HAYIRLI BİR ÜMMET OLMAK

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

EN YÜCE LÜTUF, EN YÜCE İKRAM

Cenâb-ı Hak biz âciz kullarını meccânen, yani bir bedel ödemeksizin Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti olmakla şereflendirdi.

Bu muazzam lütuf ve ihsandan dolayı ne kadar şükretsek azdır. O’na ümmet olmanın ne büyük bir ikrâm-ı ilâhî olduğunu Süleyman Çelebi merhum şöyle ifade etmiştir:

“Ümmetin olduğumuz devlet yeter!”

O, en büyük nimet; O’na ümmet olmak, en büyük nasip ve devlet…

Çünkü;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hilkat bedîası. Yani bir yaratılış hârikasıdır. Müstesnâ cemâli, yüksek rûhu ve mükemmel şahsiyetiyle; insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran bir sirâc-ı münîr, parıl parıl parlayan bir hidâyet kandilidir.

O’nun ahlâk-ı hamîdesi; Kur’ân-ı Kerîm’in şahâdetiyle pek azametli, pek büyüktür. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in ahlâkı, Kur’ân’ın ta kendisidir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ; bizler için üsve-i hasene, en güzel örnek, en mükemmel nümûne-i imtisaldir. Her ayrıntısı nezih, tertemiz hayatıyla, sîretiyle, sûretiyle, sünnetiyle yediden yetmişe, garip bir yetimden muktedir bir hükümdara, muzaffer bir kumandana, sâlih bir din adamına, fazîletli aile reisine, hâsılı her fert ve toplum için saâdet ve selâmet yollarının yegâne mürşidi ve rehberidir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmeti için son derece şefkatli ve merhametlidir. Hayatta iken hidâyet ve ıslahımıza rehberliğiyle, vefâtından kıyâmete kadar rûhâniyeti ve istiğfârıyla, rûz-i mahşerde de şefâat-i uzmâsı ile ümmeti için titreyen bir yürektir.

Lâkin unutulmamalıdır ki;

Bu nimete nâil olmamız meccânen olsa da, ondan uhrevî ve ebedî istifâde etmenin yolu bedelsiz değildir. Bu bedel ise, O’na lâyık olmaktan ibârettir. Bu bedel Mevlid-i şerifte hülâsaten ifadesini bulmuştur:

Sünnetin tut, ümmeti ol ümmeti,

Tâ nasîb ola sana Hak rahmeti.

O’na hakkıyla ümmet olma vazifemiz, âyet-i kerîmede de şöyle beyan buyurulmuştur:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allâh’a îmân edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Demek ki mesele;

HAYIRLI OLMAK

Hayırlı bir ümmet olmak için her şeyden önce mükemmel bir karakter ve şahsiyet lâzım. Çünkü insanlar dâimâ yüksek karakterlere hayran olur ve müstesnâ şahsiyetlerin ardından yürür.

Nitekim;

Rasûlullah Efendimiz, en câhil ve en vahşî bir toplum içerisinde gönderildi. Yüksek karakteri ve müstesnâ şahsiyetiyle, istîdatlı gönüllere câzibe merkezi oldu. O Sirâc’ın nûruyla; Ebûbekirler, sıddîkiyet; Ömerler, fârukiyet kazandı. Osmanlar nurlandı. Aliler keremlendi. O nûra pervâne olan Mus‘ablar, Enesler, Muâzlar, hidâyet ve fazîletlerle şereflendi. Böylece o zindan karanlığından beter olan bir devir; en aydınlık, en nûrânî olan bir devre inkılâb etti. Câhiliyye insanı; sahâbe-i kirâm oldu, fazîletler medeniyeti inşa etti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize, ümmetine misal oldu. Efendimiz’in risâlet ömrü nihayete erip, rûh-i şerîfi refîk-ı âlâya ulaştıktan sonra; sahâbe, tâbiîn ve onları ihsân üzere takip eden mü’min nesiller, hayırlı ümmeti temsil ettiler. İslâm’ı ufuklara yaydılar.

Peygamber Efendimiz’den itibaren O’nun nurlu yolundan ayrılmayanlar, hayırlı ümmet vasfına uygun bir toplum teşkil ettiler. İslâm’ın güler yüzünü hâllerinde ve sîmâlarında tebessüm ettirdiler. Ruhlarından rahmet taşırdılar.

Lâkin, son asırlarda müslümanların sokaklarından, şehirlerinden ve muâmelâtlarından Allâh’ın rızâsı ve Habîbi’nin sünneti ölçüsü uzaklaştı. Bâtıl mihraklardan esen fikrî cereyanlar, müslümanların şehirlerini de istîlâ etti. Modalar, reklâmlar; dâimâ israf, nefsâniyet ve hodgâmlık (bencillik) aşıladı. Neticede ortaya çıkan; hayırdan, fazîletten mahrum bir cemiyet oldu;

GAFİL BİR TOPLUM!

Allah ve Rasûlü’nün nûrundan uzaklaşan bir toplum, câhiliyye karanlıklarına gömülmeye mahkûmdur.

Hayırlı ümmet ile gafil toplumun farklarını hayatın her safhasında görmek mümkündür:

Hayırlı bir ümmet olan Osmanlı’nın mimarîsi ile günümüzün çarpık şehirlerini bir mukayese edelim:

Âhireti ufkundan hiç ayırmayan muhteşem mâzîmizin muazzam âbideleri Süleymaniye, Sultanahmet ve emsâli camilerimize baktığımız zaman; sanki ellerini semâya kaldırmış, ibâdet hâlindeki hayırlı ümmetin âdetâ bir timsâlini temâşâ ederiz.

Âhiretsiz bir dünya anlayışıyla toprağa kazık gibi çakılmış, kaktüs dikenleri gibi sivri, göğü ve gözü rencide eden, kasvet aşılayan günümüzün çarpık (rezidans) binaları ise; sanki âhireti unutmuş, ruhsuz bir toplumun kabir taşları gibidir.

İşte bu iki mimarî anlayış, iki dünya toplumunun ruh hâlini aksettiren en net bir misaldir.

Dünün hayırlı ümmete ait mimarîsinde, ihtişam vardı fakat gösteriş yoktu, kimsenin manzarasına perde olmak gibi bir haksızlık ve ruhları bunaltan bir rahatsızlık yoktu; sadece huzur vardı, tevâzû vardı, tabiîlik ve tabiat vardı. Batının dünyaya yaydığı diken mimarîsinde ise, hakka tecavüz var. Arkada kalanı karanlığa itme var. Gösteriş var, lüks var, debdebe var. Lâkin huzur ve sükûnet yok. Bin bir nefsânî kahkaha ve gürültü var, lâkin gönül sürûru ve saâdet yok.

Bir bayram namazında Süleymaniye’den yükselen tekbir ile, bir maç esnasında bir stattan yükselen gurur veya hakaret dolu tezâhürâtı, toplum rûhuna kazandırdıkları ve kaybettirdikleri açısından karşılaştırmak nasıl neticeler hâsıl eder?

Hayırlı ümmet camide toplanır, kardeşinin sevinci ve acısında bir araya gelir…

Gafil toplum sadece eğlencede ve yıkımda bir araya gelir. Çılgınlık için toplanır.

Hayırlı ümmetin hassâsiyet ve rikkati en ince damarlarına kadar inmiştir. Evde bir hasta varsa, cumbaya kırmızı bir çiçeğin konması kâfî gelir. Bunu bilen ve mânâsına âşinâ olan sıradan satıcılar bile, o sokaktan sessizce geçip gider ve bîçâre hastayı rahatsız etmezler.

Gafil toplumda ise; başkalarını rahatsız etmemek, üzmemek endişeleri kaybolmuştur. Zarâfet ve nezâket lügatlere çekilmiştir.

Hayırlı ümmetin düğününde, düğün sahiplerinin bütün dost ve akrabası bulunurdu. Fakir-fukarânın da duâlarından istifâde edilirdi. Merasim bir sohbetle başlardı, bir na‘t ile devam eder, rûha ferahlık verirdi. Bütün eller Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına açılarak semâya kalkar ve duâlı ağızlar, evlenen evlâtlar için en güzel niyazlarda bulunurdu.

Bugün ise gafil toplumun düğünlerinde, sadece; eğlence, debdebe ve gövde gösterisi var. Maytaplar, havâî fişekler patlatılıyor, hasta, çocuk, hamile kadın rahatsız oluyor mu, düşünülmüyor. Fakir-fukarânın davet edilmediği, herkesin defile yarışına girdiği, birbirine maddiyâtını teşhir için hoyratça israf tuzağına düştüğü bir çılgınlık… Bu düğünlerle kurulan aile yuvaları; ihtilât, mahremiyetlere dikkatsizlik ve her türlü feyizsizlik ile henüz tesis edilirken yaralanmakta.

Maalesef bugün, birçok müslüman aile de Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği hayırlı ümmet kıvâmından uzaklaşmakta ve gafil toplumun bozuk âdetlerine adım adım kapılmakta.

Eskiden yan yana kırk hâne komşu sayılıp, hakları gözetilirdi. Hatırları sorulur, ihtiyaç sahibi ise yardım edilir, hasta ise ziyaret edilir, düğününe de cenâzesine de koşulurdu. Komşular arasında içtimâî sınıf fark edilemezdi. Zengin ile fakir, âmir ile memur; camide olduğu gibi mahallede de bir arada idi.

Şimdi, bir mahallenin doluştuğu apartmanlarda, insanlar kapı komşusunu tanımayabiliyor. Komşuluk münasebetleri aidat toplamaktan ibaret kalabiliyor. Zengin ile fakirin hayat şartları arasında bol sıfırlı uçurumlar var. Fakirlerin sokulmadığı lüks siteler, zenginlerin uğrayamadığı kenar mahalleler var.

Hayrı, güzelliği, Allâh’ın rızâsını hayatın merkezine alan ümmet; yolda yürüyüşü ile dahî, Rabbinin kendisinden istediği güzel ahlâkı temsil ederdi. Yürüyüşler mütevâzı ve vakur, kimseyi incitmeyen, selâmı yayan ve hakkı tavsiye eden bir kıvamda idi.

Günümüzde ise, yollar ve trafik; insanların en çok nefsânî öfke nöbetlerine kapıldığı bir saha hâlinde. En arkadaki bir araç, bencilce, kul hakkını hiçe sayarak, başkalarını mağdur ederek, zulmen en öne geçiyor.

Hayırlılık vasfı; ahlâkın güzelliği, şahsiyetin mükemmelliği her şeyi ihâta etmelidir. Yolda yürümeyi de… Bu ehemmiyetsiz bir ayrıntı değildir. Hadîs-i şerifte yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmak, îmânın bir îcâbı olarak ifade buyurulmuştur. Temizlik ve tertibi îman vazifesi bilen hayırlı toplumda insanlar, mallarını vakfederek bunları uhdelerine almışlardır.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesi bize ibret olarak yeter:

HAYRATTAKİ SONSUZ UFUK

“Ben ki İstanbul fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed, bizâtihî alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkîinde kâin ve mâlûmu’l-hudûd olan 136 bâb dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vakf-ı sahîh eylerim. Şöyle ki:

Bu gayr-i menkûlâtımdan elde olunacak nemâlarla, İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tâyin eyledim.

Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar.

Ayrıca 10 cerrah, 10 tabîb ve 3 de yara sarıcı tâyin ve nasb eyledim.. Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâ-istisnâ her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifâsı şifâyâb olalar. Değilse, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Dâru’l-Aceze’ye kaldırarak orada salâh bulduralar!”

İşte medeniyet bu idi.

Hayırlı ümmette; vakıfların, yani hayırsever şahısların deruhte ettiği, kendi bağışlarıyla karşıladığı hizmetler, hayrın, hayrâtın unutulduğu toplumlarda, ancak vergi, ücret, sigorta primi karşılığında bir nebze gerçekleştirilebilmekte.

Biz bu medeniyete muhtacız.

Dünya da bu merhamete, bu şahsiyete, bu hayırlı ümmete muhtaç.

İnsanlık, bu şahsiyetin vesile olduğu hidâyetlere muhtaç.

Merhum pederim Musa Efendi –kuddise sirruh- anlatırdı:

Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

“–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve;

«–Buyurun, bu süt sizin!» dedi.

Şaşırdım:

«–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!» dedim.

O hassas ve zarif insan;

«–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…» dedi.

Ben;

«–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..» dediysem de Molla Rebî;

«–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..» deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyadesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime;

«–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarif, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahâdet getirip müslüman oldum.»”

İşte kul hakkına riâyet ve hidâyet medeniyeti. Tarihimiz o medeniyeti inşa eden güzîde şahsiyetlerle dolu.

Buna mukabil;

Teknolojinin imkânlarıyla batı kültürünün bütün dünyayı istîlâ ettiği devrimizde, imkânlar çok fakat, hayran olunacak şahsiyetli insan az.

Ekranlar dolusu, âhizeler dolusu lâkırdılar var. Fakat hâli ile de mârûfu emreden, hakkı tavsiye eden azın azı…

Bilgi dağlar dolusu, ulaşmak da kolay; fakat ilmiyle âmil, irfân ile kâmil âlimler az.

Bu sebeple, dînimizi en güzel şekilde yaşamamız ve yaşatmamız, onu insanlığa tebliğ etmemiz zarûrî…

Zira Cenâb-ı Hak hayırlı ümmet için;

“Mârûfu emredersiniz, münkerden nehyedersiniz.” (Âl-i İmrân, 110) buyuruyor.

O hâlde;

Öyle bir nesil yetiştireceğiz ki, onlar her yerde mâruf ile meşgul olacaklar. Hayrı yaşayacak ve yayacaklar. Onların hâli ve kāli; iyilik üzere, mâruf üzere, hayır üzere olacak. Aynı zamanda dâimâ münkere karşı duvar olacaklar. Hayra anahtar, şerre kilit olacaklar. Onların varlığı kötülüğe karşı set çekecek.

Bu hayırlı ümmet kıyâmete kadar devam edecek. Zira Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

SONU DA HAYIRLI!

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti, asr-ı saâdetten sonra gelip Kur’ân ve Sünnet istikametinde, hayırlı ümmet vasfında bir hayat yaşayanlar için ne büyük bir nebevî müjde ihtivâ etmektedir:

“Bir gün Peygamber Efendimiz’le beraber oturuyorduk. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ara;

«–Söyleyiniz, îmân edenler arasında en üstün îmâna sahip olanlar kimlerdir?» diye sordu.

Ashab; önce melekleri, sonra peygamberleri ve daha sonra da şehidleri en üstün îmâna sahip kimseler olarak zikrettilerse de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defasında;

«–Evet, onlar öyledir ve bu onların haklarıdır. Allah onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Ama ben bunları sormuyorum.» buyurdu.

Ashab;

«–Öyleyse kimler olduğunu siz söyleyiniz yâ Rasûlâllah!» deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

«–Onlar, şu an babalarında ve atalarında meknuz olan bazı kimselerdir ki; benden sonra gelecekler, beni görmedikleri hâlde bana îmân edecekler, beni tasdik edecekler ve Kur’ân’ı okuyup muhtevâsıyla amel edecekler. İşte îmân edenler içinde en üstün îmâna sahip olanlar bunlardır.»” (Hâkim, IV, 96/6993; Heysemî, X, 65)

Hadîs-i şerifteki müjde, Kur’ân ve Sünnet’i yaşamak şartına bağlı… Yaşamayanlardan ise Allah Rasûlü’nün şikâyetçi olacağını âyet-i kerîme şöyle bildirir:

“(O gün) Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.” (el-Furkān, 30)

Rabbimiz; bizi şikâyet-i Rasûlullah’tan muhafaza eylesin, şefâat-i Mustafâ’ya nâil eylesin.

Rabbim bizleri Efendimiz’in âhirzamandaki kardeşlerine ilhâk eylesin. Yeryüzünde Hakk’ın şahidi; iyiliğin, mârûfun yaşayıp yaşatıcısı; münkerâtın, şerrin kilidi, en hayırlı ümmet eylesin.

Âmîn!..