Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler – HAZRET’E «İLM-İ NÂFλ SORUSU…

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî, 1058 senesinde İran’ın Tûs şehrinde doğdu. Çocukluğundan itibaren ilim tahsil eden Muhammed Gazâlî; memleketinde fıkıh okuduktan bir müddet sonra, Cürcân’a giderek İmam Ebû Nasr İsmâilî’den ders aldı.

Bir yolculuk sırasında haramîler Gazâlî’nin kervanının yolunu kesti. Kervanda bulunan kıymetli eşyalarla birlikte kitaplarını da aldılar. Gazâlî Hazretleri, yol kesicilerin reisine kitaplarını geri vermesi için âdeta yalvardı. Buna mukabil eşkıyâ reisinin;

“Sen nasıl bir âlimsin ki kitapların gidince cahil kalıyorsun?” sözlerinden derin bir teessür duyan Gazâlî, ilim tahsiline kitapları ezberleyerek devam etti.

İmâm-ı Gazâlî daha sonra Nişâbur’a gitti ve usûl-i hadis, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, İslâm hukuku ve münazara ilimlerini öğrendi.

Selçuklu veziri Nizâmü’l-Mülk; onun birçok alandaki ehliyet ve liyâkatini görüp, onu Nizâmiye Medresesi’nin baş müderrisliğine tayin etti.

İmâm-ı Gazâlî, 1111 senesinde Tûs’ta vefat etti. Kabri Taberân denilen yerdedir.

***

Talebelerinden biri bir gün kendi kendine;

“–Senelerce zahmet çekip ilim öğrendim. Bu kadar çok ilimden bana en lüzumlu ve faydalısı acaba hangisidir?” diye uzun zaman düşünüp hocası İmâm-ı Gazâlî’ye bir mektup yazarak bu husustaki fikirlerini sordu. Hocası ise şu cevabı gönderdi:

“–Ey sevgili oğlum ve sâdık dostum! Bütün nasihatler Peygamberimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den alınmıştır. O’ndan gelmeyen nasihatler faydasızdır. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Allah Teâlâ’nın bir kuluna rahmet etmeyeceğinin, ona gazap ve azap edeceğinin alâmeti; dünyaya ve âhirete faydası dokunmayan şeylerle meşgul olması, zamanını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allah Teâlâ’nın beğenmediği bir şeyle geçerse; ne kadar çok pişman olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri, yani sevapları; kötü işlerinden, yani günahlarından ziyâde olmadı ise cehenneme hazırlansın.» buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu nasihat yetişir.”

 

BEYLERE, PAŞALARA BOYUNDURUK VURULDU…

Sultan III. Mehmed Han, 26 Mayıs 1566’da Manisa’da doğdu. İstanbul’a getirilip sarayda ihtimamla yetiştirilen şehzade, daha sonra Saruhan Sancak Beyliğine gönderildi. 1595 tarihinde tekrar İstanbul’a gelip tahta çıktı.

Padişah, 1596’da ordusunu başında Eğri Seferi’ne çıktı. Askerler padişahın sefere çıkmasıyla moral buldular. Kuzey Macaristan’ın en önemli kalelerinden biri olan Eğri (Eger) fethedildi. Sultan bu fetihten dolayı «Eğri Fatihi» unvanını aldı.

Edebiyat ve şiire merakı olan III. Mehmed Han, 21 Aralık 1603 tarihinde vefat etti. Kabri, Ayasofya Camii’nin avlusundaki türbededir.

***

Sultan III. Mehmed devrinde; Osmanlı Devleti ile Avusturya arasındaki harp esnasında, Budin’e imdat etmek için gidilirken, bir suyun geçilmesi icap eder. Diyarbakır Beylerbeyi Murad Paşa ile dîvan kâtibi olan Özin Efendi boyunduruğa girip, topu çekerler. Anadolu Beylerbeyi vezir Sofu Sinan Paşa ile Halep Beylerbeyi Mahmud Paşa da aynı şekilde boyunduruğa girerler. Topu çekerek suyu aşarlar. Özin Efendi şöyle der:

“Bunu tarihe koyun ve gönül levhasına yazıp işaretleyin ki, saâdetli padişahımızın iki veziri ve bir beylerbeyi boyunduruğa girip topu çekerler. Uzun müddet unutulmasın.”

Murad Paşa da;

“Boylarımız eşit değil ama hangimizin gücü üstün?” gibi şakalarla gönülleri hoş eder. (Peçevî; Tarih, c. II., s. 204 [H. 1007-M. 1598])

 

İFLÂS NEDEN? İHSAN BOL KESEDEN…

İran’ın önde gelen şairlerinden Hâce Şemseddin Muhammed, 1317’de Şîraz’da doğdu. Babası vefat ettiğinde, ailesini geçindirmek için bir süre çalıştı. Daha sonra ilim tahsil etti. Öğrenimi sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği için «Hâfız» nisbesiyle anıldı. Dînî ilimlerin yanı sıra, başta Arap edebiyatı olmak üzere diğer edebiyat kültürlerini de bilir ve ustalıkla kullanırdı.

İran tasavvuf şiirinin öncülüğünü yapan Hâfız, 1390 yılında Şîraz’da vefat etti. Kabri, bugün türbesinin bulunduğu Hâfızıye semtindedir.

***

Timur, İran’ı istîlâ edip Şîraz’a girdiğinde halkı haraca bağlar. Vergi memurları Hâfız-ı Şîrâzî’den de vergi isterler. Zaten maddî sıkıntı içinde yaşayan Hâfız, bu vergiyi ödeyecek durumda değildir. Çareyi Timur’un huzûruna çıkarak hâlini arz etmekte bulur. Timur ise;

“–Aman Hâfız, sen bir şiirinde;

Eger an Türk-i Şîrâzî bedest âred dil-i mârâ,
Behâl-i hinduyeş bahşem Semerkand ü Buhârârâ.

«Eğer o Şîrazlı Türk gönlümüzü tutsak ederse yanağındaki siyah ben için Semerkant’ı ve Buhara’yı bahşederdim» demiyor musun? Sevgilisinin yüzündeki bir ben için Semerkant’ı ve Buhara’yı verebilen insan nasıl yoksul olur? Bunu diyen insan nasıl iflâs ettiğini söyler?” dediğinde Hâfız Şîrâzî;

“–İşte o bol keseden yaptığım ihsanlar yüzünden iflâs ettim Sultanım!” cevabını verir. Bu cevaba gülen Timur, şairi vergilerden muaf tutarak ihsanlarda bulunur.

KOCA ÜSTÂDIN BÜYÜK NEDÂMETİ…

Ta‘lik hattına Osmanlı-Türk üslûbunu katan hattat Mehmed Es‘ad Yesârî Efendi, 1730’lu yıllarda İstanbul’da doğdu. Sağ tarafı felçli olarak doğan, sol elinde de çolaklık bulunan Mehmed Es‘ad; o hâliyle hat sanatıyla ilgilendi. Hat yazarken sol elini kullandığından «Yesârî» nisbesiyle anıldı. İcâzet aldıktan sonra; kıt‘alar, murakka‘lar, kitâbeler, levhalar yazdı. 1776’dan itibaren Osmanlı-Türk ta‘lik üslûbunu başlattı.

Son zamanlarını hastalıklarla geçiren Es‘ad Yesârî Efendi, 20 Aralık 1798’de vefat etti. Kabri, Fatih’in Gelenbevî semtindeki Tûtî Abdüllatif Efendi Medresesi’nin hazîresindedir.

***

Babası, oğlunu devrin meşhur hat üstatlarındanŞeyhülislâm Veliyüddin Efendi’ye götürerek Es‘ad’ı talebeliğe kabul etmesini rica etti. Veliyüddin Efendi, çocuğun felçli hâline bakarak; “Bu işi yapamaz.” diyerek kabul etmedi.

Bunun üzerine baba-oğul, Seyyid Mehmet Dedezâde’nin kapısını çaldı. Kapısına gelenleri boş çevirmek istemeyen usta, Es‘ad’a -ödev mahiyetinde- hat çalışması için meşk verdi. “Buna benzet de, bana getir!” dedi.

Es‘ad bir müddet uğraştıktan sonra hocasına birtakım yazılar getirdi. Yeni başlayan birine göre fevkalâde güzel olan bu örnekler Dedezâde’yi bir hayli şaşırttı. Emin olmak için bir kere de gözü önünde yazdırdıktan sonra titrek elle yazılan bu yazılar karşısında; “Bu, sana Allah vergisi bir kabiliyet!” diyerek şaşkınlığını ifade etti.

Yesârî Efendi, kısa zamanda icâzet alma derecesine geldi. İcâzet komisyonunda ilk gittikleri üstad olan Veliyüddin Efendi de vardı. Veliyüddin Efendi bu genç hattatın yazılarına hayran kaldı ve onu reddettiğine pişman olarak; “Cenâb-ı Hak bu zâtı, bizim kibirli burnumuzu kırmak için göndermiş.” dedi.