Şanlı Mâzimizden Seçme Nükteler – KUSURUM ÇOK!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_1-yuzakidergisi-agustos2016

 

KUSURUM ÇOK!

Horasanlı sûfî Ebû Ali Şakîk-i Belhî, Belh’te doğdu. İlim tahsili için seyahat etti, hacca gitti. İmam Câfer-i Sâdık’la görüştü, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Züfer’den ders aldı.

Rivâyete göre hac sırasında karşılaştığı İbrahim Edhem’e geçimini nasıl temin ettiğini sordu. İbrahim Edhem eline bir şey geçerse şükrettiğini, geçmezse sabrettiğini söyleyince;

“Belh köpeklerinin de yaptığı budur.” dedi. Aynı soruyu İbrahim Edhem kendisine sorunca;

“Bulduğumuzda dağıtırız, bulamadığımızda şükrederiz.” karşılığını verdi. (İbn-i Hallikân, I, 32)

Şakîk-i Belhî’nin mârifet anlayışında dört unsur bulunmaktadır: Allâh’ı, nefsini, Allâh’ın emir ve nehiylerini, Allâh’ın ve kendisinin düşmanlarını bilmek.

Şakîk-i Belhî, 810 yılında Mâverâünnehir bölgesinde katıldığı Kûlân savaşında şehid oldu.

***

Şakîk-i Belhî -rahmetullâhi aleyh- bir gün arkadaşlarıyla birlikte Mecûsîlerin tapınağına geldi. Arkadaşlarına;

“Haydi içeri girelim. Belki Mecûsîlere bir tebliğ fırsatı buluruz.” dedi. Şakîk -rahmetullâhi aleyh-, içeride güzel yüzlü bir gence müslüman olmasını teklif etti. O genç Hazret-i Şakîk’in yanına gelip ona bir tokat vurdu. Şakîk-i Belhî ve arkadaşları buna bir mânâ veremeyip dışarı çıktılar. Hazret;

“Kendi kusurlarım sebebiyle bu Mecûsî müslüman olmadı. Sözüm tesir etmedi.” diyerek, tövbe ve istiğfâra yöneldi. Kusur ve günahlarının affı için ağladı, çok gözyaşı döktü. Uzun yıllar ilim tahsil edip takvâ ve zühd üzre bir hayat yaşadı. Bir gün talebelerine;

“Geliniz Mecûsîleri görelim de, onlar gibi olmadığımız için Allah Teâlâ’ya şükredelim.” diyerek içeri girdiklerinde ihtiyar bir Mecûsînin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî -rahmetullâhi aleyh- ona;

“–Niçin müslüman olmuyorsun? Güzel sîmâlı bir ihtiyarsın…” deyince, ihtiyar;

“–Bana İslâm’ı anlat!” dedi. Hazret ona İslâmiyet’i anlattı. O da müslüman oldu. Yolda o ihtiyara;

“–Filân tarihte, Mecûsîlerin bu tapınağında bir genç vardı. Şimdi ne hâldedir?” diye sordu. İhtiyar;

“–İşte ben o gencim.” deyince Hazret-i Şakîk çok hayret etti ve;

“–Sana o zaman Müslümanlığı anlattım, müslüman olmanı teklif ettim, kabul etmedin. Şimdi anlattım, hemen müslüman oldun. Hikmeti nedir?” diye sordu. Bunun üzerine ihtiyar;

“–O zaman senin sözün bana tesir etmedi. Şimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki, benim pislik ve zulmetimi giderip temizledin. Allah Teâlâ da senin nûrunu artırsın.” dedi.

m_hidir_2-yuzakidergisi-agustos2016

 

ESKİ ÖMER YOK ARTIK!

Emevî halîfesi Ömer bin Abdülaziz, 680’de Medine’de doğdu. Çocukluğunun ilk yıllarını Medine’de dayılarının yanında geçirdi. Kur’ân’ı ezberleyerek hâfız olan Ömer, tâbiînin ilk tabakasına mensup âlimlerin derslerini takip etti. 706 yılında Hicaz valiliğine, 717 yılında Süleyman’ın ölümü üzerine halîfeliğe tayin edildi.

Adâletiyle Hazret-i Ömer’e, zühd ve takvâsıyla Hasan-ı Basrî’ye, ilim bakımından Zührî’ye benzetilen Ömer bin Abdülazîz halîfeliği sırasında çok sade bir hayat yaşadı.

Ömer bin Abdülazîz, 720 yılında Humus’a bağlı Deyrsem‘ân’da vefat etti. -rahmetullâhi aleyh-

***

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra hanımı Fâtıma binti Abdülmelik’e;

“–Hanım! Ben artık sadece ev halkıyla ilgilenecek bir Ömer değilim. Dünya zevki istersen babanın evine dönebilirsin. Yok, bu hâle râzı olup benimle kalmak istersen; üzerindeki ziynetleri çıkarıp beytülmâle vermen gerekir. Bunca fakir varken halîfenin hanımı boynunda ziynetlerle dolaşamaz.” dedi.

Pür dikkat halîfeyi dinleyen Fâtıma Sultan, hiç tereddütsüz ziynetlerini çıkarıp devlet hazinesine gönderdi.

Bu olaydan yıllar sonra Ömer bin Abdülazîz’in yerine geçen Yezid; Fâtıma Sultan’ın ziynetlerini hazineden getirterek, zamanında gönülsüz verdiği ziynetleri geri almasını istedi. Fâtıma Sultan;

“–Vallâhi kabul etmem. Ben kocam Ömer’e sağlığında itaat ettiğim gibi vefatından sonra da aynı şekilde itaat eder, onun rızâsından uzak yaşayamam.” diyerek fazîlette karşısındakinden kat kat üstün bir derece gerçekleştirdi.

m_hidir_4-yuzakidergisi-agustos2016

 

YA KAZANIRIZ YA ÖLÜRÜZ!

Libya istiklâl mücadelesinin liderlerinden Ömer bin Muhtâr, Butnân’da doğdu. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler’in Zenzûr Zâviyesi şeyhi Seyyid Şemsî’nin yanına gönderildi.

İtalyanlara karşı ilk saldırıda bulunan birlikler arasında yer aldı. Yerli ahâlî, yaklaşık yirmi yıl süren savaş süresinde dağlara çekilip İtalyanlara baskınlar düzenleyerek çarpışmalara katıldı.

Ömer Muhtâr, yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır’a gidip yerleşmesi tavsiyelerine uymayarak mücadeleyi sürdürdü. Bu azminden ötürü kendisine «çöl aslanı» unvanı verildi.

1931’de İtalyanlara esir düştü. Kurulan uydurma mahkemede idama mahkûm edilip 16 Eylül 1931’de Sulûk kampında tutulan 20.000 kişinin önünde asılarak idam edildi.
***

Tevkif edilen Ömer Muhtâr ile uydurma mahkemenin kukla hâkimi arasında şöyle bir konuşma geçer:

“–İtalyan Devleti’ne karşı savaştınız mı?”

“–Evet.”

“–İnsanları İtalyan Devleti’ne karşı savaşmaya teşvik ettiniz mi?”

“–Evet.”

“–İtalya’ya karşı kaç yıl savaştınız?”

“–Yaklaşık 20 yıl.”

“–Yaptıklarından dolayı pişman mısın?”

“–Hayır.”

“–İdam edileceğinizi biliyor musunuz?”

“–Evet.”

“–Sizin gibi birisi için böyle bir son… Çok üzücü.”

“–Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol.”

Hâkim daha sonra;

“–Mücahidlere cihâdı durdurmalarını emreden bir emirnâme yazmanız hâlinde sizi beraat ettirerek ülke dışına sürgüne gönderebiliriz.” dedi. Bunun üzerine Ömer Muhtâr o meşhur sözlerini söyledi:

“–Her namazda Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed -sâllallâhu aleyhi ve sellem-’in de O’nun Rasûlü olduğuna şahâdet eden parmaklarım, asla yanlış bir şey yazamaz! Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz! Biz ölsek de kazanırız ve siz kaybedersiniz. Fakat acı olan siz bunu ancak öldüğünüzde anlarsınız ve bunun size bir faydası olmaz.”

Hâkim;

“–İtalya sıkıyönetim mahkemesi idamınıza karar verdi.” diye bilgi verdi.

Ömer Muhtâr:

“–Hüküm ve karar yalnız Allâh’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur… İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn!” diye cevap verdi.

m_hidir_3-yuzakidergisi-agustos2016

 

İNCİ TÜRKÇEMİZ…

Nihad Sami BANARLI, 1907’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’­da yaptı. Yüksek Öğretmen Okulu Türkçe Bölümü’nü bitirdi. Edebiyat öğretmenliği yaptı.

1953 yılında kurulan İstanbul Fetih Cemiyetine girdi. Millî Eğitim Bakanlığı 1000 Temel Eser ve Çağdaş Türk Yazarları Komisyonlarına üye ve başkan seçildi. 1970 yılında kurulan Kubbealtı Akademisi Edebiyat Kolu Başkanı ve Akademi Dergisi Müdürü oldu.

Edebî sanatta hece ve aruz ile şiirler, tiyatro eserleri, hikâye denemeleri yazdı. Liseler için yazdığı edebiyat kitabı ve Resimli Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserleri ile tanınır.

Banarlı, 1974’te İstanbul’da vefat etti. Kabri Rumelihisarı’ndadır.

***

Türkçenin bir imparatorluk dili oluşunu şöyle anlatır:

“Türkçe hüküm sürdüğü toprakların neresinde güzel bir ses bulmuşsa onu kendi bünyesine almıştır. Böyle, bir tarih boyunca işlene yontula güzelleşmiş halk şiirine, aile harîmine, millî vicdana yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabiîdir. Böyle kelimeler dillerde, efsanenin Nisan yağmurundan düşen damlaları sedef içinde saklayıp işledikten sonra iri ve parlak inciler hâline koyması gibi zamanla ve sabırla işlenmişlerdir. Bu hâlis incileri birtakım encik boncukla değiştirmek en azından incideki kıymeti anlamamaktır.”