KULLUK EDEBİ

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

mevlana-osman-nuri-topbas-yuzakidergisi-eylul2016
GÜZEL AHLÂKI TAMAMLAMAK

Peygamber Efendimiz buyurur:

“Ben, gü­zel ah­lâ­kı ta­mam­la­mak üze­re gön­de­ril­dim.” (İmam Mâ­lik, Mu­vat­tâ, Hüs­nü’l-hulk, 8)

Bir başka hadîs-i şerif:

“Kıyâmet günü, mü’min kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62)

Anlaşılmaktadır ki;

Dînin ve ibâdetin yani Allâh’a kulluğun hulâsası güzel ahlâk ve edeptir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kendimizi muhasebe ederek, Cenâb-ı Hak’tan, edepli bir insan olmak husûsunda bizi başarıya ulaştırmasını niyâz edelim. Çünkü edebi olma­yan kişi, Allâh’ın lutfundan mahrum kalır. Edebi olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz; belki edepsiz­liği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.”

Hazret-i Mevlânâ, Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalara da edep zâviyesinden bakıp ibret almaya davet eder:

EDEP YÜKSELTİR, EDEPSİZLİK ALÇALTIR

Edep tâ Hazret-i Âdem ile İblis’in kıssasında nirengi noktası oldu:

Şeytan huzûr-i ilâhîden, ilim veya amel noksanlığı sebebiyle değil, edepsizliği yüzünden kovuldu. Hazret-i Âdem’i de kurtaran edebi oldu.

Bu yüzden mü’minin hayatında şeytanı mahveden en güzel fazîlet, edeptir.

Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle îzah eder:

“İblis, Hazret-i Âdem’e secde etmeyip Allâh’ın emrine karşı gelince;

«–Benim zâtım ateşten, onunki çamurdandır. Yüksek olanın aşağı olana secde etmesi nasıl yakışık alır?» dedi.

İşte İblis, Allâh’a edepsizce karşılık vermesi yüzünden lânete uğradı ve huzûr-i ilâhîden kovuldu. Üstelik bir de küstahlık edip, kendisini halk edenle cidâle kalkıştı.” (Fîhi Mâ Fîh, s. 159)

Nitekim Ebû Ali ed-Dekkak -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“Edebi terk etmek, ilâhî huzurdan kovulmayı îcâb ettirir. Her kim sultanın önünde terbiyesizlik ederse kapıya, kapıda edepsizlik ederse ahıra gönderilir.”

Bir başka misal de şudur:

İsrailoğulları, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla Firavun’un zulmünden kurtulmuş ve Hazret-i Musa ile Mısır’ı terk etmişlerdi. Cenâb-ı Hak onlara bu esnada kudret helvası ve bıldırcın ikram ediyordu. Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:

“Hiçbir zahmet ve baş ağrısı olmaksızın, ilâhî lütuf olarak İsrailoğulları’na gökten sofra iniyordu. Fakat Hazret-i Musa’nın kavmi arasında bulunan birkaç edepsiz;

«Hani sarımsak, hani mercimek?» diye söylendiler.

Bunun üzerine gökyüzünden inen sofra inmez oldu. Ekmek kesildi, bıldırcın kuşu ile kudret helvası bulunmaz oldu. Bundan sonra insanlara; ekin ekme, bel belleme, çapa ve orak yorgunluğu kaldı.

Hazret-i Musa, tekrar şefaat edince, Cenâb-ı Hak gökten sofra indirdi. Tabaklar içinde nimet gönderdi. Fakat küstahlar, yine edepsizlik ettiler. Dilenciler gibi sofradan yemek aşırdılar.

Hazret-i Musa onlara yalvardı. Dedi ki:

«Bu sofra devamlıdır. Yeryüzünden kalkmayacak, eksilmeyecektir.»

Büyük bir zâtın sofrasında bulunup da açgözlülük etmek, hırsa ka­pılmak nankörlüktür. O görmemişlerin hırsı yüzünden, kendilerine ilâhî rahmet kapısı kapandı.”

Bu kıssada bir misal verildiği gibi; aslında insan nice nimetlere gark olduğu hâlde, bunları unutup nankörlüğe dûçâr olur ve edepsizliğe düşerse, elinden o nimetler de alınır.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Gamdan, kederden ve sıkıntıdan başına ne gelirse bunlar; cüretkârlıktan, edepsizlikten ve küstahlıktan gelir. Dost yolunda edepsiz kişi, başkalarının da yolunu vurmuş olur. Böyle kişi mert değil nâmerttir. Edepten dolayı bu gökler, nûra gark olmuştur. Melekler de edeple­rinden ötürü temiz ve masum olmuşlardır.”

EDEP RÂZI OLMAKTIR

Allâh’ın takdirine râzı olmak, edeptir. Çünkü Allah Teâlâ, -hâşâ- kullarının isteklerini yerine getirmek mecburiyetinde değildir. Bilâkis kulları, Rablerinin tâlimatlarını yerine getirmek zorundadır.

Cenâb-ı Hak; kullarına ne verirse, lütuf ve ihsânıdır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allâh’ın, kullarından dilediğine karşılıksız nimette bulunduğu herhangi bir ikrâmının (sadaka) olmadığı hiçbir gün ve gece yoktur. (Yani Allah gece-gündüz, kullarına nice ikramlarda bulunmaktadır.)

Ve Allah Teâlâ; kendisini anmayı, yani «zikrullâh»ı ilhâm ettiği kulu gibi, kimseye nimette bulunmamıştır. (Yani Allâh’ın en büyük ikrâmı, kuluna Zâtını zikretmeyi hatırlatmasıdır.)” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kitâbü’z-Zühd, Beyrut-Dımaşk: Dâru İbn-i Kesîr, 1999, s. 181 No: 454)

O -celle celâlühû- lütuf ve kerem sahibidir. Kullarına rızık vermesi, onları şifâ ve afiyete kavuşturması, muhafaza etmesi hep O’nun rahmetinin fazlıdır, ikrâmıdır.

Bu hakikati Hazret-i Mevlânâ şu kıssa ile anlatır:

“Bir gün Hazret-i Ali, yüksek bir köşkün üzerinde idi. Cenâb-ı Hakk’a gösterilmesi gereken hürmet ve tâzimden habersiz, inatçı bir kişi Hazret-i Ali’ye dedi ki:

«–Ey akıllı kişi, Allah seni muhafaza eder mi?»

Hazret-i Ali;

«–Evet.» dedi. «O bizim varlığımızı çocukluğumuzdan beri ko­rur, hem de O, ganîdir.»

O küstah kişi dedi ki:

«­–Öyle ise Allâh’ın seni koruduğuna güvenerek, ken­dini damdan aşağı at bakalım. Kendini at aşağı da, bana da senin tam inanç sahibi olduğuna dair bir kanaat gelsin.»

Emîr ona dedi ki:

«–Sus, defol git de bu küstahlık yüzünden canın belâya uğramasın. Bir kulun kendini tehlikeye atarak Allâh’ı imtihana kalkışması, Kulluğa yaraşır mı? Ey bilgisiz ahmak! Bir kul; edepsizliği yüzünden, Allâh’ı nasıl imtihan etmeye kalkışır?

O imtihan Hakk’a yakışır, çünkü o her an kullarını imtihana çekmek­tedir.

Böylece de Allah; bizim kendi kendimizi apaçık görmemizi, içimizdeki gizli inancı bilmemizi sağlar.

Bu sonsuz gök kubbeyi yüceltmiş olan Allâh’ı sen nasıl imtihan edebi­lirsin? Ey kendi hayrını, şerrini bilmeyen zavallı! Önce kendini imtihan et de sonra başkasına sıra gelsin! Sen; kendini imtihan edecek olursan, başkalarını imtihan etmekten vaz­geçersin. Eğer bir zerre kalkar da, dağı tartmaya girişirse; o dağ yüzünden, terazisi kırılır, parçalanır!»”

Anlaşılmaktadır ki;

EDEP, HADDİNİ BİLMEKTİR

Hazret-i Mevlânâ, haddini bilmeyen bir nâdânın hâlini şöyle anlatır:

Bir gün Hazret-i İsa -aleyhisselam-’a bir kimse yol arkadaşı olmuş. Beraber giderlerken bu kimse, bir köşede bazı kemikler görmüş ve Hazret-i İsa’ya yalvarmış:

“–Ne olur yâ İsa! Bildiğin «İsm-i Âzam»ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”

Hazret-i İsa ise cevaben;

“–O iş senin kârın değildir. «İsm-i Âzam»ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i Âzam, pâk bir lisan ve temiz bir kalp ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi haram ile mülevves olmasın ve melekler gibi isyan ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbul olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazinelerinin emîni eyler.

Meselâ farz edelim ki, sen; Hazret-i Musa’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Musa’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderhâ yapabilesin ve onu zaptetmeye kādir olabilesin?!. Hattâ Musa’nın asâsı ejderhâ olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona;

«Korkma yâ Musa!» (en-Neml, 10) buyurmuştu.

İşte bunun gibi, sende İsa’nın nefesi yokken «İsm-i Âzam»ı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki!” dedi.

Fakat gafil, yine durmadı ve;

“–Yâ İsa! Bu istîdat bende yoksa bari sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi.

Hazret-i İsa, bu ahmağın sözleri karşısında hayretle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti:

“–Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!”

Hâlbuki bir kulun vazifesi, evvelâ Rabbine kulluğudur. Bundan gafil iken çok daha ileri ve boyunu aşan hususlarla meşgulmüş gibi görünmesi, haddini aşmaktır ve edepsizliktir.

Şu kıssa da kul ile Rabbi arasındaki münasebetin hakikatini ne güzel ifade eder:

ÖYLE BİR KUL Kİ!

Adamın birisi bir köle satın almıştı.

Mâlûmdur ki;

Geçmişte milletler arası harp hukuku, kölelik müessesesinin varlığını zarûrî kılıyordu.

İslâmiyet, kölelerin haklarına son derece îtinâ gösterilmesini emretmiştir. Efendimiz son nefesinde dahî;

“Emrinizin altındakilerin hukukuna riâyet edin!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123) buyurmuştur. Bu hukuk öyle ileridir ki; köle sahipleri, kölelerine kendi yediklerinden yedirmekle, içtiklerinden içirmekle emrolunmuşlardır. Bu hukuka riâyet etmenin zorluğundan birçok sahâbî, kölelerini âzâd etmişlerdir.

Zaten;

Köleleri âzâd etmek, büyük bir sevap olarak teşvik edilmiştir. (el-Beled, 11-13) Yemin keffâreti gibi birçok yolla, köle âzâdına imkânlar bahşedilmiştir.

Esir ve köle hukukuna nasıl bir riâyetin talep edildiğini şu hâdise ne kadar güzel göstermektedir:

Bedir Harbi’nde müslümanlar Mekkelilerden esirler almıştı. Onları Medine’ye götürürlerken, esirler hayvanlara binmiş, müslümanlar ise yaya yürümüşlerdir. (Vâkıdî, I, 119)

İşte asrımız ve işte 1400 sene evvelki saâdet asrı!..

Adamın aldığı bu köle; takvâ sahibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

«–Benim evimde neler yemek istersin?»

«–Ne verirsen onu.»

«–Nasıl elbiseler giymek istersin?»

«–Ne giydirirsen onu.»

«–Evimin hangi odasında kalmak istersin?»

«–Hangi odada kalmamı istersen orada.»

«–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?»

«–Hangi işleri yapmamı istersen onları.»

Bu cevaplar karşısında, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:

«–Keşke ben de Rabbime böyle teslim olabilseydim. O zaman ne mutlu olurdum!..»

Bu arada köle dedi ki:

«–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irade ve ihtiyârı olur mu?..»

Bunun üzerine efendi;

«–Seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim…» dedi.

İşte kulluğun edebi…

Takdir ne ise onu sevmek ve ondan râzı olmak.

Takdir; zor ve müşkil ise de sabır ve tahammül göstermek. Bazen bu zorluk ve sıkıntılar, başka kullardan gelecektir. Mü’mine yakışan yine İslâm ahlâkı ve edebini sergilemektir.

Nitekim Mekke döneminde nâzil olan Furkan Sûresi’nde Rahmân’ın rahmetle yoğrulmuş kulları şu vasıfla zikredilir:

“Câhiller sataştığı zaman edep ve vakarla; «selâmâ» diyerek tebessümle geçmek.”

Câhillerin sataşmalarına tenezzül etmemek. Fakat istihkar da etmemek…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Belâların en şiddetlisi peygamberlerin başından geçer!” (Tirmizî, Zühd, 57)

Bu hadîsin izahı sadedinde Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“En büyük iptilâ, ham insanları terbiye etmektir.”

“Ey müslüman! «Edep nedir?» dersen, bil ki edep; edepsizlerin her işine sabretmekten ibarettir. Onların kabalıklarına ve kötü sözlerine tahammül etmekten ibarettir.”

Bu ince bir edep hassâsiyetidir, edebin bâtınıdır. Buna riâyet çok mühimdir. Zira Hak dostları şöyle demişlerdir:

“Zâhiren ve bâtınen edebe sarıl. Çünkü bir kimse zâhirî edepte kusur ederse zâhiren ceza görür, bâtınî edepte kusur ederse bâtınen ceza görür. Kim edebi zâyî ederse; kendini Hakk’a yakın zannetse de uzaktır, makbul zannettiği hâlde merduttur (reddedilmiştir).” (Rûhu’l-Beyân, X, 401)

Cenâb-ı Hak, cümlemizi edebe riâyet eden güzel ahlâklı kullarından eylesin. Sûretlerimizi ve yaratılışımızı ahsen-i takvîm üzere halk ettiği gibi, ahlâkımızı ve sîretimizi de ahlâk-ı Muhammediyye ile güzelleştirsin. Kulluğumuzu dergâh-ı izzetinde kabul buyursun.

Âmîn!..