ONLAR BÖYLE SEVİYORLARDI…2

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Hayatın her safhasında kalbimiz, Allah Rasûlü’nü seyretmeli ve O’ndan aldığı akislerle huzur, feyiz ve istikamet kazanmalıdır.

Ashâb-ı kiram, bu huzuru elde edebilmek için her şeyini feda ederek sînesinden: «Yâ Rasûlâllah! Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun!» dedi.

O’na muhabbet duyan âşıkların ömürleri, fânî cesetleri toprak olduktan sonra da, yüreklerindeki coşkun muhabbetlerinin ebedîliği içerisinde devam etti.

ŞİFA, BEREKET, İZZET…

“Seven, sevdiğine ait olan her şeyi sever.” hükmünce ashâb-ı kiram ve Peygamber âşıkları, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün hâtıralarına ihtiram ve teberrük hâlindedirler. Bu sayede niceleri şifaya, berekete ve izzete nâil olmuşlardır.

Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle anlatır:

“Babam, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öper, bazen de gözünün üzerine koyardı. Bazen de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifa dilerdi. Bir gün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in su kâsesini aldı, bir kovanın içinde yıkadı ve o sudan içti.”  (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)

Sahâbe-i kiramın gösterdiği bu ihtiram ve teberrük tecellîleri, bütün ümmetin gönüllerinde aynı muhabbet coşkusu içerisinde devam etmektedir. Bugün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek sakal-ı şerifleri cami minberlerinde bin bir itina ile muhafaza edilmektedir.

O aziz hâtıraların bereketi ile hasretle yangın gönüller vuslat meltemleri ile bir nebze olsun serinlemektedir. O şerefli nasipler ve diğer mukaddes emanetler, mevcut oldukları yerlerde ve gönüllerde yüzyıllardır şifa, bereket ve izzet vesilesi olmuştur.

Nitekim yirmi dört milyon küsur kilometrekarelik bir alanda ihtişam ve izzet içerisinde asırlarca hüküm süren Osmanlı Devleti’nin bu mazhariyetinin sebebi, mübarek ve mukaddes emanetlere gösterdiği hürmet olarak ifade edilmiştir. Os­man Gazi’nin meşhur bir rivayete gö­re, misafir kal­dı­ğı bir ev­de, oda­da Kur’ân-ı Kerim bu­lun­ma­sı se­be­biy­le ge­ce­le­yin aya­ğı­nı uza­tıp yat­ma­ma­sı; Ya­vuz Sul­tan Selim Han’ın mu­kad­des emanetleri bü­yük bir tâ­zim ile İs­tan­bul’a ge­ti­rip, kırk hâ­fız ta­yin ede­rek on­la­rın ba­şın­da asır­lar­ca sü­re­cek bir sû­ret­te in­kı­tâ­sız (ke­sin­ti­siz) ola­rak Kur’ân-ı Ke­rim okut­ma­sı, Os­man­lı Dev­le­ti’nin dil­le­re des­tan bü­yük­lü­ğü­ne vesile olmuş ve bu aziz millete, tarih önünde bambaşka bir izzet ve şeref kazandırmıştır.

EŞYADA TECELLÎ EDEN GERÇEK

Hastalığın şifasını hekimde ve ilâçta gizleyen, gündüzü güneşe bağlayan, hayatı rızıkla tahdit eden, yani her şeyi bir vesile etrafında tecellî ettiren Cenâb-ı Hak, bazen sûret ve eşyayı gönüller arasında bir köprü kılar.

Sıradan baktığımız şeylere bile bazen ilâhî bir tecellînin cereyanı için bir kablo vazifesi gördürür. Meselâ Yakup -aleyhisselâm-’ın Yusuf hasreti dolayısıyla âmâ olan gözleri hakikatte Cenâb-ı Hakk’ın izni ile tekrar görmeye başlamıştır. Ancak Allah Teâlâ’nın bu şifanın gerçekleşmesindeki muradı, Yusuf -aleyhisselâm-’ın gömleği ile tecellî etmiştir. O gömlek, Cenâb-ı Hak’tan irade edilen şifayı almış ve Yakup -aleyhisselâm-’ın gözlerine ulaştırmıştır. Hazret-i Yakup da böylece tekrar görmeye başlamıştır. Bundaki hikmet, insanoğlunun ancak sebepler ile hikmeti kavrayacağı ve yaşayabileceği gerçeğidir. Yani elbette ki şifa vermeye kādir olan varlık gömlek değil Allah’tır, ancak bizzat Allah o gömleğe şifa özelliği vermiş ve Hazret-i Yakub’un onu gözlerine sürmesini istemiştir. (Bkz. Yû­suf Sû­re­si, 93-96)

İşte bu ilâhî hakikatten hareketle sahâbe-i kiram da Hazret-i Peygamber’e ait eşyaya Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rahmet ve berekete nâil olmak için O’nun mukaddes emanetleri ve hâtıraları ile teberrükten geri kalmamış, bu hususta son derece vecd ve iştiyak içerisinde olmuşlardır.

UNUTKANLIĞI ALAN RİDÂ

Sa­hâ­be­nin en çok ha­dis ri­va­yet ede­ni olan Ebû Hu­rey­re -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, dâ­ima Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ya­nın­da bu­lu­nur, O’nun her hâl ve ha­re­ke­ti­ni takip eder­di. Ebû Hu­rey­re -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bir­ gün Fahr-i Kâ­inat -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’e:

“–Yâ Ra­sû­lâl­lah! Siz­den pek çok hadis işi­ti­yo­rum fa­kat on­la­rın bir­ço­ğu­nu hâ­fı­zam­da tu­ta­mı­yo­rum.” di­ye dert yan­dı.

Bu­nun üze­ri­ne Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Ebû Hu­rey­re’ye:

“–Ör­tü­nü ye­re ser!” bu­yur­du. O da ser­di.

Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, ona dua et­ti ve mü­bâ­rek el­le­riy­le bir şey avuç­la­yıp ri­dâ­nın içi­ne atı­yor gi­bi yap­tı. Ar­dın­dan:

“–Ri­dâ­nı top­la.” bu­yur­du.

Ebû Hu­rey­re -ra­dı­yal­lâ­hu anh-,
bu em­ri ye­ri­ne ge­ti­rin­ce Al­lah Te­âlâ ona öy­le kuv­vet­li bir hâ­fı­za ih­san et­ti ki işit­ti­ği hiç­bir şe­yi unut­maz oldu. (Tir­mi­zî, Me­nâ­kıb, 46)

HIRKASIYLA KEFENLENMEK

Sehl bin Sa‘d -ra­dı­yal­lâ­hu anh- an­la­tı­yor:

Ka­dı­nın bi­ri Pey­gam­ber Efen­di­miz’e bir hır­ka ge­tir­di:

“–Yâ Ra­sû­lâl­lah! Bu­nu Si­ze he­di­ye et­mek is­ti­yo­rum.” de­di. Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de onun he­di­ye­si­ni kabul et­ti ve üze­ri­ne giy­di.

As­hab­dan bi­ri:

“–Yâ Ra­sû­lâl­lah, bu ne gü­zel bir el­bi­se, ba­na he­di­ye eder mi­si­niz?” de­di.

Allah Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Olur.” deyip hır­ka­yı he­men ona ver­di­ler. Haz­ret-i Pey­gam­ber ora­dan ay­rıl­dık­tan son­ra, as­hâb-ı ki­ram o ada­mı ayıp­la­ya­rak şöy­le de­di­ler:

“–Hiç de iyi bir şey yap­ma­dın. Allah Ra­sû­lü onu ih­ti­ya­cı ol­du­ğu için al­mış­tı. Sen de onu is­te­din. Bi­li­yor­sun ki Âlem­le­re Rah­met olan Efen­di­miz’den bir şey is­te­nil­di­ğin­de, as­la ge­ri çe­vir­mez.”

Bu­nun üze­ri­ne adam:

“–Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz onu giy­di­ği için onun­la te­ber­rük et­mek is­te­dim. Umu­yo­rum ki onun­la ke­fen­le­ni­rim.” de­di. (Bu­hâ­rî, Edeb, 39)

As­hâb-ı ki­râm­ın ardından gelenler, yani tabiîn dediğimiz o bahtiyar insanlar da te­ber­rük­le il­gi­li olarak bahsettiğimiz tatbikatları devam et­tir­miş­ler­dir. İmam Ah­med bin Han­bel ile İmam Şâfiî Haz­ret­le­ri ara­sın­da ge­çen şu hâ­di­se bu­na ne gü­zel bir mi­sâl­dir:

O’NU RÜYADA
GÖRENİN GÖMLEĞİ

İmam Şâfiî’nin ta­le­be­le­rin­den olan Ra­bî bin Sü­ley­man an­la­tır:

Bir­ gün İmam Şâfiî bana:

“Ra­bî, bu mek­tu­bu al, Ah­med bin Han­bel’e gö­tür ve son­ra da ce­va­bı­nı ge­tir.” de­di.

Ben de mek­tu­bu al­dım ve Bağ­dat’a git­tim. Sa­bah na­ma­zın­da Ah­med bin Han­bel ile bu­luş­tum. Onun­la bir­lik­te sa­bah na­ma­zı­nı edâ et­tim. İmam Ah­med bin Han­bel mih­rap­tan ay­rı­lın­ca mek­tu­bu ken­di­si­ne takdim ede­rek:

“–Bu, Mı­sır’dan kar­de­şin İmam Şâ­fiî’nin sa­na gön­der­miş ol­du­ğu mek­tup­tur.” de­dim. Ba­na:

“–Mek­tup ne­den bah­se­di­yor, bi­li­yor mu­sun?” di­ye sor­du. Ben de:

“–Ha­yır.” di­ye kar­şı­lık ver­dim. Bu­nun üze­ri­ne Ah­med bin Han­bel mek­tu­bun üze­rin­de­ki müh­rü çöz­dü ve oku­ma­ya baş­la­dı. Bir­den göz­le­ri yaş­lar­la dol­du. Ben ken­di­si­ne:

“–Ey İmam! Hay­ro­la! Mek­tup­ta ne ya­zı­yor?” de­dim. O da ba­na:

“–İmam Şâfiî rü­ya­sın­da Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i gör­müş. Allah Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ona:

«Ah­med bin Han­bel’e bir mek­tup yaz ve Ben’­den de se­lâm söy­le. El­bet­te o bü­yük bir fit­ne­ye mâ­ruz ka­la­cak ve on­dan, ‘Kur’ân mah­luk­tur(!)’ de­me­si is­te­ne­cek. Sa­kın bu is­te­ğe bo­yun eğ­me­sin! Allah, onun adı­nı kı­yâ­me­te ka­dar ya­şa­tıp yük­sel­te­cek­tir.» bu­yur­muş.”

Ben:

“– Yâ İmam! Bu, se­nin hak­kın­da ne bü­yük bir müj­de­dir.” de­dim.

Bu­nun üze­ri­ne İmam Ah­med bin Han­bel, se­vin­cin­den üze­rin­de­ki göm­le­ği­ni çı­ka­rıp ba­na ver­di. Ben de mek­tu­bun ce­va­bı­nı al­dık­tan son­ra Mı­sır’a dön­düm. Mek­tu­bu İmam Şâfiî’ye tak­dim et­tim. Bu­nun üze­ri­ne İmam Şâfiî ba­na:

“Onun he­di­ye et­miş ol­du­ğu bu göm­le­ği alıp se­ni üz­mek is­te­me­yiz. An­cak, hiç ol­maz­sa onu bir su­ya ba­tır ve o su­yu bi­ze ver ki, biz de o göm­le­ğin bereketine böy­le­ce or­tak ola­lım.” de­di. (Bkz. İb­nü’l-Cev­zî, Me­nâ­kı­bü’l-İmâm Ah­med bin Han­bel, s. 609-610)

Abdullah, babası Ahmed bin Hanbel’e, Peygamber Efendimiz’in minberinin topuzuna (ki Efendimiz hutbe îrad ederken elini bunun üzerine koyardı) ve Hücre-i Nebeviyye’ye (teberrüken) el sürmeyi sormuş, o da:

“Bunda bir beis görmüyorum.” demiştir. (Zehebî, Siyer, XI, 212)

HİNDİSTAN’A GİDEN ÖRTÜ

Son yılları harplerle geçen Osmanlı Devleti’nin malî durumu hayli zordaydı. Bunun üzerine Hindistan’daki Diobend âlimleri 65.000 rupi yardım topladılar ve İstanbul’a gönderdiler. O sırada tahtta bulunan V. Mehmed Reşad, böyle bir moral desteğinden ziyadesiyle memnun oldu. Mukabele olarak da Hırka-i Şerîf’in uzun yıllardır sarılı olduğu örtüsünü hediye etti.

Bu mübârek hediye Hindistan’da baş tâcı edildi. O örtü Hırka-i Şerîf’e değmiş olduğu için Hindistanlı Müslüman ulemâ ve halk arasında gönülleri muhabbet çağlayanı eyleyen bir bereket oldu. 1913’ten bugüne kadar o mübârek örtüyü bereket olması maksadıyla canları gibi muhafaza ettiler. Ona Mendil-i Şerif ismini verdiler. Onu ziyaret, feyz ü bereket telakkî edildi. Şu an hazine dairesinde saklanan bu mübârek emanet, Hindistanlı Müslümanlar için aşk-ı Muhammedî ile yanan yüreklerinin feryatlarını dindirdikleri müstesnâ bir teberrük vesilesi…

Bu hâl, Hazret-i Peygamber muhabbetinin canlılığıdır ki, O’nun en küçük hâtırasına bile ihtiram; tecellî ikliminde gönülleri berekete gark etmiştir.

NAKŞ-I KADEM
(O’NUN MÜBÂREK AYAK İZLERİ)

Sultan I. Ahmed Han, Mısır’da Sultan Kayıtbay Türbesi’nde bulunan ve Hazret-i Peygamber’in «Nakş-ı Kadem» denilen mübârek ayak izlerini İstanbul’a getirtmişti. Onu emaneten Eyyûb Sultan Camii’ne koydurdu. Sultanahmed Camii bitince oraya naklettirecekti. Fakat bu esnada mânidar bir rüya gördü:

“Büyük bir meclis kurulmuştu. Bütün sultanlar oradaydı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kadılık makamında oturmaktaydı. Yani kurulan bu meclis, bir nevî mahkeme idi. Sultan Kayıtbay, Sultan I. Ahmed’den dâvâcıydı. Çünkü Sultan I. Ahmed Han, Sultan Kayıtbay’ın türbesini ziyarete vesile olan «Kadem-i Saadet»i almış, İstanbul’a nakletmişti. Kayıtbay buna râzı değildi. I. Ahmed Han da, bu nakil işini bağrını yakan aşk-ı Peygamberî ile yaptığını ifade etti.

Her iki tarafı da dinleyen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kayıtbay’ı haklı buldu ve «Kadem-i Şerîf»in derhâl geri gönderilmesinden yana hükmetti.”

  1. Ahmed Han, uyandığında dehşet ve korku içindeydi. Rüyasını, aralarında Hazret-i Hüdâyî’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tabir ettirdi.

Denildi ki:

“–Sultanım! Rüya gayet açıktır. Tabire bile gerek yoktur. Emanet derhâl geri gönderilmelidir…”

Yanık bir âşık-ı Muhammed olan Sultan I. Ahmed, boyun büktü ve denildiği gibi hareket etti; emaneti titizlikle yerine iade etti.

Fakat yüreği aşk-ı Peygamberî ile dilhûn idi. Gönlünü biraz olsun teskin edebilmek için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırdı. Kavuğunun üzerine astı. Onun tedâîsinden feyz almağa çalıştı.

Hazret-i Peygamber’in ayak izlerini öpebilmenin bu coşkun iştiyakını da şu mısralarla ebedîleştirdi:

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidür,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün!..

“Rasuller Sultanı olan Hazret-i Peygamber’in mübarek ve tertemiz ayak izini tâcım gibi bir ömür başımda taşısam ne olur! O ayak izlerinin sahibi ki, peygamberlik bahçesinin gülüdür; Ey Ahmed, durma, o gülün ayak izlerine yüzünü sür!”

O’nun mübârek ayak izlerinin bir maketi de bugün Eyyûb Sultan Türbesi’nde mevcuttur. Altında da I. Ahmed Han misâli bir muhabbetle yanık padişahlardan olan III. Selîm’in şu dörtlüğü vardır:

Sakın taş sanma yâ hû gevher-i âlem-bahâdır bu

Gel ey bîçâre yüz sür nakş-ı pây-ı Mustafâ’dır bu

Sezâ Arş-ı muallâ ziynet-ârâ-yı makâm olsa

Zehî cây-ı muazzam mevki-i hâcet-revâdır bu

“Efendi! Sakın (bu gördüğün nakş-ı kademi kuru bir) taş sanma! (Bil ki) âlemleri satın alacak değerde bir cevherdir bu! Ey bîçare gel de yüz sür; çünkü Mustafâ -aleyhisselâm-’ın mübârek ayaklarının nakşıdır bu! Dolayısıyla yüce Arş da, bu makamın süsleyicisi olsa yaraşır. (O hâlde) ne muazzam, güzel bir makam ve ihtiyaçların giderildiği bir mevkidir bu!”

Bütün bu aşk tecellîlerinin özünde mevcut olan hakikat:

O’NDAN BİR NASİP…

Es­mâ bin­t-i Ebî­ Bekr şöy­le an­la­tı­yor:

Ben, Ab­dul­lah bin Zü­beyr’e ha­mi­le iken Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ya­nı­na hic­ret et­miş­tim. Me­di­ne’ye var­dım ve Ku­bâ’da ko­nak­la­dım. Ora­da Ab­dul­lah doğ­du. Son­ra Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’e gel­dim. Onu ku­ca­ğı­na al­dı ve bir hur­ma is­te­di. Hur­ma­yı ağ­zın­da bi­raz çiğ­ne­dik­ten son­ra bir par­ça­sı­nı Abdullah’ın ağ­zı­na koy­du. Abdullah’ın midesine inen ilk lokma bu ol­du. Ona dua et­ti ve Al­lah’tan be­re­ket ta­lep et­ti. (Bkz. Bu­hâ­rî, Akî­ka, 1)

Ebû Ey­yûb el-En­sâ­rî, Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’i misafir et­ti­ği gün­ler­de ye­mek pi­şi­rir ve -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’e gön­de­rir­di. Ye­me­ğin ka­lan kıs­mı ge­ri gel­di­ğin­de, Âlem­le­rin Efen­di­si’nin par­mak­la­rı­nın do­kun­du­ğu yer­le­ri so­rar ve araş­tı­rır­dı. (Müs­lim, Eş­ri­be, 170-171)

Çünkü O’ndan olan bir nasip, gönülleri iki cihan saadetine kavuşturacak bir ilâhî köprü idi. O’ndan gelen bir nasip, nice ölü gönülleri diriltmişti. O’ndan bir tek nasip, ebedî rahmete nâil olmak için kâfî idi. O’nun olduğu yer cennet oldu. O’nun her sözü, hayat iksiri oldu. O’nun varlığı ve muhabbeti, insanlığın ebedî kurtuluşu oldu…

AZAPTAN KURTULUŞ REÇETESİ…

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak buyurur:

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)

Bu ilâhî beyan, müşrikler ile alâkalı olarak nâzil olmuş bir âyet-i kerîmedir. Yani Hazret-i Peygamber, Mekke’de iken Allah Teâlâ, O’nun hürmet ve hatırı dolayısıyla oradaki müşriklere azap indirmemiş, nice azgın âsîler bile O’nun rahmet olması sırrından istifade etmiştir. Ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra ilâhî bereket kesilmiş ve müşrikler müthiş sıkıntılar ve kıtlıklar yaşamıştır.

Bu gerçek işârî olarak şu mânâya gelir:

O Fahr-i Kâinat’ın mevcut olduğu yerde müşrikler bile istifade ediyorlarsa, O’nu gönüllerinde muhabbet tahtında taşıyan mü’minler kim bilir nasıl nasipdâr olurlar. Buna göre bir mü’minin gönlü, O Güller Gülü’ne muhabbet ve aşk ile dolduğu nispette ilâhî azaptan uzak demektir. Bu gerçek, bizzat Allah Teâlâ’nın ilâhî beyanıdır. Böyle olacağından da şüphemiz yoktur.

Ne mutlu O’nun muhabbetiyle dopdolu, cennet gibi gönüllere! Fakat ne kadar yazık, O’nun olmadığı çorak ruhlara…

Bu iki noktada gönüllerimizin nerede durduğunun en güzel tespiti, elbette ki O’nun sözlerine ve yüce ahlâkına ne kadar tâbî olduğumuza bağlıdır. Bu itibarla bütün Peygamber âşıkları, bir ömür O’nun arzusu istikametinde yaşayabilme gayret ve azmi içinde olmuşlardır.

O DEDİĞİ İÇİN

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Gıfarlı bir hanıma:

“–Bir su kabı al, içerisine tuz at. Sonra örtüye değen kanı onunla yıka!” tavsiyesinde bulunmuştu.

O sahâbî hanım ömrü boyunca büyük bir muhabbet içerisinde bu tavsiyeyi tatbik etmiş suyuna tuz katmadan elbiselerini yıkamamıştır. Öldüğü zaman cenazesinin yıkanacağı suya da tuz atılmasını vasiyet etmiştir.” (Ebu Dâvud, Tahâret 122/313)

Bu hanım sahâbînin, kan değmiş örtüyü tuzla yıkamaktaki Peygamber tavsiyesini ömrüne yayarak uygulaması, kendisine yapılan husûsî hitabı hatırlattığı içindir. Genel tatbik edilecek bir usûl değil, özel bir muhabbet tecellîsidir.

O’NUN BEREKETİYLE HERKES DOYDU

Haz­ret-i Câ­bir -ra­dı­yal­lâ­hu anh- da, Hen­dek Sa­va­şı ön­ce­sin­de bü­yük hen­dek­le­rin ka­zıl­dı­ğı o zor za­man­lar­da­ki bir hâtı­ra­sı­nı şöy­le nak­le­der:

Biz hen­dek ka­zar­ken çok sert bir ka­ya­ya rast­la­dık. As­hab, Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e ge­lip, du­ru­mu arz edin­ce Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- biz­zat hen­de­ğe in­di. Kaz­ma­yı eli­ne alıp in­di­rin­ce o sert ka­ya kum gi­bi da­ğıl­dı. Bu mû­ci­ze­vî te­cel­lî ce­re­yan eder­ken gör­dük ki, Al­lâh’ın Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- aç­lık­tan kar­nı­na taş bağ­la­mış. Zi­ra ora­da kal­dı­ğı­mız üç gün bo­yun­ca hiç­bir şey ye­me­miş­tik. Bu­nun üze­ri­ne:

“–Yâ Ra­sû­lâl­lah! Eve ka­dar git­me­me mü­sa­ade bu­yu­ru­nuz.” de­dim. İzin ver­di. Eve gittim ve zev­ce­me:

“–Ben Ra­sûl-i Ek­rem’in hâ­li­ne da­ya­na­mı­yo­rum. Evi­miz­de yi­ye­cek bir şey yok mu?” de­dim. Zev­cem:

“–Bi­raz ar­pa ile bir ke­çi yav­ru­su var.” de­di.

Ben oğ­la­ğı kes­tim, ailem ar­pa­yı öğü­tüp ek­mek yap­tı. Eti de ten­ce­re­ye koy­duk. Ek­mek piş­mek üze­re ve ten­ce­re taş­lar üze­rin­de kay­na­mak­ta iken Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e gi­dip:

“–Bi­raz ye­me­ği­miz var. Bir-iki ki­şiy­le bi­ze bu­yu­ru­nuz.” di­ye rica et­tim.

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Ne ka­dar ye­me­ği­niz var?” di­ye sor­du. Ola­nı söy­le­dim.

“–Hem çok, hem de iyi! Ailene; biz ge­lin­ce­ye ka­dar ten­ce­re­yi ateş­ten in­dir­memesini, ek­me­ği de fı­rın­dan çı­kar­mamasını tembih et.” bu­yur­du. As­hâ­bı­na da: “Kal­kı­nız!” em­ri­ni ver­di. Mu­ha­cir­ler ve en­sar hep bir­lik­te kalk­tı­lar.

Bu­nun üze­ri­ne aileme gi­dip (ye­me­ğin az­lı­ğı ve zâ­hi­ren kâ­fî gel­me­ye­ce­ği en­di­şe­siy­le o an için kü­çük bir şaş­kın­lık ya­şa­ya­rak):

“–İş­te Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, mu­ha­cir, en­sar ve bun­la­ra ka­tı­lan di­ğer­le­riy­le be­ra­ber ge­li­yor­lar.” de­dim.

Ailem: “–Ra­sû­lul­lah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, ha­zır­lı­ğı­mı­zın ne ka­dar ol­du­ğu­nu sor­ma­dı mı?” de­di.

“–Evet, sor­du.” de­dim.

“–Öy­ley­se müs­te­rih ol.” de­di.

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- ge­len­le­re:

“–Gi­ri­niz, sı­kış­ma­yı­nız.” bu­yu­ru­yor, ek­mek ke­si­yor, üze­ri­ne et ko­yu­yor, etin su­yu­nu da bu­nun üs­tü­ne dö­kü­yor­du. Nihayet bü­tün as­hab doy­du. Ye­mek­ten bir mik­tar da art­tı. Aileme hi­tap ede­rek:

«–Bu­nu ye ve kom­şu­la­rı­na ikram et. Çün­kü aç­lık or­ta­lı­ğı kap­la­dı.» bu­yur­du.” (Bu­hâ­rî, Me­ga­zî, 29; Müs­lim, Eş­ri­be, 141)

İşte engin bir merhamet, engin bir şefkat, engin bir rahmet…

Öyle ki bu üç haslet, Hazret-i Peygamber’in bütün hususiyetlerinde mevcuttur. Bunun içindir ki O, her bakımdan bir şahsiyet âbidesidir. Güzellikler meşheridir. Yücelikler ufkudur. Hakikatler deryasıdır. İlim ve irfan hazinesidir. Hakk’ın aynasıdır. İki Cihanın Sultanı’dır. İki âlemde gönüllerimize ikram edilmiş bir nûr-i ilâhîdir.

Bu itibarla O’nu anlatmakta en güzel tariflerden biri de şu:

BAŞTAN AYAĞA NUR…

Şair Itrî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tavsif ederken O’nu, O’nun Nûr-i Muhammedî’sinden hareketle şöyle anlatır:

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûrsun,

Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun!..

“Yâ Rasûlâllah! Sen, Tur Dağı’nda, üzerinde ilâhî nurların tecellî ederek Hazret-i Musa’ya yol gösteren ve gölgesi yere düşmeyen bir nur ağacı gibisin! Sen, âlemi elinde tutup aydınlatan bir güneş olarak baştan ayağa nursun, nurdan ibaretsin!..”

Hazret-i Peygamber’in bu yüceliğini en güzel şekilde idrak ile O’nu tarif ve tavsifte mesafe kat edebilenlerin ön safında yer alan Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Cebrâil -aleyhisselâm-, sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek kendinden geçip bayıldı.”

“Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eğer hakîkat-i Muhammediyye’nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâil ebedî olarak kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi.”

“Zira Habîbullah, Cebrâil’le beraber sidretü’l-müntehâ’ya varınca Cebrâil durmuş ve: «Yâ Rasûlâllah! Sen buyur! Ben Sen’inle müsâvî değilim. Buradan öteye bir kere kanat çırpsam, yanar kül olurum!» demiştir.”

Yâ Rabbî, Nûr-i Muhammedîsi ile Hazret-i Peygamber, ömrümüzü dolduran her gece ve gündüzümüzün kandili olsun! O vuslat kandili, aşk ve muhabbetimizin mîrâcı olsun! O mîrac güneşi, dünümüzün, bugünümüzün ve yarınımızın sirâcı olsun! O ilâhî sirac, dünyamızın da âhiretimizin de nasîbi olsun!

İlâhî, bizi O’nun aşkıyla yaşat, O’nun aşkıyla haşret!..

Âmîn!..