YANLIŞ DÜZELTME METODU

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

e_notlari_122

Bu dünya, doğruların ve yanlışların harman yeri.

Pişmanlık veya pişkinliklerin iç içe estiği ortam.

Ancak anlayabilenler için yanlışlıklar, her gönülde bir nedâmet sızısı. Fakat kimilerinde pişmanlık biraz tuhaf yansıyor:

‒Biliyorum, yaptığım hiç hoş olmadı.

‒Ne güzel işte, yanlışının farkına varmışsın, artık düzelmek daha kolay.

‒Sıkıntı burada zaten.

‒Nasıl yani?

‒Düzelmek, ya da düzeltmek, fakat yine aynı yanlış olacağı için çok zor.

‒Bu, çok hatalı bir yorum!

‒Değil, değil, kaç kez denedim. Her seferinde böyle oluyor. Boşa uğraşmaya gerek yok. Olmuyor işte. Olmayacak kadar zor çünkü.

‒Eee?

‒Her şey olacağına varır demiyorlar mı? Ben de ne olursa olsun diyorum. Aktığı gibi gitsin. Nafile yorulup da kafa çatlatmaya ne gerek, artık yeter.

‒Lâkin unutuyorsun.

‒Neyi?

‒Hayat bir topaç değil ki, yuvarla gitsin!

‒Bana göre topaç.

‒Hayır, sırat denen köprünün ta kendisi bu fânî hayat. Unutma; aşağıya doğru her yuvarlanış için cehennemden başka ihtimal yok.

‒Ama tıkandım. Kendimce bir çıkış kapısı buldum, o benim çarem.

‒Dikkatli bak; çözüm diye koştuğun cennet görüntülü bir azabın kapısı o, düşün, nereye çıkar?

‒Azap olduğunu da kim söyledi?

‒Rahat olmak adına, düzelmekten ve gerçek doğruluktan vazgeçiyorsun ya bu alâmet yetmez mi? Bir azap değildir de bu nedir?

‒Şey…

Kiminde de başka gariplikler:

‒Yaptığım yanlış, pişmanım da. Ama mecburum.

‒Yanlışa mecburluk? Doğruyu emreden kudrete karşı boş felsefe.

‒Beni böyle kabul edin.

‒Nasıl olmamız gerektiğini yanlışlar mı belirleyecek?

‒Değil ama, kabul etmelisiniz, böyleyim.

‒İnsanların hepsi kabul etse bile ne fayda! Allah, kabul eder mi?

‒O etmez tabiî.

‒Öyleyse O’nun kabul etmeyeceği bir şeyi kabullendirmeye ömür harcamak, nasıl pişmanlık?

‒Şey…

Kiminde de çeşitli şaşkınlıklar:

‒Yahu pişmanım. Düzeltiyorum, düzeltiyorum, olmuyor.

‒İllâ ki olur kardeşim, yılma.

‒Yahu ümidim kalmadı. Onca metotlar uyguladım, hiçbiri işe yaramadı.

‒Belki o metotlar da yanlıştı.

‒Metot aramaktan da bıktım. Al birini vur öbürüne, hepsi aynı.

‒Anlaşılan sen, ümitsizlik bardağında metotlar mezarlığı kurmuşsun.

‒Ne yapsaydım?

‒Öyle diyeceğine şunu gör: Ümitsizlik gibi bir metoda ayarlı en doğru metotlar bile ne yapsan boş çıkar!

‒Fakat hiç ümitvar olamıyorum, bu elimde değil.

‒Sen onun elini tut o zaman. Tut da, vazgeç yığınla bahane doğurmaktan! İşte doğru metot!

‒Şey…

Eğitim bülbülü, konuşanların tam ortasına kondu. Kısa bir sessizlik oldu. Herkesi tek tek süzdü. Başladı yine hikmetli bir şekilde şakımaya:

“‒Ey dostlar!

Nasıl ki yanlış ile doğru çoğu kere iç içe karışıyor, aynı şekilde yanlışları düzeltmenin olumlu-olumsuz metotları da ekseriyetle karışıklık doğurur. Hele araya vesveseler, fısıltılar, hevesler, nefsâniyetler girinti yapmaktaysa…

Bu sebeple;

Bir yanlışı düzeltirken; süslü laflarla şişirilmiş, cilâsı da bol, belâsı da bol metotlara kapılmamak, en temel şart. Yoksa ortalıkta uçuşan onca cilâlı fakat belâlı yığınla metodun gel-gitleri arasında kafaların karışmaması zaten mümkün değil. Bu durumda, yanlış düzeltmek çok zor diye boş vermeler de devreye girebilmekte.

Lâkin Hazret-i Peygamber’in emri;

‒Önce elimizle,

‒Mümkün değilse dilimizle,

‒Bu da olmazsa kalbimizle, her yanlışı mutlaka düzeltmek ve böylece düzgün olmak şart.

Bu emir, yanlış karşısında duyarsız olmamanın hükmüdür.

Yani ihmal etmek ve alâkasız durmak hiçbir sûrette makbul değil. Mutlaka yanlış düzeltilmeli.

Peki nasıl?

İşte bunun metodu da çok mühim. Çünkü kaş yapayım derken göz çıkartmamak lâzım. Atılan adımlar, maksadı gerçekleştirmek yönünde olmalı. Kötülüğü daha da artırıcı bir müdahale, düzeltme emrine ters. Çünkü emrin kendisi de izahı da çok açık:

«‒Düzelt!

Fakat becerebileceksen elinle, yoksa dilinle. Bunu da beceremezsen kalbinle. Bil ki, kalp ile sadece buğz, îmânın en zayıf hâlidir. Düzeltmemek ise îmânın dışında kalan bir gaflettir. Yani illâ düzelt!»

Bu sıralama;

Hem güç bakımından hem de liyâkat bakımından anlaşılmalıdır. Burada hem düzeltmeyi bilmek gerektiği âşikâr, hem de başarabilecek bir kıvamda muktedir olmak gerektiği çok bâriz.

Bilmek ve muktedir kıvam çerçevesinde ayrıca şu hakikat de hatırdan hiç çıkarılmamalı:

Kötülüğü işleyen kişi iki refleks gösterir.

1- Savunma,

2- Pişmanlık.

Bu iki refleksin çok iyi kontrol edilmesi gerek. Hem görmek hem yönlendirmek ve hem de doğru yoğurmak ve olumlu netice alabilmek açısından bu elzem.

İşin özü;

Kötülük yapan kişide savunma oluşturacak şekilde değil, pişmanlık yaşatacak şekilde bir düzeltme usûlü ve üslûbu takip etmek.

Doğru metot; başarı ile gerçekleştirilirse, düzelme ihtimali olan kişi en nihayet kurtarılmış olur. Hiç umulmadık kişi bile hidâyeti bulur, ağlar ve samîmâne tevbe eder.

Lâkin bu başarılamaz da pişmanlık yerine savunma tetiklenirse, o zaman düzelecek kişi bile düzelmez bir hâle döner. En ummadık kişi de kötülüğe battıkça batar. Düzeltme maksatlı bir adım tercihinde böyle bir netice asla kabul edilmez.

Ancak doğru metot; tam idrak edilip güzelce uygulanırsa, Allâh’ın izni ile düzelmeye yönelik kuvvetli bir pişmanlık ortaya çıkar.

Yine de;

Sadece bu pişmanlığı oluşturmak yetmez. Oluşan pişmanlığı doğru yönlendirmek ve maksada göre şekillendirmek de gerekir. Yoksa mutfağa malzeme girişi tek başına kâfî değildir. Güzelce pişirmek ve servis etmek gerektir. Çünkü oluşan pişmanlığın da iki refleksi vardır:

1- Şeytanın kullandığı

2- Rahmân’ın şekillendirdiği

Malûm;

Pişmanlık, mahcubiyet doğurur. Fakat kimisi mahcup olunca şeytana daha çok uyar ve pişmanlığını şeytana kullandırır. Meselâ birine söz vermiş, gidememiş ve pişman olmuştur. Pişmanlığı yüzünden de artık hiç gitmez olur. Ya da küçücük bir kötülüğe bulaştığı için öyle üzülür, öyle pişman olur ki, iyice dağıtır ve sonunda da; «Battı balık yan gider!» deyip çok büyük kötülüklere kaptırır kendini. Hani pişman oluş burada? Önce var görüntülü, lâkin sonra hiç yoğa çıkıyor. Çünkü şeytan tarafında çalınmış vaziyette. Öyleyse;

Pişmanlıklarımıza bakacağız:

Şeytan mı kullanıyor, Rahman mı şekillendiriyor?

Bileceğiz ki;

Şeytanın kullandığı pişmanlıkların tamamından sadece olumsuz fikirler, kirli hisler, bozuk kararlar, istenmeyen azaplı neticeler, yıkıcı ümitsizlikler ve yine kötülükler fışkırır.

Rahmân’ın şekillendirdiği pişmanlıklardan ise, sadece ulvî ve yüce güzellikler doğar. Allâh’a yöneliş, tevbeye ihlâsla sarılış, doğruluğa bir daha bırakmamacasına sımsıkı tutuşlar gerçekleşir. Günah ve kötülüğün rûhunu ve kalbini baştan sona kanser gibi sardığı kimseler bile böyle bir pişmanlığı yaşadıklarında hıçkıra hıçkıra akan gönül yaşlarında tertemiz olurlar, şifâ ve sıhhat bulurlar.

Bir de ey dostlar!

Yanlışları bu metotlar ışığında doğru şekilde düzeltmenin özü de, doğru idrak ile sabra bağlı. Sabır olmadan olmaz. Sabır ilâcı damlamadan hiçbir hastalık iyileşmez. Sabır ilâcı, her hastalıkta en temel ilâçtır. Âdeta diğer ilâçları da faydaya dönüştüren maya bir ilâçtır.

Şu eğriler dünyasında elif düzgünlüğüne erişebilenlere ne mutlu!

Çünkü elif düzgünlüğüne erişenlerin; «Allah» demesi düzgün olur. Düzgün şekilde; «Allah» diyenler ise, ömür boyu inançtan ibâdete ve muâmelâta kadar her şeylerini düzgün gerçekleştirirler ve nihayet O’nun sonsuz lutfuna kavuşurlar, kurtuluşa ererler, Hazret-i Peygamber’e komşu olurlar.

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn…”