Zahir ve Bâtında İstikamet

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

mevlana_mesnevi
EMROLUNDUĞUN GİBİ OL! فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ
Cenâb-ı Hak bizi, Zâtına kulluk edelim diye yaratmıştır. Bu ibâdet vazifesi, «mârifetullah» ve «muhabbetullâh»ı da hedefler.

Bu vazife dâimîdir. Yani bir mü’min; hayatının her ânında, her safhasında, Allâh’ın kulu olduğu hakikatini unutmadan yaşamalıdır. Son nefese kadar, kulluğa devam etmelidir. İstikrarlı bir şekilde kulluğa devam etmenin adı; «İstikamet»tir. Rabbimiz;

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

“Emrolunduğun gibi müstakîm ol, dosdoğru ol!” (Hûd, 112) buyurmuştur.

İstikamet; haktan hiç inhirâf etmeden, hiç sağa-sola eğilmeden Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikametinde yürümektir.

Hayatın iniş ve çıkışları, med ve cezirleri, bir başka ifadeyle kaderin cilveleri; mü’minin istikametini imtihan eder.

Meselâ insanı öfkelendirecek bir hâdise; gerek kalpteki his ve niyetleri, gerekse söz ve davranışları imtihan eder. Varlık ve kudret ayrı bir imtihan, yokluk ve acziyet başka bir imtihan getirir.

Dünyada insan bir kere bir diploma yahut bir pâye kazanırsa, ondan bu diploma veya derece geri alınmaz. Kulluk böyle değildir. Mârifetullah tahsilinde ve kulluk merâtibinde, geri alınmaz apoletler ve müktesep dereceler yoktur. En yüksek mevkide de -Allah muhafaza- insanın ayağı, çatlak bir taşa basıp kayabilir, bütün kazandıklarını kaybedebilir.

Hazret-i Mevlânâ, başta iç dünyamızdaki istikamete ve mânevî kayıplara işaret etmek için şu kıssayı anlatır:

SÜLEYMAN -aleyhisselâm-’IN TÂCI

Süleyman -aleyhisselâm- bir gün;

“Rüzgârı ona râm ettik.” (Sâd, 36) tahtına oturmuştu. Kuşlar havada kanat çırpmışlar, güneş Hazret-i Süleymân’a vurmasın diye bir kubbe kurmuşlardı. Hem taht uçuyordu, hem kubbe. Âyet-i kerîmede ifade buyurulan;

“Sabahleyin bir aylık yol alırdı, akşamleyin bir aylık yol.” (Sebe’, 12) hükmünce havada seyran hâlindeydi.

Ansızın o nimetin şânına lâyık olmayan bir düşünce Süleyman -aleyhisselâm-’ın gönlünden geçti. Hemen başındaki tâcı eğrildi. Tâcını doğrulttukça taç yine eğrilmede, yine yan yatmadaydı;

“–Ey tâc!” dedi. “Doğru dursana!”

Taç dile geldi;

“–Ey Süleyman!” dedi; “Sen doğrul ki ben de senin doğru başında doğru durabileyim!”

Süleyman -aleyhisselâm- hemen secdeye kapandı;

“Rabbimiz nefsimize zulmettik.” diye tevbe etti. Başında eğri duran taç kendiliğinden doğruldu, düz durdu. Süleyman -aleyhisselâm-; denemek için tâcı eğriltse dahî, taç doğruluyordu!..

Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı bir temsil olarak mü’minin hayatına şöyle tatbik eder:

“Azizim! Senin tâcın; zevkindir, vecdindir ve gönül dergâhındır. Senden zevk gitti mi; dondun, buz kestin ve tâcın eğrildi demektir artık!”

Mü’min, kulluk hayatında ibâdetlerinden lezzet almak ister. İşlediği sâlih amellerin rûhâniyet ve feyizlerinin kalıcı olmasını arzu eder ve böylece mâneviyatta terakkî etmek ister. Fakat nefsin hevâ ve heveslerinin iç dünyasında yahut söz ve davranışlarında meydana getirdiği tahribata mâni olmazsa, bu arzusu gerçekleşmez. Tâcın eğrildiği gibi, feyiz ve rûhâniyet kaybolur. Ters bir akıntıda boşuna kürek çekmiş olur.

Çünkü;

İnsandaki takvâ ve fücûra sevk eden iki yapı, aynı anda faal olamaz. Çünkü; «Biri yapar, biri bozar.» Feyiz ve rûhâniyet hâsıl edecek gayretler, billûr şişeler îmal etmek gibi hassas bir iştir. Bu hassas işin yanında, kaba saba, paldır küldür bir faaliyete benzeyen nefsâniyet de faaliyetine devam ederse; elbette o şişeler kırılacak, o mâneviyat ziyan olacak, o rûhâniyet kaybolup gidecektir. Hazret-i Mevlânâ edebî bir şekilde anlatır:

“Kulluk dükkânında ibâdet, zevk ve şevk şişelerini hazırlayan bir kişi ile hevâ ve heves bezlerini çırpıp döven yıkayıp temizleyen bir nâdan bir arada olursa; şişeci on gün uğraşıp bu dükkânda kulluk şişelerini yapar, bez çırpıcı bir ayak vurur, bir tekme atar, dükkân yerinden oynar ve bütün şişeler kırılır gider. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Amelleriniz boşa gider de farkında olmazsınız.” (el-Hucurât, 2)

«İbâdet şevki nereye gitti, zevk ve huzur nereye kaçtı?» diye arar durursun, sen tâcı ne kadar düzeltsen düzelmez. O sana;

«Sen kendini düzelt, ben de düzeleyim!» der. Çünkü âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ

«Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.» (er-Ra‘d, 11)”

Şu hadîs-i şerifleri de bu mânevî kayıplarla alâkalı telâkki edebiliriz:

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; uzun bir sefere çıktığı için saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış ve ellerini semâya kaldırarak; «Yâ Rabbî!.. Yâ Rabbî!..» diye duâ eden bir adamdan bahseder ve;

“Bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram iken ve haramla beslenmişken, duâsına nasıl icâbet edilsin?!.” (Müslim, Zekât, 65) buyurur.

Demek ki, iştigal edilen haramlar, duâların kabulüne mânidir.

Bir başka hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabul olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahat zamanında da duâyı bol yapsın.” (Tirmizî, Deavât, 9)

Anlaşılmaktadır ki; sadece darlıkta Allâh’a sığınıp, rahat zamanlarda duâdan uzak yaşamak da bir istikametsizliktir ve duâların kabulüne medâr olacak mâneviyâta mânidir.

İstikametin zedelendiği anda, insanın kullukta kat ettiği terakkîyi kaybetmesinin bir sebebi de şudur:

KİRLİ BİR KALP

Kirli bir bardağa, güzel bir menbâ suyu hattâ zemzem konulsa dahî, o kirli kap o suyun bütün güzelliğini berbat eder.

Kalp de aynı şekilde mâsivâdan, Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden temizlenmelidir ki, ibâdette, muâmelâtta ve muâşerette kulu rûhâniyete taşıyabilsin. Âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

“Nefsini kötülüklerden arındıran, kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)

Kalp temizlenecek ki, o kalpte Cenâb-ı Hakk’a ait cemâlî sıfatlar tecellî edecek. Kirli bir kalpte Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıfları tecellî etmez.

Nitekim bir yaranın cerahati temizlenmeden, ona merhem sürülmez. Sürülse de fayda vermez. Çünkü mikrop ile devâ aynı yerde bulunursa; mikrop, ilâcı zayıflatır, belki de yok eder. Tıpkı alkalinin içine asit konulduğunda meydana gelen kimyevî zıtlaşma gibi.

İbâdetin kabulü de, âhirette kurtuluş da ancak kalp temizliği nisbetinde hâsıl olur. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

İbâdet lezzeti hâsıl etmek, feyiz ve rûhâniyeti muhafaza edebilmek; ilâhî tecellîleri kalpte ağırlamaya benzer. O ulvî duygular, pespâye yerlere tenezzül etmez. Şemseddin Sivâsî Hazretleri ne güzel söylemiştir:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak,
Pâdişah girmez sarâya hâne mâmûr olmadan…

Cenâb-ı Hak; kulluk şuurunun derinleşmesi, ibâdet zevk ve neşesinin kolayca tahakkuku için, zamanlar içinde Cuma gibi, Ramazân-ı şerif gibi, Kadir Gecesi gibi lütuflarda bulunmuştur.

Yine mekânlar içinde de rûhâniyetimizi artıran Haremeyn gibi mukaddes yerler bahşetmiştir.

Bu mübârek zaman ve zeminlerden istifâde edenlerde feyiz ve rûhâniyet meydana gelir.

Ramazanlarda tutulan oruçlar, kılınan terâvihler ve okunan hatimler; yine mebrûr hac ve umreler, bu ibâdetleri yerine getirenlerde, mânevî terakkî hâsıl eder.

Fakat imtihan gereği; Ramazan bitecek, hacdan veya umreden geri dönülecektir. İşte o zaman istikamet imtihanı başlayacaktır. Eğer kul istikamet imtihanında başarısız olursa; yani gönle lâyık olmayan çirkin duygular dolarsa, gözler şeytanî vitrinlere meylederse, söz ve davranışlarda Hakk’ın rızâsına uygun olmayan şeyler zuhur ederse, taç eğrilir. Yani emek emek doldurulan heybenin altı delinmiş olur. Buğday dolu ambarda, şeytan faresi cirit atmaya başlar!..

Bu ne büyük bir ziyandır!

Ramazân’ın zâyî edilmemesi gereken ne büyük bir ikram olduğunu Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

İnsan dâimâ kendisini muhasebe etmeli.

Fudayl bin Iyâz -kuddise sirruh- buyurur:

“Ben Allâh’a karşı bir suç işlediğimde; bunu merkebimin huyunun ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım!”

Dâimâ önümüzde bir ibret manzarası olarak kalmalı ki:

Hazret-i Süleyman’ın küçük bir zellesi karşısında Cenâb-ı Hak buyurur:

“Andolsun biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset (hâlinde) bırakıverdik, sonra o, yine eski hâline döndü.” (Sâd, 34)

Hazret-i Süleyman tevbe ve istiğfar etti. Saltanatı yine kendisine verildi.

Necip Fazıl; Abdülhamid Han’ı, huzûrunda ellerine sarılarak eğilen Şeyhülislâm’a hitâben şöyle konuşturur:

“Şeyhülislâm efendi! Başınızdaki sarık dik dursun!” Yani dîni ve ilmi temsil eden sarık, dâimâ dosdoğru durmalıdır. Çünkü o yamulursa din de yamulmuş olur.

Edebâlî Hazretleri bu temsili hakkāniyetle muhafaza etmenin zorluğunu ve ehemmiyetini şöyle ifade eder:

“Unutma ki zirvede yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Dâimâ kaygan bir zemin üzerindedirler. Çünkü zirvede fırtınaların tesiri çoktur!..”

İSTİKAMET TERAZİSİ

Cenâb-ı Hakk’ın insandan istediği istikametin bir ifadesi de; «Mîzan»dır. İnsanın da kâinâtın da Yaratıcısı olan Rabbimiz, hem kâinâta hem insana ilâhî kanunlarla istikamet vermiştir. Âyet-i kerîmede bu gerçek şöyle ifade edilir:

“(Allah) göğü yükseltti ve mîzânı (dengeyi) koydu. (Ey insanlar, siz de) sakın (varlıktaki bu) dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Demek ki insan, kâinattaki ilâhî âhenk ile hem-âhenk olmalıdır. Kâinatta hiçbir varlık, Cenâb-ı Hakk’ın emirleri dışında hareket etmez. Eğer varlık; Allâh’ın emirlerine itaatte istikametsizlik arz etseydi, kâinatta hayran olduğumuz ve istifâde ettiğimiz bu mükemmel âhenk vücuda gelmezdi. İsyan hâlindeki bir insanda da müsbet inkişaflar tahakkuk etmez. İnsan itiraz ve isyanı bırakıp; rızâ hâlinde, istikamet içinde Rabbine kulluk etmelidir.

Hazret-i Mevlânâ, terazi misâliyle yine istikameti ve mânevî kayıpların sebebinin istikametsizlik olduğunu ifade eder:

“Allah; ders alalım da insafa gelelim, doğruluktan ayrılmayalım, birbirimize haksızlık yapmayalım diye, teraziyi biz insanların arasına koydu.

Cenâb-ı Hak âdetâ buyurmuştur ki:

«Sen, terazide tartılacak şeyi eksiltirsen, Ben de, sana verdiğimi eksiltirim; Bana karşı doğru olursan, Ben de sana öyle olurum!»”

Yani ayna nasıl tavizsiz bir şekilde hakikati gösterirse, terazinin bir kefesi ağır basınca diğer kefesi nasıl havaya kalkarsa; dünyaya yönelen, hevâ ve hevese kapılan kişinin kalbinde de, uhrevî zevk ve lezzetler kayba uğrar.

İnsan böyle bir durumda hemen iç dünyasına dönmeli ve bu kasvetin, kendisinden olduğunu bilmelidir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sana da dertten, kederden, gamdan ne gelirse; onları kimseden bilme, kendinden bil!

Ey gafil; sen de dışındakilerle kötü olmuş, onlarla uğraşıyorsun da, içindeki en büyük düşman olan nefsinle dost olmuşsun, onunla hoş geçiniyorsun!

Senin asıl düşmanın nefsin olduğu hâlde sen onu şekerle besliyor; sonra tutuyor, dışında bulunan herkesi töhmet altına alıyor, onları suçluyorsun!

Sen de Firavun gibi körsün, kör kalplisin; bu yüzden can düşmanınla hoş geçiniyorsun da, suçsuzları aşağılamaktasın!

Ne vakte kadar Firavun gibi suçsuzları öldüreceksin de, suçla ve suçlularla dolu olan bedenini okşayacaksın?

Aslında Firavun’un aklı, başka padişahların akıllarından üstün ve fazla idi. Fakat Allâh’ın hükmü ve takdiri, onu akılsız ve gönlü kör bir hâle getirmişti.”

İnsanın iç dünyasındaki müsbet ve menfî değişikliklerin, karşılaştığı hâdiselere, yani kaderin cilvelerine aksetmesi; aslında insan için bir rahmettir. Çünkü insana; Hazret-i Süleyman’ın tâcı gibi, istikamette olup olmadığını görme imkânı verir.

Bu hususta bir başka kıssa da şöyledir:

DEĞİŞEN TAT

Tarihe adâletiyle geçmiş olan Nûşirevan, bir gün avda iken beraberindeki arkadaşlarından ayrıldı ve yolu bir nar bahçesine rastladı. Oradaki bir delikanlıya;

“–Bana bir nar verir misin?” dedi. Delikanlı da ikram etti. Nar, bol sulu ve çok lezzetliydi. Hükümdar, âdetâ mest oldu. İçinden;

“–Böylesine lezzetli meyvesi olan bu bahçe mutlaka benim olmalı, ben ne yapıp edip burayı almalıyım.” diye düşündü. Ardından bir nar daha istedi. Fakat bu defa aldığı nar kupkuru ve zehir gibi ekşi çıktı. Bunun sebebini sorunca o firâset sahibi delikanlı, tebessüm etti ve;

“–Sultanım, herhâlde gönlünüz haksızlığa meyletti. Güç ve kudretinizle bu bahçeyi benden almayı düşünmüş olmalısınız.” dedi.

Bunun üzerine Nûşirevan; bahçeyi cebren alma düşüncesinden vazgeçip içindeki kötü niyetten pişman oldu, tevbe etti. Sonra bir başka nar daha isteyince, birinciden çok daha sulu ve tatlı bir nar geldi. Hayretler içinde kalan Sultan, nardaki bu lezzetin hikmetini sordu. Delikanlı bu sefer;

“–Herhâlde o menfî düşüncenizden tevbe ettiniz.” dedi.

Elbette insanın hâdisâtın akışından böyle işaretler alabilmesi için; hassas, rakik ve ince bir kalbe sahip olması gerekir. Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi; Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

Hassas bir kalp; mânevî kabz hâlleri gibi, başına gelen her musibeti, hâlini murakabe ve muhasebe fırsatı olarak değerlendirmeyi bilmelidir. İstikamet ibresinde zerre kadar inhirâf olduğunda derhâl istiğfâr etmelidir. Kıssadaki Hazret-i Süleyman’ın yaptığı gibi secdeye kapanmalıdır. Âyet-i kerîmede bu hâl anlatılır:

اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَٓائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَۚ

“Şüphe yok ki takvâ sahipleri (Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar), kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler (derhâl Allâh’ı hatırlarlar da) sonra hemen gözlerini açarlar.” (el-A‘râf, 201)

İstikameti muhafaza için Cenâb-ı Hakk’ın bu işaretlerine karşı hassas olmak zarûrîdir. Bu hassâsiyet Rahmân’ın has kullarının bir vasfıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Rahmân’ın has kulları) kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkān, 73)

Fakat bu işaretlere kör ve sağır kalınırsa, artık işaretler gelmez olur. Bu da gaflet körlüğünün en acısıdır. Artık kalbin, içinde bulunduğu bozuk ve çirkin hâllerden rahatsızlık duymaması hâlidir ki; gide gide, hasta kalbe, ölü kalbe ve mühürlü kalbe götürmesinden korkulur.

Okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiye benzer ki, hangi girdapta batıp helâk olacağı meçhuldür.

Cenâb-ı Hak, bizlere istikamet nasîb eylesin. İslâm’ı hayatımızın her safhasında yaşayabilmemizi müyesser kılsın. Mâneviyat yolunda lutfettiklerini kaybetmememizi nasip buyursun.

Kalplerimizi dâimâ rızâsıyla te’lif buyursun. Bizleri bir göz açıp kapayınca kadar dahî nefsimize bırakmasın.

Âmîn!..