RAHMETE DÖNÜŞTÜRMEK

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

osman-nuri-topbas-yuzakidergisi-mevlana-mesnevi-sayi122
ASIRLAR ÖNCE MISIR’DA
Hazret-i Yûsuf kuyudan saraya yükselen hikmetlerle dolu hayat hikâyesinin sonunda, anne-babasını ve kardeşlerini Mısır’a getirmişti. Yakub -aleyhisselâm-’ın evlâtları burada yerleşip bir kavim oluşturdular. Asırlar içerisinde, Mısır’da hükümdar olan firavunlar; ülkelerinde iğreti gördükleri İsrailoğullarına, yani Yakup -aleyhisselâm-’ın torunlarına zulmetmeye başladılar. Mısırlılara «Kıptî»; İsrailoğullarına ise, torun mânâsına «Sıptî» deniliyordu.
Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarının içinden Hazret-i Musa’yı peygamber olarak seçti ve firavun’a gönderdi. Zulme son vermesini, kendisine îmân etmesini ve İsrailoğullarını Ken‘an diyarına götürmek üzere serbest bırakmasını istedi. Firavun ise, kibir ve küfründe ısrar etti.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa’yı 9 mûcize ile te’yîd etmişti. Bunlardan biri de «kan» mûcizesi idi.
“Ve dediler ki:
«Bizi sihirlemek için ne mûcize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.»
Biz de ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine;
Tufan,
Çekirge,
Haşere,
Kurbağa istîlâları ve
Kan gönderdik;
Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.” (el-A‘râf, 132-133)
Kan mûcizesi; Hazret-i Musa’nın, asâsını Nil Nehri’ne vurması ve Nil’in suyunun kıptîlere kan hâline gelmesi şeklinde tecellî etmişti. Nil, sıptîler içerken ve kullanırken aslî berraklığını muhafaza ediyor; kıptîlere ise kan oluyordu.
Mevlânâ, sıptî ile kıptî arasındaki bu mânevî farkı şu şekilde anlatır:
SIPTÎ İLE KIPTÎ
Bir kıptî hararetten kavrularak bir sıptînin evine geldi. Hâline acındırarak;
“–Ben senin dostun ve akrabanım. Sana şiddetle muhtaç hâldeyim. Kendin için Nil’den bir tas su doldur da bu eski dostun senin elinden su içsin! Kendin için doldurursan, içindeki kan olmaz. Saf ve sihirden âzâde olur!..” diye yalvardı.
Sıptî, kıptînin mûcizeyi idrâk etmesi için Nil’den bir tas su doldurdu. Ağzına götürüp yarımını içti. Tası kıptî tarafına eğdi ve;
“–Haydi iç!” dedi.
Kıptî, sevinerek ağzını uzattı; lâkin su kıpkızıl kana dönüşüverdi. Bunun üzerine sıptî, tası kendine çevirdi. Kan, tekrar saf su hâline döndü. Kıptî öfkelendi. Hiddeti geçinceye kadar oturdu. Ve sıptîye döndü;
“–Ey kardeş! Bu düğümün çözülmesi nasıl olur? Bunun esrârı nedir?” dedi.
Sıptî;
“–Nil’in bu tatlı ve berrak suyunu ancak Musa’nın dînine inananlar içebilir. Sen de ancak, firavunluk yolundan ayrı1ıp Musa yoluna girersen bu suyun berraklığına ve lezzetine kavuşabilirsin!” dedi.
Sıptî, kıptîye nasihate devamla dedi ki:
“–Ay ile sulh hâlinde olabil ki, mehtabı göresin!” (Burada aydan maksat, Hazret-i Musa -aleyhisselâm-; mehtap ise, peygamber mûcizesidir.)
“Allâh’ın has kullarına karşı kinin, seni kör ve sağır ederek arana binlerce perde germiş. Sapıklık ve küfür vadisinde körü körüne dolaşıyor, hakikate âmâ oluyorsun!
Dağ gibi küfrünü istiğfâr ile erit ki, hidâyet bulasın! O zaman Hakk’a vâsıl olanların hidâyet kâsesinden sen de nasibini alırsın!
Allah -cellle celâlühû-, Nil suyunu kâfirlere haram edince, sen bir hile ile, yani beni vasıta kılarak onu nasıl içebilirsin?!.
Ey kıptî, Nil’in haddine mi? İlâhî emri terk etsin de kâfirlere su olsun!..”
Bu sözler üzerine kıptînin gönlündeki sisler dağıldı ve hakikat güneşinin nûrunu seyretmeye başladı. İnkâr ve isyanından nedâmetle sıptîye;
“–Benim hakkımdaki duâyı sen et! Çünkü kalbimin karanlığı ve günahımın fazlalığından dolayı bende duâ edecek ağız yoktur! Sen duâ et ki, onun tesiri ile şu kalbimin kilidi kırılsın da benim gibi çirkine de güzeller arasında bir yer nasîb olsun!.. Bu nasîb ile, iblis nefsimin esâretinden kurtulur, meleklere yoldaş olurum. Senin duân, bana sâlihlerin nefesi gibi gelecektir; ne olur duâ et!..” dedi.
Bunun üzerine sıptî secdeye kapanarak Allâh’a şöyle yalvardı:
“–Ey gizli ve âşikâr her şeyi bilen Rabbim! Kul, Sen’den başka kime el açsın? Duâ Sen’den, onu kabul etmek de Sen’den. Evvel de Sen’sin, âhir de Sen’sin! Biz arada hiçten daha hiçiz. Ey gönlümüzü duâya meylettiren! Duâmızın kabûlü Sen’in merhametinledir…”
Sıptî, böyle cân u gönülden Cenâb-ı Hakk’a niyaz edip yalvarırken kıptînin gönlünde ansızın bir feryat ayyûka yükseldi. Göz pınarları boşalmaya başladı. Hemen sıptînin ellerine sarılarak haykırdı:
“–Haydi çabuk! Şu âna kadar ömrümü ziyân ettiğim yeter! Bana îman bahçesine girmek için yardım et! Ne diyeceğimi, ne edeceğimi söyle! Söyle ki, bir an önce şu küfür karanlığından kurtulayım!..
Zira rûhuma bir ateş düştü. Benim gibi bir iblise meleklik yolu açıldı. Bana ne mutlu ki, senin gibi elden tutup hidâyete götüren bir dosta mâlikim! Sen gülleri solmayan, ebedî olan cennet bağındaki fidandan bir filiz gibisin ki, beni o bağın lezzetlerine gark ettin!
Ben su içmek için senin nehrine geldim, orada hakikat denizine kavuştum. Ve o denizden nice inciler elde ettim.” dedi.
Sıptî, bir tas su doldurup kıptîye uzattı;
“–Şimdi içebilirsin!” dedi. Ancak kıptî, suya bakmadı bile. Dedi ki:
“–Ben artık;
«Allah, mü’minlerin canlarını satın aldı.» (et-Tevbe, 111) sırrından bir şerbet içtim ki, onun feyzi ile mahşere kadar susuzluk benim yanıma uğramaz. Derelere ve çeşmelere su veren Allah; benim gönlümde öyle bir kaynak coşturdu ki, yanıp kavrulan ciğerim su istemekten vazgeçti. Öyle bir mânevî su içtim ki, onun tadı dünya sularında yoktur. Ben Nil’den su içmek için îman kapısına gelmiştim; ama o îman nûrunun sahibi Allah, lütuf ve keremiyle beni mânevî bir Nil hâline getirdi.
Anladım ki, bu hakikati idrâk edemeyip de berrak ve tertemiz sular içmek yerine kıpkırmızı kanları yudumlayanlara ne kadar yazık! Onların içinde bulundukları derin gaflete mukābil, yalnız Nil’in değil, bütün cihanın suları onlar için kan olarak aksa revâdır!”
RAHMET FARKI KALPTE
Her şey, Nil’in suları gibidir. Ya kandır, kahırdır; yahut da berrak, şifâlı bir sudur, yani rahmettir. Farkı oluşturan, kalbî hayattır.
Bütün vâkıaları rahmete dönüştürebilmek, kalbî hayatımıza bağlıdır. Kıssadaki kıptî, hidâyete erişince bütün âleme bakışı değişti. Bütün âlemin de ona akışı değişti.
Mevlânâ Hazretleri, başka beyitlerinde de bu farkı îzah eder:
“Nil Nehri ve Kızıldeniz; Allâh’ın emri muktezâsınca Musa -aleyhisselâm- ve tâbîlerine yol vermiş, Firavun ve askerlerine ise, o yolu kapayıp helâk etmiştir.
Böylece Cenâb-ı Hak; şuursuz zannedilen Nil ve Kızıldeniz’e onlara has bir idrak verir de, Musa -aleyhisselâm- ile Firavun’u ayırt ederler.”
“Buna mukābil aklı olan Kābil, bu aklın aczi sebebiyle isyana düşüp âdetâ akılsız ve idraksiz bir hâle gelir. Katlettiği kardeşinin cesedini ne yapacağını şaşırır.”
“Kābil, kadın yüzünden sâlih kardeşi Hâbil’i katleder. Cesedini ne yapacağını bilemez. Sonra ölü bir kargayı, diğer bir karganın toprağı kazıp gömdüğünü görür;
«–Yazık bana! Bir karga kadar dahî olamadım!» der.”
“Akıl, ilâhî terbiye ile mü’minlere yağmur gibi rahmet olur da; lâkin ilâhî gazaba, sille-i Rahmânî’ye müstehak olana damlası düşmez!”
“Bu hâl, peygamberlerin mûcizelerinde mütemâdiyen görülür. Onlar, taşa ve asâya ruh verirler.”
“Ebû Cehl’in elindeki taşlar, Peygamberimiz’in mûcizesi olarak lisâna gelmiş ve;
«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهُ»
demiştir.”
“Asâ ise; Hazret-i Musa’nın elinde ejderhâ olmuş, Firavun’u korkutmuş ve sihirbazların ortaya attıklarını bir anda imhâ etmiştir.”
Eşyanın insanın kalbî hayatına göre, tecellîlere sahne olmasının bir misâli de Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-’dir. O bir gün bir ağaç altında otururken bir fakir gelip ihtiyaçlarını arz eder. Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-; yerden bir avuç kum alır, okur. Fakire uzatır. Fakir; kumların altın tozu hâline geldiğini görünce sevinir, şaşırır ve yalvararak;
“–Yâ Emîre’l-mü’minîn, ne olur, Allah aşkına bana okuduğunu öğret!” der.
Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-; Fâtiha Sûresi’ni okuduğunu söyleyince fakir, yerden bir avuç kum alır, okur. Bir değişiklik olmaz. Merak ile Hazret-i Ali’ye;
“–Bu hâl nedir? Neyin nesidir?” diye sorar.
Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-;
“–İkimiz de Fâtiha okuduk. Bu, ağız ve kalp farkıdır!..” buyurur.
Yine Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı şu kıssa aynı hakikati bir başka misalle dile getirir:
Bir gün Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olur. Beraber giderlerken bu adam, bir köşede bazı kemikler görüp Hazret-i İsa’ya yalvarır:
“–Ne olur yâ İsa! Bildiğin «İsm-i Âzam»ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”
Hazret-i İsa ise cevaben;
“–O iş senin kârın değildir. «İsm-i Âzam»ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i Âzam, pâk bir lisan ve kalb-i selîm ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi; haram ile kirlenmemiş ve melekler gibi isyan ve günahtan pâk olacak. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbul olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazinelerinin emîni eyler.
Meselâ farz edelim ki, sen, Hazret-i Musa’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Musa’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderhâ yapabilesin ve onu zaptetmeye kādir olabilesin?!. Hattâ Musa’nın asâsı ejderhâ olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona;
«Korkma yâ Musa!» (en-Neml, 10) buyurmuştu.
İşte bunun gibi, sende İsa’nın nefesi yokken «İsm-i Âzam»ı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki!” dedi.
Fakat gafil, yine duramadı ve;
“–Yâ İsa! Bu istîdat bende yoksa bari sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi.
Hazret-i İsa, bu ahmağın sözlerine karşılık olarak;
“–Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diyerek hayretini ifade etti.
Bu misallerin bir hikmeti de şudur:
MADDE, MÂNÂYA MAĞLÛPTUR
Mâneviyat; maddeden üstün olduğundan dolayı, dâimâ onu tesiri altına alır. Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandan ve tarihçi Hamilton;
“Bizi Türklerin maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûp etmiştir. Onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!” demiştir.
İsrailoğulları; Firavun ve kavminin çok zayıf gördüğü, horladığı bir kavim idi. Fakat Allah Teâlâ; zayıf kulları eliyle, o kibirli kavmi perişan etti.
Çanakkale’de de, maddî kuvvete istinâd eden devrin firavunları; ummadıkları bir mağlûbiyet tatmış ve Çanakkale Boğazı’ndaki sular, onlar için kan olmuştu.
Müslümanlar için bu zaferi getiren ise; sancaklarına işledikleri gibi; din, vatan, nâmus ve ittihad için canlarını ortaya koymalarındaki samimiyet idi. Yani îman kuvveti idi.
Bugün İslâm beldelerinin hâli perişan. Çünkü müslümanların kalbî hayatlarında, o ittihad kuvveti yok. O dîni muhafaza aşkı, vecdi, istiğrâkı, heyecanı ve gayreti yok.
Bizler îmânımızı ne kadar kuvvetlendirirsek, kalbî hayatımızı ne kadar Rabbimiz’in rızâsına muvâfık hâle getirebilirsek; bugünkü hâdisât da öylece rahmete dönüşecektir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ancak Sana kulluk ederiz, ancak Sen’den yardım ederiz!” (el-Fâtiha, 5)
Yani ilâhî yardımın tecellîsi, kulluğumuzun keyfiyetine bağlıdır.
Ümmetin zulmetlerle kaplı istikbâlini nûra, kahırlarla dolu kaderini rahmete kavuşturacak nefes; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nefesidir.
PEYGAMBER NEFESİ
Ancak ondan istifâde için, kalbimizin o rahmete teşne ve hazır olması îcâb eder. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Peygamberlerin nefesleri taşa bile tesir eder. Onların sözlerine dağlar bile boyun eğer. Lâkin bir ahmağa, onların saçtığı hikmet incilerinden bir tanesi dahî isabet etmez!
Ahmaklık damgası Allâh’ın bir mührüdür. Ona hiç kimse çare bulamaz.
Seher rüzgârı, ahmaklıkları yüzünden Sebe’lilere sam yeli olmadı mı?
Ahmak kimse, zekâdan ibaret olsa bile; mademki onda hayır ile şerri, hak ile bâtılı ayırt ediş vasfı yoktur, o bir ahmaktır.
Ey sâlik! Dikkat et de böyle kimselerden ceylânın arslandan kaçtığı gibi kaç! Sakın onlarla bir arada bulunma!..”
Ahmakların durumu, Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı şu hikâyedeki karanlıkta fili görmek isteyenlerin hâline benzer:
Hintliler, halka göstermek için karanlık bir ahıra bir fil koymuşlardı. Fili görmek isteyen pek çok kimse de, hemen gelerek ahıra girdi ve fili seyretmeye çalıştı. Ancak o zifirî karanlıkta kimse bir şey göremediğinden herkes filin bir tarafına elini sürerek onun nasıl bir şey olduğunu anlamak istedi.
Hortumuna dokunanlar;
“–Fil yuvarlak bir oluğa benziyor!”
Kulağını tutanlar;
“–Hayır, kalın bir yelpazeye benziyor!”
Ayağına el sürenler;
“–Yok yok, acayip bir sütuna benzemektedir!”
Sırtına değenler ise;
“–Hepiniz de yanılıyorsunuz, o üzerine oturulacak geniş bir taht gibidir!” şeklinde konuştular.
Oysa fil, hiçbirinin dediğinden ibaret değildi. O ahmaklar, bir türlü akıl edip de;
«–Bırakalım şu tartışmayı da şu file bir de aydınlıkta bakalım!» demeyi akıl edemediler. Böylece doğru ve sağlam bir mâlûmata ulaşamadılar.
Bizim kalplerimizin de mânevî, uhrevî, îmânî hakikatleri görebilmek için; hidâyet nûruna ihtiyacı vardır. Kalplerimizi o nûra kavuşturmadan; akıl yoluyla, düşünce yoluyla hakikati aramak, fili karanlıkta yoklayarak hakikate ulaşmaya çalışanların ahmakça neticelerine vardırır.
Sözün özünü Hazret-i Mevlânâ şöyle söyler:
“Sen şu bizim başımızda görünen fânî gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz, bir şeyi nasıl görürse, fânî gözümüz de er geç onun tarafına döner.
Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mânâ dükkânını aç.”
Hâsılı;
Toplumlar, kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin boş hayalleriyle selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan peygamberlerin ve onların ardında Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup tasavvufî hikmetlerle kemâle ermiş olan Hak dostlarının rûhudur. Onların kana kana içtiği hidâyet ve rahmet pınarıdır.
Yâ Rabbî!.. Bize rahmetinle muâmele eyle. Bizi, âlemlere rahmet Habîbi’ne ümmet eyledin, kalplerimize de O’ndan istifâdeye lâyık bir kıvam nasîb eyle… Zorluklardan kolaylık, zahmetlerden rahmet, çilelerden yakınlık dermeyi nasîb eyle!..
Hakkı hak bilip, ona ittibâ ve bâtılı bâtıl görüp ondan ictinâb etmek yolunda bizleri muvaffak eyle!..
Âmîn!..