Röportaj – Muzaffer Seferleri Dile Getiren Eserler: Edebiyatımızda Zafer-nâmeler Rıdvan CANIM Kimdir?

1955 yılında Edirne’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Edirne’de tamamladı. 1979 senesinde Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1980-85 yılları arasında Erzurum/Tortum Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği vazifesinde bulundu. 1985 yılında araştırma görevlisi olarak girdiği Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi’nde, 1987 yılında «Türk Edebiyatında Sâkî-nâmeler» adlı çalışma ile Yüksek Lisans öğrenimini; 1992 yılında Lâtîfî’nin; «Tezkiretü’ş-Şuarâ» adlı eseri üzerinde yapmış olduğu inceleme ve tenkitli metin çalışmasıyla doktorasını tamamladı.

Eserleri:

Hamâmizâde İhsan Bey-Hayatı-Eserleri ve Dîvânı (Prof. Dr. Mustafa İSEN ile birlikte)

İ. Hakkı BALTACIOĞLU Tâlim ve Terbiyede İnkılâp (Prof. Dr. R.Yavaş KINCAL ile birlikte)

Değişen Dünya ve Öğretmen. Erzurum. 1993.

Bosna, Ah Bosna.

Başlangıcından Günümüze Edirne Şâirleri.

Edebiyat Dersleri I-II.

Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı.

Şehir ve İnsan.

Türk Edebiyatında Sâkî-nâmeler ve İşret-nâme.

Yağmur Şarkıları. Şiir.

Lâtîfî. Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ. İnceleme-Metin.

Mostar’dan Tiflis’e. Gezi Notları.

Çarşamba Yazıları.

Suların Ötesi. Şiirler.

Şiirin Kanatlarında İstanbul.

Anneme Mektuplar. Antoloji.

Bu kitap çalışmaları dışında; Rıdvan CANIM’ın çeşitli gazete ve ilmî dergilerde yayınlanmış 150’nin üzerinde makalesi bulunmaktadır. Gezi ve inceleme amacıyla Avrupa ve Asya’da 20’nin üzerinde ülkeye gitmiş, çeşitli uluslararası sempozyumlara, bilim, kültür ve sanat etkinliklerine katılmış, tebliğler sunmuştur.

Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şube Başkanlığı görevini de yürütmekte olan Yard. Doç. Dr. Rıdvan CANIM, hâlen Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Evli olup, bir kızı ve bir oğlu vardır.

Yüzakı: Efendim, zaferler ayı Ağustos’ta dosya konusu olarak «Edebiyatımızda Zafer-nâmeler»i seçtik. Sizinle bu hususta mülâkat yapmak istiyoruz. Öncelikle «Zafer-nâme» nasıl bir edebî türdür, gazavat-nâmeler, fetih-nâmeler ve destanlardan farkı nedir?

Rıdvan CANIM: Efendim, böyle bir konuya dair hassasiyetinden ve meseleyi Türkiye’nin kültür-sanat gündemine taşıma duyarlılığından ötürü YÜZAKI dergisine teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Gerçekten «Ağustos» ayı, Türk tarihi ve Türk kültürü açısından diğer aylara nispetle çok daha farklı, çok daha ayrıcalıklı bir yere ve öneme sahiptir. Bu ayrıcalık neredeyse tarih boyunca sürüp gelmiş ve günümüze ulaşmıştır. Sebebini, hikmetini biz bilemeyiz ama hep böyle olmuş ve Cenâb-ı Allah, bu şerefli milletin aslan yürekli evlâtlarına zaferlerini daha ziyade Ağustos ayında lutfetmiştir. Tabiî olarak bu zaferler, zamanla milletimizin bağrından çıkan, eli kalem tutan şair ve yazarlarının elinde ölümsüz eserlere dönüşmüştür. Öncelikle klâsik edebiyatımıza mahsus edebî tür olarak karşımıza çıkan zafer-nâmeler, Türk tarihinin zaferle sonuçlanan savaşlarını bazen manzum, yani şiir metinleri olarak, bazen de mensur yani düzyazı biçiminde yazıya geçirmişlerdir. Birbirine yakın konuları ele alan «Gaza-nâme, Gazavat-nâme, Fetih-nâme» gibi edebî türler de bu alanda ortaya konulmuş en dikkate değer örneklerdir.

Esasen zafer-nâmeler, Türk edebiyatında fetihleri ve düşmanın yenilgisi ile biten savaşları hikâye eden, manzum ve mensur olarak yazılmış eserlerdir. Gazalarda fetih veya zafer söz konusu değildir; gaza sadece savaştır. Bilindiği gibi gaza, «i’lâ-yı kelimetullah» için yapılır. Yani gazadan murad; «Allah» lâfzını, lâfza-i celâli yüceltmek ve onu yüksekte tutmaktır. Amaç budur. Gazanın başka bir maksadı yoktur. Aynı şekilde; «bir şehrin veya bir kalenin alınması»nı anlatan eserlere «Fetih-nâme» denilmiş, savaşın zaferle bitmesi üzerine yazılanlara da «Zafer-nâme» adı verilmiştir. Ne var ki zamanla bu isimlendirmeler birbiri ile karıştırılmış, fetih-nâme ve zafer-nâmelerin hepsine birden gazavat-nâme ismi verilmiş ve nihayet zafer-nâme son devirlere ait savaşları anlatan eserlere has bir isim olmuştur.

Zafer-nâmelerin tür olarak başlangıcını Arap edebiyatında gazaları ve gazilerin kahramanlıklarını hikâye eden ve genel olarak «megāzî» adı verilen kitaplara kadar götürmek mümkündür. Bizim edebiyatımızda gaza-nâme, fetih-nâme veya zafer-nâme adını taşıyan edebî metinler çoğu zaman Osmanlı tarih kitaplarının eksik bıraktığı noktaları tamamlayan önemli belgeler olmuşlardır. Dolayısıyla seferlerin yahut savaşların genel tarih kitaplarında bulunmayan ayrıntılarını bu eserlerde görmek mümkündür.

Zafer-nâme türünün tarihçesine bir göz atacak olursak bu alanda ilk ürünlerin 15’inci asırlarda ortaya çıkmaya başladığını görürüz. Elbette bu bir tesadüf değildir. Zira fetihler açısından Osmanlı tarihinin en hareketli ve en bereketli dönemleri olan Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde bu eserler sayı itibarı ile zirveye ulaşırlar. Hattâ yeri gelmişken belirtelim ismi her ne kadar «Zafer-nâme» olmasa da söz konusu iki Osmanlı padişahı adına kaleme alınan Selim-nâme ve Süleyman-nâme gibi eserler dikkati çekecek ölçüde artar. Tabiî Osmanlı’nın son zamanlarına doğru akınlar, fetihler durduktan ve yer yer gerilemeler başladıktan sonra yazılan zafer-nâmelerin de azaldığı ve nihayet serhadlerden birbiri ardına gelen zafer müjdelerinin yerini mağlubiyet haberlerinin almasıyla «Zafer-nâme» yazma geleneğinin de artık sona erdiği görülür. Edebiyatımızda zafer-nâmeler zincirinin son halkalarını oluşturan eserler, 1852 Kırım Seferi ile 1897 Yunan Harbi’ne ait zafer-nâmelerdir.

«Zafer-nâme» adını taşıyan eserler arasında gaza veya fetih ile ilgili olmayanlar da vardır. Konuyu uzatmamak açısından bunların ayrıntılı örneklerine girmek istemiyorum. Ancak zafer-nâme türü çerçevesinde edebiyatımızda Kemalpaşazade’nin, Kanunî’nin 1526’da yaptığı Macaristan seferini anlatan «Zafer-nâme-i Sultan Süleyman» adlı eseri ile, Karaçelebizade Abdülaziz, Edirneli Güftî Ali ve Sâbit’in Zafer-nâmeleri türün önemli örnekleri arasında sayılabilir.

Zafer-nâmeleri fetih-nâmelerden ve gazavat-nâmelerden ayıran en önemli husus; elbette «zafer» hâdisesidir. Meselâ bu türden eserler arasında Sarı Saltuk’un özellikle Rumeli topraklarındaki akınlarını konu alan Saltuk-nâmeler ile, Battal Gazi’nin gazalarını anlatan Battal-nâmeler, Dânişmend Gazi’nin savaşlarını biraz da destansı bir üslupla dile getiren ve uzun asırlar Türk halkı arasında bir çeşit siyer olarak kabul edebileceğimiz Ahmediyeler ve Muhammediyelerle birlikte Kur’ân-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitaplar arasında yer alan bu eserler, asırlar boyunca Türk insanının ruh mayasını yoğurmuş, bu coğrafyalarda yaşayan insanımızın mânevî dünyasını ihya etmiştir.

Yüzakı: Efendim, okuyucularımızın zihinlerinde canlandırabilmeleri açısından sormak istiyorum; bir Zafer-nâme’de genel olarak hangi unsurlar yer alırdı? Ana hatlarıyla anlatabilir misiniz?

Rıdvan CANIM: Zafer-nâme, fetih-nâme, gazavat-nâme gibi eserlerin, meselâ Osmanlı edebiyatının çok daha yerleşik, kuralları belli türlerine göre, meselâ; mesnevîlere nispetle «oturmuş» kural ve kaideleri, değişmeyen, belirli bir iç yapısı yoktu belki ama, yine de öne çıkan yapı elbette vardı. Bu tür eserlerde «mukaddime» denilen eserin «giriş» kısmı, gönderildiği yerin durumuna uygun olarak âyet, hadis ve kelâm-ı kibarlarla süslenirdi. Özellikle fetih-nâmeler, Osmanlı diplomasi dilinin inceliklerini ortaya koyan nâme-i hümâyûnlar oldukları için kendilerine mahsus yazılış biçimleri vardı. Osmanlı padişahlarına ait fetih-nâmeler, genellikle Allâh’a hamd, Hazret-i Peygamber’e salât ve selâm, padişah için halkın işlerinin düzenlenmesi ve zulmün, haksızlıkların, adaletsizliklerin önlenmesinin gereği, düşmanın hangi sebeple cezalandırıldığı, padişahın İstanbul’dan hareketi, askerin çokluğu ve cesaretinin anlatılması, düşmanın durumu, Allâh’ın padişaha yardımı, düşmanın yenilgiye uğratılması, kazanılan zaferden dolayı Allâh’a şükür, düşman ülkesinin ele geçirilmesinin anlatılması, diğer ülkelerin hükümdarlarına «zafer» haberinin gönderilmesi, fetih-nâmenin kiminle gönderildiği ve padişahın Allâh’a duası gibi hususlara dikkat edilerek yazılırdı.

Son derece gösterişli, etkileyici bir üslûpla kaleme alınan bu tür eserlerde kullanılan dilin elbette büyük önemi vardı. Dolayısıyla bu çeşit metinlerin sıradan şair ve yazarlar tarafından kaleme alınması beklenemez. Kılıcını ustaca kullanan bir savaşçı kadar, kalemini ustaca kullanan şair ve yazarların bu metinleri kaleme alması gerekirdi.

Yüzakı: Günümüzde, Osmanlı edebiyatı için; «halka ve gerçek hâdiselere temas etmeyen, mücerret, diğer bir ifadeyle soyut bir âleme münhasır, donuk, statik, halktan uzak bir edebî süreç idi» şeklinde özetlenebilecek tenkitler var. Bunun için neler söylenebilir? Bu tenkide de cevap olması açısından zafer-nâmelerin yazılmasında ne gibi gayeler gözetiliyordu? Yetişen nesillerde tarihî, millî bir heyecan meydana getirmek gayesi de var mıydı?

Rıdvan CANIM: Öncelikle Osmanlı edebiyatı hakkında ileri sürülen bu türden yargılara kesin olarak katılmadığımı belirteyim… Bunları, bizim klâsik edebiyatımızın dünyasından uzak, ona yabancı yaşayan insanların asılsız iddiaları ve haksız ithamları olarak değerlendiriyorum ben… Bu meseleyi her zemin ve zamanda iddia sahibi herkesle tartışmaya hazırım. Kim demiş; «Osmanlı edebiyatı gerçek hayattan uzaktır.» diye?.. Bunu ileri süren insanın bu edebiyattan haberi yok demektir. Ve bir kişi çıkıp desin ki: «Kalem ehli Osmanlı sanatkârları hayatın şu şu tarafına dair bir şey söylememişlerdir.» Hayır, aksine onlar, içinde yaşadıkları toplumla olabildiğince barışık, iç içe ve meseleleriyle haşır-neşir idiler. Doğumunda, ölümünde, düğününde, bayramında, seferlerinde, savaşlarında, barış zamanlarında, Ramazan’ında, kurbanında ilh… Hayatın her kesitinde görürsünüz onları…

Edebî türleri var bu edebiyatın biliyorsunuz. Gelin isterseniz hep beraber bakalım: Ramazan-nâmeler sizce neden söz eder? Herhâlde Ramazan’dan değil mi? Peki Ramazan ayı şairlere mahsus bir zaman dilimi midir? Hayır! Bütün bir toplumda yaşanan Ramazan gerçeğidir. Gelenek ve görenekleriyle, inanç boyutuyla, eğlenceleriyle, bu aya mahsus yemek kültürü yani iftarı ve sahuruyla velhâsıl bütün yönleriyle…

Aynı şekilde Sâkî-nâmeler… Bir toplumun topyekûn yeme-içme ve eğlence kültürünü ortaya koyar…

Şehrengizler, şehirlerimizin güzellerini ve güzelliklerini sergiler.

Mersiyeler, toplumdaki ölüm gerçeğini anlatır bize… Hüzünler, sevinçler hepsi bu kültürün ve bu edebiyatın içinde değil midir?

Seyahat-nâmeler, kimin seyahatlerini kime anlatırlar?

Sefâret-nâmelerde görüp okuduklarımız kimindir?

Mevlidler, mîrac-nâmeler bu toplumun mensubu insanların asırlar boyunca yaşadığı gerçekler değil midir?

Ya gazavat-nâmeler, fetih-nâmeler, zafer-nâmeler nedir? Yukarıda da işte uzun uzun zafer-nâmelerden sözettik… Kimin zaferleridir bunlar? Kim okur bunları?

Fütüvvet-nâmeler, bu toplumun esnaf ahlâkını belirleyen prensipler bütünüdür, şairlerin değil!

Pend-nâmelerdeki öğütler kimin içindir sanır bunu söyleyenler? Bunları o kadar çoğaltabilirsiniz ki!

Haa, bu şiire belli bir ön yargıyla yaklaşırsanız koskoca 8-9 asırlık bir edebî süreç gazel ve kasideden ibaret kalır tabiî…

Soyutluk meselesine gelince, burada da yine genelleme yapılmamalıdır kanaatimce… Yukarıda saydıklarımızın hemen hepsi somut örneklerdir. Soyut metinler yok mudur? Vardır elbette… Peki edebiyatta «soyutluk» bir ayıp mıdır? Hayır! Nitekim bugün de soyut şiir vardır…

Diğer taraftan Osmanlı şair ve edipleri için «Saray şairi» türünden asılsız ithamlar da asla gerçeği yansıtmıyor… Klâsik edebiyatımızın ölümsüz şairi Fuzûlî nerede yaşamış bir baksınlar… Ömrü Kerbelâ çölünde geçmiş. Sarayı belki rüyasında görmüş. Fuzûlî’yi saray şairi gösteren bir insanın bu edebiyat hakkında ahkâm kesmeye hakkı olmamalı, diye düşünüyorum ben… Bunu söyleyen insanın Osmanlı edebiyatına dair söylediklerinin hiçbirine itibar etmem, edemem… Kusura bakmasın! Bu saray şairi kategorisine soktukları insanların içinde okuma-yazma bilmeyenler var, mesleği demircilik, yorgancılık, ayakkabı tamirciliği, ip cambazlığı olanlar var. Bunlar bu toplumun bağrında yaşayan insanlardır. Yani halkın ta kendisidir bunlar…

Meşhur Zâtî’nin Beyazıt Meydanı’nda ayakkabı tamirciliği yaptığını unutmayalım ve biraz insaflı olalım… Ve de gerçekçi tabiî… Şimdi elbette insanımız da yavaş yavaş yıllardır bu edebiyat ve bu edebiyatın sanatkârları hakkında söylenenlerin asılsız olduğunu, doğru olmadığını öğrendikçe ilgi ve merakı artıyor bu edebiyata karşı. Ve giderek de sempatiyle bakmaya başlıyor. Bu da çok normal bir durum, zira insan bilmediği tanımadığı birşeyi sevemez ki…

Zafer-nâme, Fetih-nâme, Gazavat-nâme türünden eserlerin yazılış sebebini sordunuz. Tabiî ki bütün bu eserler, kendi tarihini anlamsız eserler ve olaylar bütünü gibi gören ve düşünen bir milletin evlâtları tarafından yazılmış olamaz. Bunu lütfen içi boş, hamâsî duygularla söylenmiş bir böbürlenme gibi düşünmeyiniz, biz gerçekten tarih yazan değil tarih yapan bir millet olmuşuz insanlık tarihi içerisinde… Öyle ise övünmeye, tarihimizle ve bunları gerçekleştiren cedlerimizle gurur duymaya da hakkımız var demektir. Haklı olarak her millet zaferlerini kutlar. Ve tabiî ki yukarıdan beri üzerinde konuştuğumuz bu tür eserlerin bunda çok büyük katkısı vardır. Bir şartla! Okumak… Aksi takdirde eski kütüphanelerimizin raflarını dolduran milyonlarca ciltlik bilim, kültür, sanat ve edebiyat birikimimiz anahtarı kaybolmuş birer çekmece hükmünde kalmaya mahkûmdur.

Yüzakı: Zafer-nâmeler için; «tarihi, edebî bir tarzda sunmaktır» diyebilir miyiz? Bu yönüyle zafer-nâmeler yazılırken öğretim amacı da gözetilmiş midir?

Rıdvan CANIM: Efendim, herhâlde bu tür eserlerin birinci ve öncelikli amacı okuyucusuna tarihî bilgileri birebir aktarmak değildi. Bunu yapan ve adına «vakanüvis» dediğimiz devletin resmî tarih yazıcıları zaten vardı. Diğer taraftan, siz de biliyorsunuz ki tarih objektif bilgiye dayanır. Oysa bu tür eserlerin biraz da muhatabını -bu kişi olur, mensubu bulunduğu millet olur fark etmez- övme, öne çıkarma, üstün gösterme gibi gayretleri vardır ki bunlar tamamen subjektif kanaatlerdir. Evet, belki dediğiniz gibi tarihin belli bir noktasında, belli bir olay, gelecek kuşaklara yazılı olarak aktarılacaktır. Tarih bunu tarafsız bir biçimde, hiçbir hissîliğe kapılmadan, ilmî ve tarihî gerçekliğiyle olduğu gibi verirken, zafer-nâmelerde durumun biraz daha farklı olması tabiîdir. Hattâ öyle olması beklenir. Sonuçta zafer-nâme’yi kaleme alan için, bu iş öncelikle bir «kutlama»dır. Fevkalâde bir sevinç gösterisidir. Abartmalar ve hamâsî duygulanmalar, maksadı aşan coşkuların bu vesile ile dile getirilmesi çok normal karşılanır, karşılanmalıdır. Bu yüzden ben bu türden eserlerin hattâ bilhassa zafer-nâmelerin öğretimden çok «coşkuyla kutlama»ya, yönelik olduğunu düşünüyorum. Meselâ fetih-nâmelerde durumun biraz daha farklı olduğunu görüyoruz. Ortaçağ İslâm dünyasında hükümdarlar, ülke içinde ve dışında otoritelerini ve güçlerini göstermek için süslü ifadelerle yazılmış mektup ve fermanlar göndererek kazandıkları zaferleri «bildirme» ihtiyacı duyarlardı. Genel olarak Arapça, Farsça ve Türkçe yazılan bu fermanların veya mektupların bir gelenek halinde ilk İslâm devletlerinden başlayarak asırlarca Türk-İslâm devletlerinde de sürdürüldüğü görülür.

Evet, belki tarihî bilginin edebî bir üslûp içerisinde sunulması bu türden eserleri farklı kılan en önemli, en belirgin husus olarak dikkati çekmektedir. Sanırım sizin de kastettiğiniz bu olmalı.

Yüzakı: Bu arada bir hiciv olarak yazılan Ziya Paşa’nın Zafernâme’sinden bahsedebilir miyiz? Tarihimizde zaferlerin ardı kesilince iş hicve mi dökülmüştür?

Rıdvan CANIM: Evet, güzel bir soru ve ilginç bir tespit. Sizin de ifade ettiğiniz gibi Ziya Paşa’nın «Zafer-nâme» adını taşıyan 66 beyitlik kasidesi esas itibarıyla bir «hicviye»dir. Rumların 1866 yılında Girit adasında başlattıkları isyan, devletin başına büyük sıkıntılar açar. Durumun ciddiyeti üzerine devrin sadrazamı Ali Paşa, meseleye askerî çözümler getirmek yerine, krizi siyaseten çözmek amacıyla bizzat Girit’e gider. Ne var ki Paşa, isyanı bastıramadığı gibi, telâfîsi bir daha asla mümkün olmayan tavizlerle geri dönmek zorunda kalır. Adaya muhtariyet verilerek güya sükûnet sağlanmıştır. İşte Ziya Paşa, Devlet-i Âl-i Osmaniyye’yi küçük düşüren bu hadiseyi büyük bir siyasî başarı, hattâ bir «zafer» gibi ele alarak o meşhur hicviyesini kaleme alır. Bir ayrıntı olarak belirtelim ki Ziya Paşa bu eserini, olayın kahramanı Ali Paşa’nın himayesindeki adamlarından İzmit Mutasarrıfı Fazıl Paşa’nın ağzından yazar.

Esasen Ziya Paşa, bütünüyle hayal ürünü olan bu olayları, bir mizah yazarına yakışan nüktelerle ve ustaca işleyerek edebiyatımıza kazandırmıştır. Tabiî yukarıdan beri üzerinde konuştuğumuz, klâsik anlamda bir Zafer-nâme olmasa bile, kıymetli bir eserdir bu. Diğer yandan Zafer-nâme, batılıların «satir» adını verdikleri dolaylı, mizah yoluyla hiciv tarzının bizim edebiyatımızdaki ilk örneklerinden sayılmıştır. Yazar, zarif nüktelerle, asla kabalığa düşmeyen fevkalâde bir üslupla Ali Paşa’yı göklere çıkararak çok ağır bir dille hicveder aslında. Bu hâli ile Zafer-nâme, edebiyatımızda eşine ender rastlanan küfürsüz ve temiz bir mizahın, bilgi ve sanat gücüne dayanan zekice bir istihzanın en güzel örnekleri arasında kabul edilir. Eserde sövme-sayma yerine, okuyucuya ince nüktelerle iğnelemenin zevki verilmeye çalışılır ve bunda başarılı da olunur. Esasen Zafer-nâme, sadece Girit hâdisesinin hicvedilmesinden ibaret de değildir. Devrin önde gelen idarecileri olan Ali ve Fuat Paşalar, özel hayatlarına varıncaya kadar bütün yönleri ile ele alınarak, bu olay vesilesiyle devrin idarî bozuklukları, sosyal, siyasî, ekonomik düzensizlikleri dikkatlere sunulur.

Sizin söylediğiniz hususu da; mizahî bir bakış açısıyla; artık yazılacak zaferleri kalmayan büyük bir milletin ortaya koyabileceği, yazabileceği son «Zafer-nâme» olarak değerlendirebiliriz tabiî!..

Yüzakı: Efendim, sizce günümüzde sözünü ettiğimiz zafer-nâmelerin yerini neler dolduruyor acaba? Buna bağlı olarak bu türden dinî ve millî heyecanları gençliğimize veremeyişimizin doğuracağı neticeler neler olabilir? Bu hususta son olarak neler söylemek istersiniz?

Rıdvan CANIM: Söylenecek çok şey var belki ama, son olarak söyleyebileceğim; belki gençlere yönelik birtakım uyarılar olabilir:

Gençlerimizi klâsik edebiyatımıza ve kültürümüze karşı «duyarsız» kalmakla suçlamak, sorumluluk noktasında «görevimizi yaptığımız anlamına gelmemeli» diye düşünüyorum. Sonuçta, toplumun yetişkin fertleri arasında yükselen değerler ne ise gençler de ona yöneliyor. Bir toplumda şayet ilim ve fikir adamlarına, sanata ve sanatkârlara önem veriliyorsa, toplum içinde bu insanların saygınlığı, itibarı varsa geriden gelenler de ona ilgi gösteriyor, değer veriyor. İçinde yaşadığımız topluma bir bakalım öyleyse, yükselen değerler neler? Kısa yoldan zengin olmak mı, lüks bir hayat tarzı mı, makam-mevki mi, şöhret mi? Hepsi mi? Çocuklarımız artık kendi giysilerini giymiyorlar. Kiminin sırtında Roberto Carlos ve Anelka forması, kiminde Ronaldinho ya da Alex forması… Şimdi Fuzûlî, kimin aklına gelir?

Efendim, Fatih Sultan Mehmed, Kanunî Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim’i bütün bir dünya tanırken, bilirken, onların zaferlerini konuşurken bizim gençlerimizin Zafer-nâme’nin, Fetih-nâme’nin, Gazavat-nâme’nin nelerden bahsettiğini bile bilmeyişi neyi ifade eder? Artık bu milletin çocukları «zafer» denildiği zaman meselâ futbolda veya bir başka spor dalında bir Avrupa takımının hakkından gelme(!)yi anlıyorsa ne yapılabilir?

Sonra şiir dediğiniz şey karın mı doyurur? Gençler Şeyh Gâlib’i nereden bilsinler. Onlar Harry Potter okuyor, Da Vinci’nin Şifresi’ni çözmeye çalışıyorlar. Hâlbuki birilerinin çıkıp; «Siz önce kendi kültürünüzün şifrelerini çözün bakalım.» demesi gerekmez mi? Tabiî ne yazıktır ki okullarımızdaki müfredat programları da bana göre bu amacı öncelemiyor. Özellikle ortaöğretimde tek hedef var: Üniversiteye girebilmek. Bunun dışında bir amacı var mı orta öğretimin? Varsayalım ki adam üniversite okumak istemiyor. «Liseyi bitireyim yeter bana.» diyor. Bu durumda ne olacak? Tabiî her şey böyle düşünüldüğünde sonuç ortada: Eskisinden de yenisinden de habersiz bir gençlik. Şiir, edebiyat ve hattâ bütün güzel sanatlar bu toplumun neresinde sizce? Gençleri de bırakalım bir tarafa, yetişkinlerimiz için ne ifade ediyor acaba?

Temennimiz; bilhassa «geleceğimiz» olan gençlerimizin yeniden tarih ve kültür bilinci ile kaybolmaya yüz tutan değerlerimize yönelmeleridir. Geçmişte bizi dünyanın efendisi yapan bu değerleri arayıp bulmaları, bunlara dört elle sarılmalarıdır. Ben, bu toprağın insanının bu inanca ve bu kudrete sahip olduğuna yürekten inanıyorum.

Yüzakı: Konuyla ilgili olarak verdiğiniz bilgiler için okuyucularımız adına sizlere teşekkür ediyoruz efendim.

Rıdvan CANIM: Ben de bu vesile ile Yüzakı Dergisinin çok değerli okuyucularına selâm, sevgi ve saygılarımı sunuyor, derginize de bereketli bir yayın hayatı temenni ediyorum.