PERÇEM

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_asım_kucukasci-yuzakidergisi-eylul2015

Bazı delikanlılarda sık sık görmeye başladım.

Yeni saç modası: Alnın üzerinde, ucu yukarı doğru sivriltilmiş, uzun, yoğun bir saç yığını…

Alnın üstündeki saçlara çeşitli isimler verilmiş.

Kâkül, perçem ve nâsıye.

«Nâsıye», bir Kur’ân mefhumu… Peygamberimiz’i namazında rahatsız eden Ebû Cehl’i, Cenâb-ı Hak; onun perçemiyle, nâsıyesiyle anarak tehdit eder:

“Hayır!.. Andolsun eğer (küfründen, kulumuza tasallutundan vazgeçmezse) Biz onun perçeminden yakalayacağız!.. O yalancı ve günahkâr perçeminden!..” (el-Alâk, 15-16)

Aşağılayan, zelil, perişan bir sürükleyiştir bu.

Yalan ve günahın perçeme insad edilmesine bir mecaz deyip geçebilirdik.

Ammâ Kur’ân-ı Hakîm’in her kelimesi mûcize…

İnsan beynini inceleyenler, onda karar alma mekanizmasının tam da perçeme; alın, nâsıye dediğimiz bölgeye denk geldiğini söylüyorlar.* Yalancı ve günahkâr bir alındır, Ebû Cehil’inki.

Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz’e hitâben;

«Ona (yalancı ve günahkâr Ebû Cehil’e) uyma! (Rabbine) secde et ve yaklaş!» (el-Alâk, 19) buyurularak biter sûre.

Secde yedi âzâ üzerine yapılır ya, en mühim nokta alındır. Celâl ve azamet sahibi Allâh’a yaklaşmak, O’nun huzûrunda alnı yere koymakla mümkündür. Yani iradeni, O’nun iradesine râm etmekle. Kararını O’nun emrine âmâde kılmakla;

“İşte iradem, işte Sana uzanmış boynum, her emrine itaatkârım. Kulunum!..” demekle.

Şimdi bütün hüsran hikâyesi; «Bir secde emrine muhalefet» ile başlamış şeytana bakalım. Onun tasvirlerini yapanlar, bir keçi gibi boynuzlar çiziyorlar. Alnında çıkıntılar.

Kur’ân-ı Kerim; cehennemin dibinde biten zakkum bitkisinin tomurcuklarını, «şeytanların kafaları»na benzetirken (es-Sâffât, 65), zihnimizdeki kötülük, perişanlık ve çirkinliğin o dik başlı sembolüne işaret ediyor.

İslâm âlimleri; şeytanın şeklini görmesek de «o kafa»nın, çirkinliğin nihâî portresi olduğunu zihnimizle tahayyül edebildiğimiz için, bu teşbihi çok mânidâr buluyorlar. Tıpkı, hiç melek görmedikleri hâlde, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın güzelliğini ve nûrânîliğini görünce;

“Bu insan olamaz, bu bir melek!” diyen Mısırlıların sözlerindeki gibi.

Yine de şeytan kafası nasıl olur, bize anlatan bir de hadîs-i şerif var:

Bir seferinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı-sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Hazret-i Peygamber, eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işaret etti. Adam, bu emri yerine getirip geldiğinde Allah Rasûlü;

“Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” buyurdular. (Muvatta’, Şaar, 7)

Demek ki saçta-başta garâbet ve dağınıklık şeytana benzetiyor insanı.

“Saç benim, karar benim!”

Öyle mi?

“Benim kararım, benim yaratıldığım madde, benim ilmim, benim makamım, benim şerefim, itibarım, kıymetim…” diyerek kahrolan şeytan ve kahrolası başı gibi:

«Ateştenim.» diyerek yandı, yandı külleşti,
Dumanla, isle bulandıkça nûru terk etti!..

«Ateş, ateş!» diye çıldırdı kavrulup gitti,
Suyun önünde hasetten buhûru terk etti…

Meleklerin hocasıyken neler getirdi başa,
Haset için nice âlî umûru terk etti!..

Akıl yürüttü de hâşâ hatâyı keşfetti:
«Tenezzül etmedi âteş, çamuru terk etti!..»

Rakîbi gördüğü Âdem babam önünde bir an,
Eğilmemek için iblis, huzûru terk etti…

Asıl şu insana Tâlî eder, durur hayret,
Kanıp da hasmına nîçin şuûru terk etti?!.

Evet, o artık şeytandı. Şeytan uzak olmak kökünden. Sıfatı da racîm, taşlanmış, yine huzurdan uzaklaştırılmış demek.

Secde yaklaştırırken, dik başlılık uzaklaştırıyor.

Kabul yaklaştırırken, inat uzaklaştırıyor.

Zavallı şeytan; dik başlılığının, özgürlüğünün, kendi kararını kendi iradesiyle vermenin iktidarını, Yaratıcısı’ndan uzakta kalmak bedeliyle de olsa yaşadığını sanıyor.

Hâlbuki;

“…Perçeminden, Cenâb-ı Hakk’ın tutmadığı, kendisine hükmetmediği hiçbir canlı yoktur…” (Bkz. Hûd, 56)

Yani aslında İblis; hidâyet, rahmet, af gibi cemâlî sıfatlardan uzaklaşıp, azamet, kibriyâ gibi celâl sıfatlarına ortak olmaya kalkınca, Mudill isminin mâkesi oldu. Dalâletin gönüllü temsilcisi oldu. “Bu imtihanda bir çeldiriciye lüzum var, bu senaryoda bir kötü role ihtiyaç var. Ne olur o ben olayım!” diye yalvardı. Rabbi de kabul etti. Yani yine Allâh’ın iradesi altında, O’nun takdirini yaşıyor, ama rızâsına eremeden, rahmetine gark olamadan. Ebedî azap, lânet ve hüsrana dûçâr olarak…

Evet, insan ise secde ile, alnını, perçemini Hakk’ın yoluna koyarak, varlığının en kıymetli yeri olan baş ve yüzünün en üst noktasını, varlığının mütevâzı menşei olan toprağa bulayarak Allâh’a yaklaşma arayışında. İradesinin, hareketlerinin, kararlarının O’nun cemâlî sıfatlarıyla vasıflanmasını arzu ediyor.

Bu sebeple;

Secdedir bir kula ihsân edilen son ikram,
Secde; Allâh’a yakınlaşmada en zirve makam.

Secdedir insanı şeytandan ayırmış haslet,
Secde et, kalmasın iblîsi ayartan kasvet,

Secde et! Secdeni görmek ona en gamlı hüzün,
Kahrolur hatrına geldikçe inâd ettiği gün.

Secde et, kibrini yen, Rabbine kulsun mâdem;
Tevbe etmekle bağışlandı kovulmuş Âdem. (Mecnûn-Tâlî)

Kul günde en az beş vakit Rabbine secde edecek. Bu sebeple müslümanların giydikleri başlıklar daima secdeyle mütenasip, çıkıntısız, sipersiz olmuş. Ne hikmettir, namazı zâyî etmiş ehl-i kitâbın çoğu başlığı ise, siperleri sebebiyle secdeye mânidir. Yahudilerin silindir şapkaları, hıristiyanların çok çeşitli fötr ve benzeri başlıkları gibi.

Demek serpuşun da İslâm ile, din ile alâkası var.

Olmaz mı, ne başlar gitti, şapka için!..

Başlığın da başın da baştaki saçın da «keyfiyet»inin, mükellefin fiilleri arasında bir hükmü var.

Hani şimdilerde sünneti, hadîsi daraltmaya çalışanlar var. Gençlerimizin saçını, bir yerlerde üretilen modaların şekillendirmesine, yani birilerinin gençlerimizin perçeminden tutup sürüklemesine, karar alma mekanizmalarına hükmetmesine ses çıkaramayanlar;

“Kılın, tüyün sünneti mi olurmuş!” diyorlar!..

Olur ya elbet…

Çünkü saçı-başı dağınıklık şeytan gibi gezmek demek.

Onu bakımlı tutmalı.

Ama nasıl?

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle dedi:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başın bir kısmını tıraş edip bir kısmının (perçem olarak) bırakılmasını yasakladı.” (Buhârî, Libâs 72; Müslim, Libâs 72, 113)

Zâhirî sebeplerden biri, bugün de şahit olduğumuz üzere yahudilerin favori ve kâkül bırakma âdetlerine muhalefet etmek. Bugün de şahsiyetli bir müslüman, ağyâre, yabana, yabancıya muhalefet etmeyi bilmeli. Kafasının dışıyla da, içiyle de… Perçem tıraşıyla da, kararlarıyla da…

Çünkü din; saçınla uğraşmaz. Saçını tıraş ettirmendeki karar alışına, model arayışına, şahsiyetine sızan benzeşme, aynîleşme temâyülüne dikkat eder.

Müslümanlar da yahudiler de takke takıyorlar. Onlarınkinin adı kippa, takış şeklinde de bâriz bir fark var: Alnı, perçemi açıkta bırakıyor onlar. Biz ise örtüyoruz.

Sanki, biz; “Secdede sahibine teslim ettiğimiz nâsıyemizi, kimsenin avuçlarına bırakmayız!” dercesine örtüyoruz.

Değil saçını, başını Allâh’ın keskin emrine uzatmış İsmail -aleyhisselâm- gibi…

Babası İbrahim -aleyhisselâm- bir peygamber. Rüyası vahiy. Üç kere rüyada oğlunu boğazladığını görünce takdîre boyun eğer. Ya oğlu, o ne diyecektir? Sorar:

“Ne dersin?”

Hazret-i İbrahim sormak zorunda mıydı? Oğlu râzı olmasa da, zorla, perçeminden sürükleyerek de olsa götürüp kesmek zorunda değil miydi? Öyleydi. Fakat gönül aradı, Halîlullah.

Hayrulhalef evlâd olasın sen, canım oğlum!..
İsmâil olursan; sana ben kurbanım oğlum!.. (Tâlî)

O güne kadar yedirdiği helâl lokmaların neticesini sordu.

O güne kadar verdiği eğitimin neticesini sordu:

Sordu ve cevapların en güzelini aldı:

“Emrolunduğunu yerine getir baba! Beni inşâallah sabredenlerden bulacaksın.” (es-Sâffât, 102)

Âyet-i kerîme şöyle devam ediyor:

“Her ikisi de (hakkın buyruğuna) teslîmiyet gösterdiler ve o, oğlunu alnı üzeri yere yatırdı.” (es-Sâffât, 103)

Teslîmiyet ve alın… Yine karşımızda.

Şimdi günümüzden bir çocuk babası, bir veli… Çocuğunu yatılı bir Kur’ân kursuna getirmiş. Mülâkattalar. Korku içinde çocuğunun gözünün içine bakıyor;

“–Ben çok istiyorum hâfız olmasını ama acaba oğlum ne der?..”

Çocukta bir afra, bir tafra… Bir sağa bakıyor, bir sola. Elleri sık sık kaşlarına kadar dökülen yahut yukarı yukarı dikilen saçlarıyla meşgul. Kursu kabul etmesi hâlinde, bu saçlara da halel geleceği kesin. Sonra şu rahat (!) kıyafetler… Sonra gün boyu internet ve televizyonla, sokaklarla olan hür (!) iletişimi!.. Hepsine elvedâ diyebilmek büyük fedâkârlık!..

Bu sebeple; “Emrolunduğunu yap baba!” rahatlığında bir kabul, bir teslîmiyet gelmiyor. Boynunu eğemiyor. Diliyle reddetse de etmese de isteksizliğini her türlü ifade ediyor.

Aslında bu isteksizlik biraz da babanın emrolunduğunu yapmamasından. Babanın tek emrolunduğu şey, çocuğunu kursa vermek değil ki!..

Âyet-i kerîme çok mânidar:

“Her ikisi de teslim oldular.”

İbrahim -aleyhisselâm- kendi canını da ateşe atmıştı. Bu rahatlıkla, oğluna; «Koy alnını kurban taşına!..» diyebiliyordu. Kendileri Allâh’ın emirlerini tutmayan anne-babalar, evlâtlarından bu yolda fedâkârlık bekleseler de nâfile.

Dönelim tıraşa!.. Daha saçını Allah Rasûlü’nün istediği gibi kestiremeyenler, O’nun uğrunda boyunlarını verebilirler mi Allah aşkına? Makasa kıl teslim edemeyen, bıçağa can mı verir?

İki âyet-i kerîme:

“Suçlu günahkârlar sîmâlarından / yüzlerindeki belirtilerinden bilinip tanınırlar. Alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar (da yaka-paça cehenneme atılırlar).” (er-Rahmân, 41)

“…Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29)

Ey müslüman genç!

Sîmânı cennetliklere benzet!.. Zakkum tomurcuklarına değil.

Hiç tanımayan biri dahî seni görünce; «Bu bir müslüman!» desin.

Kır nefsin boynuzunu, kır şeytanın bacağını… Bırak şeytanın kuyruğunu, yakala nefsin yelesinden, hükmet ona… Yürü Mevlâ’ya alnı açık, yüzü ak!..

Korkma!.. O kıyar mı sana?.. Ateşe; «Selâmet ol!» der, bıçağa; «Kesme!..» Allah kolaylaştırır, şimdi sana zor gelen fedâkârlıkları…

Babanı da bahane etme!.. Baban İbrahim değilse sen İbrahim ol!.. Çünkü onun babası Âzer, bir putperest olduğu hâlde, onu bahane etmedi tevhîdi kendisi buldu, tek başına bir ümmet oldu.

O pâk alnına; secde yakışır, takke yakışır, kıldan-tüyden imajlar değil!..

_________________________________

* Beynin «frontal lob» adlı bölümü; davranış kontrolü, irade, sorumluluk, suçluluk duygusu gibi fonksiyonlarla da ilgilidir ve insanda sâir canlılardan daha gelişmiş şekilde yaratılmıştır.
Tasavvufta da nefs, aynı yere nisbet edilir. Hakikaten âzâları yöneten bu bölge, tezkiye edilmezse hep kötülük emredecektir (emmâre). Aynı zamanda suçluluk da duyacaktır (levvâme). Tahayyül, hatalardan ders çıkarma, arzu ve duyguları kontrol etme, sağduyu da bu bölgeyle alâkalıdır (mülheme). Ancak tahayyül, davranışlara hayalî gerekçeler, yalanlar üretmeye de yarar. Konuşmayı yöneten merkez de bu lob ile komşudur.