Yaratılmışlığın Kaderi: FÂNÎLİK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsana lutfedilen ömür, ne kadar uzun olursa olsun, ebedî hayat yanında bir hiç mesâbesindedir. Bin yıl yaşayan Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ın; «Ömrünün nasıl geçtiğini» soranlara; «İki kapılı bir hanın; bir kapısından girdim, öbüründen çıkıyorum.» dediği rivâyet edilir.

Hazret-i İsa -aleyhisselâm- da, bu minvalden olarak;

“Dünya, âhirete bir köprüdür; köprünün îmârıyla uğraşma; oradan bir an önce, usûlünce geçmeye bak.” buyurduğu nakledilir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyarete gelen ashâb-ı kiram hazerâtından birkaç kişi, O’nun bir hasırın üzerinde yattığını ve bir yanında izi çıktığını görünce, kendisine bir döşek tedariki teklif ederler. Bunun üzerine, ümmeti için her bakımdan en güzel örnek olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; dünya hayatını, şu mahviyet dolu ifade ile tasvir buyurur:

“Benim, dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden, binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd, 44)

Bir yolcunun maksadı, menziline ulaşmaktır; dinlenme yerinde zevk u safâya dalmak, orayı yerleşecekmiş gibi imar etmek değildir. Ancak; belirli bir maksadı olmayan, rüzgâra kapılıp önünde sürüklenen bir yaprak misali, hayatın akışına tâbî olan kişiler müstesnâ. Kaldı ki; bu menzil, keyfe bağlı olmayan, mecburî bir varış yeridir. Bunu nazar-ı itibare almamak; onun yokluğunun değil, ancak ufkuna bakmama hamâkatinin bir tezâhürüdür. Bu gaflet hâlinin şaşkınlığını ve başıboşluğunu, Amerikalı edip Mark Twain;

“Hangi limana gideceğini bilmeyen gemiye, hiçbir rüzgâr fayda vermez.” diye ifade eder.

Bugün haberleşme vasıtaları fevkalâde gelişmiş dünyamız, her yönüyle, gidişâta hâkim olan batıdan etkilenmektedir. Orta Çağ İslâm mütefekkirlerinden İbn-i Haldun (1332-1406), bu durumu;

“Mağlûplar, galipleri taklit eder­ler.” diye tesbit eder. Nitekim, batıdan esen dünyevîleşme kasırgalarının; doğunun hikmetle yoğrulmuş içtimâî yapısını kuruttuğu, çöle çevirdiği bir vâkıadır. Bu akımların özü olan zevkçilik; eşref-i mahlûkat olarak yaratılan ve Allah Teâlâ adına yeryüzünü idare etme şerefiyle taltif buyurulan insanı, âdeta behîmî duyguların zebûnu derekesine düşürdü. Kilise düşmanlığıyla, ateizm bataklığına savrulan batılı insan; nefsini putlaştırıp, zevklerinin tatminini, hayatın esası ve gayesi olarak kabul etti. Mağlûbiyet hissiyatıyla, şanlı bir medeniyetin vârisleri olan İslâm âlemi de, bu rûhî yozlaşmadan nasibini aldı; içtimâî buhranlara dûçâr oldu. Sömürgeci devletlerin, hiçbir ahlâkî ve insânî kayıt tanımayan bencil emelleri; dünyayı kan ve ateşler içinde çırpınan bir âkıbete sürükledi.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, nefsle ilişkinin âkıbetini şöyle işaret buyurur:

“Cennet, nefse hoş gelmeyen şeylerle; cehennem de, nefsin hoşlandığı şeylerle çevrilmiştir.” (Tirmizî, Cennet, 31) Dünyevîleşmenin bir neticesi olan zevkçilik; insanın sadece âhiret hüsranına sebep olmakla kalmayıp, dünyasını da berbat eder. Müslüman cemiyetlerde de vâkî olan; her gün şahit olduğumuz huzura hasret bırakan içtimâî cinnet emâresi ârızalar, bu vahim durumun işaretleridir.

Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre Hazretleri de, dünyaya gelen herkese lutfedilen kısacık ânı, o sade, arı-duru söyleyişiyle;

Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen aldık döndük mezara.

diye tasvir eder. «Bir kefen almalık» dünya hayatına; nefsi tatmin vehmiyle, uzun vâdeli emellerle başlayıp, ansızın beliriveren son nefesle her şeyi bırakıvermek zarureti, ne acı bir hüsrandır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; dünyada ancak «bir ağaç altında biraz dinlenme»den ibaret olan bu hayattan elde kalanlarla ilgili şöyle buyurur:

“Ölüyü, (kabre kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâkî kalır; ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâkî kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42) Gafletle hesaba katılmayan, dünya malının dünyada kaldığı hususunu, Ziya Paşa;

Dehrin ne sefâ var acabâ sîm ü zerinde,
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde.

diye ifade eder.

Her hâli ile mukadder âkıbeti izhar eden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, muhteşem Mekke-i Mükerreme’nin fethinde, devesinin üzerinde secde vaziyetinde;

“Ey Allâh’ım; esas hayat, ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Cihâd, 110) buyurarak, nefsin en coşkun olacağı bir zamanda, akl-ı selîmin yolunu göstermiştir. Şeyhülislâm Abdullah Vassâf Efendi (ö. 1760);

Âhir yine hâk olur bu tenler;
Bilmem neye kibr eder edenler.

der. Dünyevîleşmenin getirdiği zevkçilik girdabında çırpınan insanlığın hüsranının çaresi, âhireti yeniden hatırlamasıdır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“İnsana vaiz olarak ölüm yeter.” (Taberânî);

“Lezzetleri kesip, tahrip edeni, (yani ölümü) çok zikrediniz.” (İbn-i Mâce, Tirmizi)… buyuruyor.

Şüphesiz; dünya da âhiret de, birisi için, diğeri terk edilecek mânâda değildir. Mesele; her ikisinin de birbirini tamamladığının idrakinde olarak, her birine kendi ağırlığınca değer izâfe edebilmektir. Bununla ilgili olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Câmiu’s-Sağîr, c. 2, s. 12, Hadis No: 1201) buyuruyor. İnsan, kâinâta rahmet nazarıyla bakan sâlih bir kul olarak; Allah Teâlâ’nın yüce Zâtı adına yeryüzünü adâletle idare etmek ve huzuru sağlamakla mükelleftir; ki bu da, hem dünya, hem de âhiret saâdetinin anahtarıdır.

Âhiret saâdeti, pek kısa da olsa, dünyada kazanılmaktadır; dünya âhiretin tarlasıdır. Fânîlik; hikmetine binâen, her yaratılmışın kaderidir. Tefekkür edilirse, kâinat sistemindeki muhteşem dengenin selâmetle devamı için de tek yol budur. Yûnus Emre Hazretleri;

Mal sahibi mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan;
Var biraz da sen oyalan.

buyurur. Gerekli her türlü meleke ve istîdatla donatılan insanın gayesi; fânî ömründe boş işlerle oyalanmak değil, dünya dershânesindeki imtihanı başarıp, ebedî saâdeti kazandıracak bir karneyi hak edebilmek olmalıdır.