SOBAYA ODUN LÂZIM!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

egitim_notlari-yuzakidergisi-mayıs2015

–Hayrola ne yapıyorsun?

–Görmüyor musun, kış geçse de soğuklar istediği zaman ensemizde.

–Eee!

–E’si, sobaya odun lâzım!

–?!.

Üç gün sonra:

–Peki, şimdi ne yapıyorsun?

–Dedim ya, soğuğa karşı tedbir alıyorum.

–Fakat bu?

–Yahu ne çabuk unuttun!

–Neyi?

–Sobaya odun lâzım!

–?!.

Üç ay sonra:

–Yine mi?

–Mecbur. Zamansız zamansız karşıma çıkınca hazırlıklı olmak gerekli değil mi?

–Gerekli de. Bu şekilde?

–Hâlâ anlamadın mı?

–Kastettiğin tam olarak ne?

–Tekrar ediyorum: Sobaya odun lâzım!

–?!.

Üç yıl sonra:

–Bakış açın değişmemiş!

–Gerçekler değişmez. Hep aynı hâdise, ne yapayım çözüm de aynı.

–Düğüm gibi geliyor bana.

–Sana gelişiyle bana gelişi, hiç farklı değil ama takıldın kaldın.

–Niçin ve nereye takılmışım ki?

–Artık bıktırdın be adam. Şunu iyice anla artık: Sobaya odun lâzım.

–?!.

Bu ahvâle eğitim bülbülü dayanamadı. Hemen söze başladı:

“–Ey yârenler!

Çok doğru!

Sobaya odun lâzım.

Fakat;

Hepsi bu mu? Sadece bu mu gerçek olan? Hakikaten haklı bir davranış için tek başına bu kâfî mi?

İyi düşünün!

Çok mükemmel tarihî bir mobilyayı sırf sobaya odun lâzım diye parçalayıp yakmak, ne kadar doğru? Odun lüzumu, antika bir dolabı ateşe atmayı haklı kılar mı? Bu gerekçe, eşsiz bir medeniyetin minberlerini kül etmenin bahanesi olabilir mi?

Asla diyorsunuz değil mi?

Ancak ey dostlar!

Meselenin bu yönünü hiç akletmeyenler, hayatta her lâzım oluş karşısında bu gerekçe ile neleri fedâ ediyorlar neleri. Odun lâzım ya nasılsa, gerisi mühim değil şeklinde bir yaklaşım garâbeti aldı başını gidiyor. Adamın keyfi mi kaçtı, canı mı sıkıldı, artık onda yegâne dert, bunu giderme lüzumu. Artık o, trafiği altüst etme hakkına da sahip, çevresine saldırma hakkına da sahip, ülkeleri tahrip etme hakkına da sahip, her türlü cinayet hakkına da sahip vesaire. Tâ keyfi yerine gelene kadar.

Bir de;

Lâzım oluş, hangi mevzuda olursa olsun her şey ona malzeme gibi.

İşte çok acı bir gaflet!

Eğitim dünyası da bu hususta uyku hâlinde.

Çünkü;

Lâzım oluşlar, insanları yerli yerinde değerlendirmekten ziyade, bahane ve gerekçeler kıskacında tüketiyor. Yüksek bir kabiliyet, çok sıradan bir lâzım ifadesi içinde ziyan ediliyor. Ya da sıradan ve çok düşük bir çap, yine lâzım bahanesi içinde gücünün yetmeyeceği yükseklere doğru toz ediliyor. Tıpkı sadece lâzım gerekçesine sığınarak gönül mimarlarını cellâtlık hizmetlerinde, cellât gibileri de gönül mimarlığında kullanmak gibi.

Dostlar!

Maksat, temiz bir nesilse, onu kanalizasyon içinde tertemiz olarak yetiştirmek ne kadar mümkün? Lâzım diye, mutfak bardağı tuvalet maşrapası olarak da kullanılabilir mi? Bu, ancak zarar ve ziyan meydana getirir.

Yine;

Bir sürü insanın yapabileceği sıradan ve fânî bir işi; çok kıymetli, üstün ve ebedî mühürlü vazifeler yapabilecek müstesnâ bir kişiye yaptırmak da kayıptır!

Yine;

İlâhî çizgilere riâyet edilemeyen yerlerde o çizgilere riâyet edenleri harcamak da, şuur değil gaflettir, kayıptır.

Elbette;

Her soğukta kaloriferi veya sobayı yakmak lâzım.

Hele buz gibi soğukta, mutlaka gerekli.

Fakat bu lâzım oluşun yakıtı, asla ve asla, Ulu Cami’nin 6666 ahşap parçadan müteşekkil bir sanat eseri olan muhteşem minberi değildir.

Çünkü;

O hârika minberi yaktıktan sonra, artık sobaya da ısınmaya da ne hâcet!

Bir kere ruh ölmüş olur!

Ölüyü ise, ha soğuk tut, ha sıcak, ne fark eder?

Maalesef bugün;

Mecâzen bu hâdise çokça yaşanıyor. Soğuk misali dar zamanlarda, odun lüzumu misali çözüm gerektiğinde, bazen Ulu Cami minberleri misali şahsiyetler harcanıyor. Allah Teâlâ, savaş hâlinde bile bu gaflete düşülmemesi için şu tanzimi ferman buyurmakta:

«Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup, dinde (dînî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek (istikamet üzere eğitmek ve yaşatmak) için geride kalmalıdır…» (et-Tevbe, 122)

Çünkü;

Mihrap şahsiyetler, muharebelerde tüketildiğinde; geride kalan toplum, mahrumiyetler içinde hâlden hâle savrulur.

İbrettir:

Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarına; onca erbâb-ı ilim, gencecik talebeler, eğitim mihrapları, hocaefendiler ve nice ulemâ da mecburen iştirak ettiler ve onlardan büyük bir yekûn şehid oldu. Onların yokluğuyla oluşan boşluk, neredeyse medeniyetlerin el değiştirmesine sebep olacak felâkette acı bir vaziyet meydana getirdi. Demek ki, âyet-i kerîmede buyurulan düstur, ne kadar büyük bir hakikat. O düsturu mecburen de olsa ihmal, ne ağır felâket tablolarına sebep.

Dolayısıyla;

Hiçbir bahane, mihrap taşını sokak taşı yapmaya gerekçe değil.

Hiçbir gerekçe de, cami sütunlarını telefon direği yapmaya bahane değil.

Yoksa temeller sarsılır, kubbeler dağılır ve nihayet kıbleler bozulur.

Hâsılı;

Minberlerin ahşap sanatı; yerlerinden koparılıp da yabancı metotlarla yakılmış alevlere hangi lüzum ile olursa olsun, odun yapılamaz.

Bu mecazların hepsi de elbette ki insanları temsil ve ifade etmektedir.

Ey dostlar!

Önce, bu meselede üç gün sonraya baktınız, ardından üç ay sonraya baktınız. Şimdi bir de üç asır sonraya bakın:

–Ne oldu?

–Sorma kardeş, hiç sorma. Eyvah, eyvah!

–Niye ki?

–Niyesi mi kaldı. Melekler ne diyor duymuyor musun?

–Ne diyorlar?

–Cehenneme odun lâzım!

–?!.

İşte dostlar!

Lâzım oluşları, boş bahanelere ve gerekçelere dönüştürüp de zarar, ziyan ve kayıplara dalmak, sonunda insanı cehennem odunu eyler, Allah muhafaza.

Öyleyse;

Cennet tûbâları gibi olabilmenin yoluna bakmalı.

Hayattaki bütün bahaneleri, cennet için kullanmalı.

Yani;

Eğitimden sanata, ticaretten siyasete, her türlü faaliyetler, ancak şöyle demeli:

Bütün gerekçeler, bizi cennete ulaştırmalı.”

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn!…