TEK YOL, İSTİKAMET!

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

yuzaki-dergisi-SAYI120-mevlana

 

ŞEYTANIN HİLESİ
Hazret-i Mevlânâ bir kıssa nakleder:
“Adamın biri her zaman «Allah!.. Allah!..» diye zikreder, bu zikirden ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı. Bir gün şeytan gelip;
«‒Ne diye durmadan ‘Allah!.. Allah!..’ deyip duruyorsun. Bunca zamandır ‘Allah!..’ demene karşılık bir kerecik olsun Allah sana;
‘Lebbeyk / buyur kulum, ne istiyorsun?’ dedi mi? Sende hiç utanma sıkılma yok mu? Daha ne kadar ‘Allah!..’ deyip duracaksın?» dedi.
Bunun üzerine Allâh’ın adını dilinden düşürmeyen adam utanıp sıkıldı (ümidini kaybetti) ve zikri bıraktı. Gönlü kırık bir hâlde yattı, uyudu.
Rüyasında Hızır -aleyhisselâm-’ı gördü. Hazret-i Hızır ona;
«‒Neden yaptığın güzel işi terk ettin, Allâh’ı zikretmeyi bıraktın?» diye sordu.
Adam;
«‒Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. Hak katından;
“Lebbeyk/buyur kulum!” sesi gelmedi. O’nun kapısından kovulmaktan korktum.» dedi.
Bunun üzerine Hızır -aleyhisselâm-, adama şu hikmetli karşılığı verdi:
«‒Ey Allâh’ın kulu! Senin ‘Allah!..’ demen, Allâh’ın; ‘Lebbeyk / buyur kulum!’ demesidir.
Allah, isminin zikrini herkese nasip eder mi?
Senin ‘Allah!..’ diyebilmen, Allâh’ın sana duyduğu sevginin işaretidir.»
Bunu duyan adam kalkıp istiğfarda bulundu ve tekrar Allâh’ı zikre devam etti.”
Bu kıssadan hisse şudur:
İbâdetleri peşin mükâfatlar elde etmek için değil, Rabbimiz’in emrini yerine getirmek şuuruyla gerçekleştirmeliyiz.
Rabbimiz bizden birçok kulluk vazifesi istiyor. Amellerimizi tâdâd etmek durumundayız. Hâlimizi, Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği istikametle mîzân etmek mecburiyetindeyiz.
Biz Rabbimiz’in istediği ölçülere ne kadar riâyet etme gayretinde olursak, Cenâb-ı Hak bizden inşâallah o kadar râzı olacaktır. Bizim için ölçü başka hiçbir şey değil, budur.
Kulluk yolunda vesveselere kapılmamak, sabırla devam etmek îcâb eder. Zira;
اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ
“Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153),
وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ
“Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân, 146)
Mühim olan eksiklerimizi görmektir. Mahşer yerinde bizim en mühim şahâdetimiz işlediğimiz amellerimiz olacaktır. Cenâb-ı Hak bizden amel-i sâlih istiyor.
Kulun bu vazifelerini edâ etmesi karşılığında keşif, kerâmet beklentisine girmemesi lâzımdır.
Günümüzde bilhassa câhil insanlar birtakım hayal mahsûlü, «uçtu-kaçtı» şeylere fazlaca ehemmiyet veriyor.
Cenâb-ı Hak ise bize bunları emretmiyor. O bize;
فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 112) diye tâlimat veriyor.

EMROLUNDUĞUN GİBİ
İstikamet, Allâh’ın bütün emirlerini titizlikle yaşamaktır.
Allâh’ın emirlerine titizlikle sarılmadan ve hayatın her safhasında İslâm’ı yaşamadan; birtakım nefsi kandırıcı, kolay ve basit yollarla Allâh’ın rızâsını kazanıvermek mümkün değildir. Hayallerin peşinde savrulmak değil, ilâhî gerçekleri takvâ ile yaşamakta merhaleler katetmek gerekir.
Kaldı ki; kerâmet gibi normal üstü hâdiseler, çeşit çeşittir ve tefrik edilmesi ilim ister.
İnsanoğlu öteden beri bazı usûlleri tatbik ederek birtakım fevkalâdelikler elde edebilmektedir. Bâtıl bir îtikāda sahip Hint fakirlerinin yılanlar, akrepler içinde yaşadıkları, çiviler üzerinde yattıkları meşhurdur. Bunlar; idman ile normal insanlardan çok daha fazla ağırlık kaldırabilen, normal insanlardan çok daha hızlı koşabilen sporculara benzerler.
Allâh’ın insandan isteği, böyle acayiplikler kazanması değil, ihlâs ile kulluk etmesidir.
Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh- bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Kendisine kerâmetler verilen, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhafaza ediyor mu, şer‘î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız! (Aksi takdirde onun bu hâli, kerâmet değil istidracdır.)”
İstidrac nedir?
Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bazı şahıslardan zuhûr eden hârikulâdeliklere istidrac denir. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları derece derece helâke sürükler.
Firavun da, istidrac sahibi olanlardandı. Dört yüz senelik ömrü boyunca bir kez baş ağrısı bile duymadığı, dişlerinin yekpâre olduğu, yokuş aşağı inerken atının ön ayaklarının uzadığı rivâyet edilir.
İstidrac, kâfir ve fâsıka gurur ve kibir verir. Âkıbetini daha beter hâle getirir. Musa -aleyhisselâm-, Kızıldeniz’e asâsını vurup Allâh’ın izniyle yol hâline getirince, arkasından kovalayan Firavun, askerlerine dönüp:
“– Bakın! Güç ve haşmetimden dolayı deniz yol hâline geldi.” dedi. Hâlbuki o girince, yol yine denize inkılâb etti. Firavun, askerleriyle beraber helâk oldu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hadîs-i şeriflerinde Deccal’in de birçok istidrac göstererek insanları kandırmaya çalışacağını bildirmiştir.
Bu gibi fevkalâdeliklerin kerâmetten farkını anlayabilmek ilim işidir. Fakat en mühim tefrik vasıtası şudur ki böylelerinin hayatı takvâ ölçüleri içinde geçmez. Bunlar Rasûlullâh’ın sünnetine ittibâda da nâkıstırlar. İlk dikkat edilecek nokta da budur.
Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî;
“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnet’e uymuyorsa bu bir istidracdır.” buyurur.
Kerâmet, ilâhî bir ikrâm olarak elbette hakikattir. Ancak hiçbir Hak dostu, bunu bir nevî gösteri edâsıyla yapamaz. Çünkü gerçek Hak dostları, gösterişten berî bulundukları için çok mecbur kalmadıkça bunu izhâr etmezler. İnsanlara, örnek alınabilecek beşerî ahlâk mükemmellikleriyle görünürler. Çünkü gaye, insanları irşad etmektir.
Onlar bu hususta Peygamber Efendimiz’e ittibâ ederler. Fahr-i Kâinât Efendimiz, umumiyetle ümmetine mükemmel bir nümûne olabilmek için beşerî temâyüller iktizâsınca hareket etmiştir. Sadece ihtiyaç hâlinde -Allâh’ın izniyle- nâdiren mûcize göstermiştir.
Şeytan, insanları yoldan çıkarmak için sağdan da yaklaşacağını söyler. Şeytanın sağdan yaklaşması, Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı kıssadaki âbide söylediği gibi vesveseler vermesi, beklentilere sokmasıdır. Kişi bu iğvâya kapılır da beklentilere girerse, umduğu fevkalâdelikleri bulamayınca bezginliğe ve yılgınlığa düşer. Şeytanın da maksadı budur. Fakat kul, vazifesini edâ huzurundan başka bir şeye talip olmazsa, şeytan ona vesvese verme yolu bulamaz.
Ayrıca düşünmelidir ki;
Belki insan her yaptığının karşılığını görse, kendinde varlık hissedecek, kibre, gurura kapılacak; «Ben!» demeye başlayacaktır. Nitekim tarihte Kārun ve Bel‘âm gibi bedbahtların, daha evvelce birer âlim ve fâzıl kişiler oldukları mâlûmdur.
Bu sebeple keşif ve kerâmetin zuhûr etmemesi, bir rahmet olarak görülmelidir. Tâha’l-Harîrî Hazretleri bu hakikati şöyle izah eder:
“Keşif ehli sâlik ile keşfi kapalı sâlikin hâli, gözü gören ile gözü görmeyen iki kişinin Hicaz seferine benzer. Her ikisi de yol boyunca devamlı olarak gayelerine yaklaşmaktadırlar. Fakat gözü görmeyenin sevâbı daha çoktur. (Çünkü o, görmenin rahatlığıyla değil, dâimâ endişe içinde, çukurlardan korunarak, tehlikelerden sakınarak yani takvâ hassâsiyeti içerisinde yol alır.) Seyr u sülûkta da keşfi olmayan sâlik, her ne kadar görünmüyorsa da devamlı terakkî hâlinde olduğu için keşfi açık olandan daha kazançlıdır.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, talebesi büyük âlim ve kâmil Seyyid Tâhâ Hakkârî Hazretleri’ne gönderdiği bir mektubunda şöyle buyurur:
“…Cenâb-ı Hak’tan bizler ve sizler için istikametin devamını dileriz. İstikamet sebeplerini tahsil etmek için bütün gayretinizle çalışınız! Zira istikamet, bin kerâmetten daha hayırlıdır. Sizlere sünnetlerin ihyâsı, çirkin bid‘atlerin yok edilmesi ve İslâmî ilimlerin neşredilmesiyle ihlâs üzere meşgul olmanızı tavsiye ederim. Seçkin üstadlarımızın ahlâkıyla ahlâklanmanızı, benliğinizi ve nefsânî arzularınızı yok etmenizi, imkânlarınızı Allah yolunda cömertçe sarf etmenizi, elinizde olmayan şeylere ve değişen şartlar karşısında dâimâ sabretmenizi, bütün varlığınızla yegâne Melik ve Mâbûd olan Allâh’a yönelmenizi tavsiye eder ve bu garibi hayır duâlarınızda dâimâ hatırlamanızı ricâ ederim.” (Es’ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid fî Mektûbâti Hadrati Mevlânâ Hâlid, s. 267, no: 98.)
Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne:
“‒Su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler.
“‒Bir çöp de su üstünde yü­zer.” cevabını verdi.
“‒Havada uçuyormuşsunuz!”
“‒Kuş da havada uçar.”
“‒Bir gecede Kâbe’ye gidiyormuşsunuz!”
“‒Bir cin veya şeytan da bir gecede Hindistan’dan Demâvend’e gidiyor.”
“‒Peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?”
“‒Allah Teâlâ’dan başka kimseye gönül bağlamamak!” (Attâr, Tezkire, s. 201)
Çünkü;
Dünya sa‘y ü gayret mekânıdır, âhiret de bu çalışmaların Cenâb-ı Hak tarafından değerlendirileceği âlemdir. Kerâmet, «kerem» değerli olma, masdarından gelir ki, Cenâb-ı Hak;
“…Sizin Allah katında, en keremliniz, en değerliniz, en müttakî olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyurmuştur. Ölçü takvâdır, istikamettir.
Yani;
Takvâ ölçüsüyle kerim olan kişi, ehl-i kerâmetten üstündür.
Büyüklerden biri; arkasına odun yüklenmiş, güçlükle yürüyen yaşlı bir adama rastladı. Onun hâlini garipseyerek kendisine şöyle seslendi:
“–Ey ihtiyar! Senin Rezzâk olan Allâh’a îtimâdın yok mu ki, şu yaşında hâlâ bu mihneti çekiyorsun? Yoksa sana bakacak kimse yok mu?”
İhtiyar oduncu, yalnızca muhatabının mânevî idrâk eksikliğini gidermek niyetiyle gözlerini semâya kaldırıp ellerini açtı:
“–Yâ Rabbî! Şunları altına dönüştür!” dedi. O anda da odunlar altın oldu.
Bu müthiş kerâmete şahit olan adam bu kez bir başka şaşkınlık içine düşmüştü. Sordu:
“–Böyle bir mertebeye ulaşmış bir kimse, niçin sırtında odun taşır ki?”
İhtiyar oduncu dedi ki:
“–Evlâdım, bunu nefsimin beni kul olarak bilmesi ve kulluk dairesinin dışına çıkmaması için yapıyorum. Zira Hak katında makbûliyet, yalnızca kulluktaki istikamet nisbetindedir…”
Tarihî büyük şahsiyetleri düşündüğümüzde de, Allah indinde ölçünün kerâmet değil, istikamet olduğu anlaşılır:

KERÂMET KIYMET ÖLÇÜSÜ OLSAYDI
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra, peygamberlerden sonra insanların en büyüğü olduğu hâlde, onun bize akseden bir kerâmeti yoktur.
Onun kerâmeti, istikameti idi.
Onun kerâmeti sıdkındaydı, Peygamberimiz’in hakikatini idrâk edip;
“O diyorsa doğrudur!” diyerek tasdik edişindeydi.
Onun kerâmeti, Efendimiz’e cân u gönülden hizmet edişindeydi. Canını, malını, evlâdını O’nun hizmetine âmâde edişindeydi.
Onun kerâmeti, Peygamber Efendimiz’in en ufak bir arzusuna;
“Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek koşmasındaydı.
O’nun kerâmeti; Fahr-i Kâinât Efendimiz sabah namazını müteâkib daha gün doğmadan mihrabda;
“Bugün içinizden hasta ziyareti eden var mı? İnfakta bulunan var mı? Oruç tutan var mı?” diye sorduğunda bütün suallere; «Evet yâ Rasûlallah!» cevap verişinde, amel-i sâlih aşkındaydı.
Gerçek kerâmet işte budur.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın bu hâli Kur’ân-ı Azîmüşşan’da şöyle methedilmiştir:
“En müttakî (Allâh’a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse, o (cehennem) ateş(in)den uzak tutulacaktır.
O ki temizlenmek için malını hayra verir.
O, hiç kimseye, karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. (Yaptığı iyiliği) ancak yüce Rabbinin rızâsını istediği için (yapar).” (el-Leyl, 18-21)
Yâ Rabbî!.. Bizi Sana yaklaştıracak, Sen’in muhabbetine nâil eyleyecek sâlih amelleri ihlâs ile işlememizi nasîb eyle. Şeytanın vesveselerine karşı kalplerimizi muhafaza eyle. Tek gayemizi Sen’in rızâna erişmek eyle!.. Kavuştur yâ Rabbî!..
Âmîn!..