ŞÜKÜR ve HAKKIYLA EDÂSI

YAZAR : Sami GÖKSÜN

s_goksun-SAYI-118

Cenâb-ı Hak insanlara sayılamayacak kadar nimetler bahşetmiştir. Bunların şükrünü edâ etmek de bizlere düşer. Bizlere yüce Rabbimiz;

“Şükredicilerden ol.” (ez-Zümer, 66) emrini vermiştir.

Bu hakikati Yüce Rabbimiz Nahl Sûresi’nde şöyle dile getirmektedir:

“Sizdeki her nimet Allah’tandır.” (en-Nahl, 53)

Müslüman kul; insanlara teşekkür etmekle beraber, nimetleri ihsan edenin ancak Allah -celle celâlühû- olduğuna inanacak ve Rabbine şükredecektir. Aracıları arayıp sorarken, onlara şükranlar sunarken, nimetin esas sahibi olan Allâh’a şükretmemek ne korkunç nankörlüktür!..

Nimetlere şükür ederken samimî olmalı ve hiçlik duygusuyla Rabbimiz’e yönelirken, nimetlerdeki sır ve hikmetleri de tanıyabilme gayretinde olmalıyız. Bu hakikat aynı zamanda bize bir tefekkür derinliği de kazandırır. Bütün bunların olabilmesi için, yüce Rabbimiz Kur’ân’da bizlere tâlimat vermektedir:

“Ve düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhîm, 7)

Yüce Rabbimizin bizlere ihsan ettiği nimetler çeşit çeşittir. En büyüğü, İslâm üzere yaratıp O’nun Peygamberi’ne ümmet olma şerefini bahşetmesi ve Kur’ân-ı Kerim gibi bir kitaba muhatap kılmasıdır.

Yine yüce Rabbimiz haber veriyor bize:

“Eğer Allâh’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.” (İbrâhîm, 34)

Nimetlere şükretme noktasında Mevlânâ Hazretleri de şöyle söylüyor:

“Allah Teâlâ insana baş verir, ona şükrânelik olarak bir secde ister. Kezâ, ayak ihsan eder, ona teşekkür makamında namazda bir oturuş ister.”

Bu güzel sözden de anlıyoruz ki; verilen bütün nimetlerin kendine göre bir şükrü olup, başınkinin secde, ayağınkinin namazda oturmak olduğunu beyan ediyor.

Evet, bunun gibi;

Gözün şükrü meşrû şeyler ve güzelliklere bakarken, haramlara bakmamak;

Elin şükrü, gayr-i meşrû muamele yapmamak, helâl ve güzel işlerle meşgul olmak;

Dilin şükrü, güzel söz söyleyip, Kurân okumak, Allâh’ı bilmemize yardımcı olan ilimler ve faydalı şeyleri ihtivâ eden kitapları okumak, Allâh’ı çok zikretmektir.

Kulağın şükrü; şerre ve mâsiyete kulak vermemek, nasihat dinleyip, bolca Kur’ân’ı, Allâh’ı ve Rasûlü’nü hatırlatacak güzel şeyleri dinlemek.

Servetin şükrü; Allah yolunda infak etmek, zekâtını tam vermek, fakir fukarânın ihtiyacını gidermek, haramdan uzak durmak.

Âmir ve memurluğun şükrü; bulunduğu makamda tevâzû ile hareket edip, vazifesini vaktinde yapmak, adâletli davranmak, muamelesinde suiistimal etmemektir.

Peki, hayatını kendimize düstur edindiğimiz Peygamber Efendimiz’in şükrü nasıldı? Bir de O’na bakalım:

Âişe Vâlidemiz anlatıyor:

Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;

“–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.” dedi. Ben de;

“–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.” dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hazret-i Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce;

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz;

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve şu âyetleri okudu:

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve;

«Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!» (derler).” (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386)

Rasûl-i Ekrem’in bu ağlaması bir şükür sevincinden ibarettir.

Şükür; öyle güzelliklere sebep olur ki, mü’min neticeyi görünce çok sevinir.

Şükür, aslında anlamaktır,

Bu cihetle mü’min nazarında: Nimeti, nimet olarak kavramak; şuur işi.

Nimetlere ve sahibine karşı içinde muhabbet ve saygı duymak, vicdan işi.

Nimet ve sahibini lisânen övmek ise şükran ve hamd ü senâ vazifesidir.

Mü’minler olarak şu hususları bilmek zorundayız:

Allah -celle celâlühû- ne verdi ise; onu yiyelim, içelim, şükredelim. Bilelim ki bizim hakkımızda hayırlısı hangisi ise, onu vermiştir. Az nimet, şükrü edâ edilince çoğalır, bereketlenir. Şükrü edâ edilmeyen nimet çok da olsa günün birinde; azalır, hayırsız ve bereketsiz olur. Bunu bilelim, Allah -celle celâlühû- ne verdi ise onun şükrünü edâ edelim.

Yeri gelmişken şu hâdiseyi anlatayım:

Rivâyete göre Musa -aleyhisselâm- Tûr’a giderken yarısı kuma gömülmüş birisini gördü ve;

“–Hayırdır neden böyle kumun içindesin?” diye sordu.

O adam;

“–Giyecek bir şeyim olmadığı için buradayım, insanların arasında yarı açık dolaşmaktan utanıyorum.” dedi. Daha sonra Hazret-i Musa’nın Tur Dağı’na gittiğini öğrenince;

“–Madem Cenâb-ı Hak’la konuşmaya gidiyorsun. Benim bu durumumu da anlat, bana acısın da bir giyecek ihsan etsin. Burada kum içinde durmaktan sıkıldım artık.” dedi.

Hazret-i Musa;

“–Tamam!” dedi ve Tûr’a vardı.

Adamın durumunu anlattıktan sonra;

“–Yâ Rabbi! Niçin o kulun o durumdadır?” dedi.

Hazret-i Musa’ya şöyle denildi:

“–Yâ Musa, onun da bir sebebi var. Bir kere o adam nimetlere şükür nedir bilmez. Dahası fitnecidir. Şimdi ona bir elbise versem ve böylece halk arasına girmesini temin etsem, gider fitnesi ile milleti birbirine katar. Onun öyle durması daha hayırlıdır. Bu hâline otursun, şükretsin.”

Hazret-i Musa dönüş yolunda o adamın yanına uğradı;

“–Ey kardeş! Olduğun yer sana uygun, bu hâline şükret!” dedi.

Adam bunları duyunca birden patladı;

“–Ne demek yani; ben kimseye dalkavukluk etmem, hiç kimseye tatlı söz söyleme gereğini duymam. Sonra şu hâlimin şükredecek nesi var ki şükredeyim?” dedi.

Biraz sonra korkunç bir rüzgâr çıkıp bütün kumları savurdu ve adam kumlar arasında dışarıda çırılçıplak kalıverdi. O zaman anladı şükretmenin ne demek olduğunu.

Bu hâdise de bize gösteriyor ki, nimetlere şükredici olduğumuz zaman; nimetlerde ziyadeleşme olurken, nankörlük durumunda ise azalma hattâ zamanla yok olma ile karşılaşabiliriz.

Bu dünyadaki maddî-mânevî tüm nimetlerin farkına varmayı, âhirette de cennetlere nâil olup hamd edenlerden olmaya Rabbim cümlemizi muvaffak eylesin. Âmîn…