu. Geçen sefer kovduğu kediydi. Yalnızdı. Yavrusu yanında yoktu. Gözlerinde damlalar vardı. Hoca, eline çekmecesinden birkaç bisküvi alarak pencereyi şefkatle açtı. Fakat kedicik verilenleri yemiyordu. Bir ona bakıyor, bir de bahçeye bakıyordu. Hoca kedinin baktığı tarafa gözlerini çevirdi. O an irkildi. Yavru kedi bir ağacın dibinde yatıyordu; ölmüştü. Hocanın boğazı düğümlendi: «Ya açlıktan öldüyse!» diye mırıldandı. «Ya geçen sefer benim kendisine yiyecek bir şey vermememden dolayı öldüyse!» diye düşündü.

Sonra birden başka sorular aklını yakmaya başladı:

“–Acaba kâğıt tomarlar arasına gömülüp de «daha sonra» dediği kaç tane Ahmet vardı?

Acaba onların kaçı bu kedi yavrusu gibi helâk olup gitti?..

Acaba kaç tane anne-baba ilgisizlik yüzünden evlâtlarını kaybetti?

Acaba?”

Hâlbuki;

Ahmetler, kendilerinden çok çok değil, sadece azıcık bir ilgi bekliyorlardı:

Sadece 5 dakika…