Modernizmin Kıskacında
DÜNYA ve ÂHİRET HAYATIMIZ

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Dünyada, sınırsız nimetlerin içerisinde yüzüyoruz. Yaşayan canlılar içerinde, eşref-i mahlûkat olan insan olmayı biz seçmedik. Annemizi, babamızı, ırkımızı, rengimizi ve memleketimizi de biz belirlemedik. Ne zaman ve hangi devirde doğacağımıza da biz karar vermedik. Bizi yaratan Rabbimiz; bizi en güzel şekilde, en güzel zamanda ve en güzel sûrette yarattı.

Annemizden doğduğumuz an, müslüman bir aileye dâhil olduk. Ezan okunan, namaz kılınan, Kur’ân kursları olan, kısmî de olsa İslâmî bir hayatın yaşandığı bir dünyaya gözlerimizi açtık.

Okula gittiğimizde, her ne kadar sistemin bekçileri tarafından, beynimize zehir enjekte edilse de; evimize geldiğimizde, o zehri bertaraf ederek, onun yerine, Rahmânî damardan süzülen âb-ı hayat katreleri ile yüreğimizi yıkayan büyüklerimiz vardı.

Etrafında toplandığımız; daraldığımızda, müşkül duruma düştüğümüzde ve müracaat ettiğimizde bizlere yol gösteren, yüzleri nurlu, ağızları duâlı aile büyüklerimiz vardı. Sofraların bereketi, sohbetin tadı olurdu. Çocuklar; kendilerine örnek alacakları büyükleri görür, tanır, onların gözüne girmek ve muhabbetlerini kazanmak için çaba sarf ederlerdi.

Modernleşen(!) toplumda; çekirdek aileler çözülmeye, etraflarında toplanılan, akıl danışılan, yol gösteren aile büyükleri, evlerde fazlalık olarak görülmeye başlandı. Önce, evdeki büyükleri ya binaların bodrum katına veyahut lutfederlerse çatı katlarında hazırladıkları iki göz odaya yerleştirdiler. Sonra onlardan boşalan yerleri; belki ayda bir bile gelmeyecek misafirler için, çalıştıkları maaşların birkaç katı bedelinde, koltuklar, masalar, dolaplar ile doldurdular. Tefriş edilen bu mekânlar; her ne kadar misafirler için hazırlansa da, -bu mekânların asıl maksadı- başkalarına karşı övünmek, kibirlenmek ve gösteriş yaparak nefislerin doyurulması oldu.

Eşya ile doldurulan evlerde, aile fertlerini birbirine bağlayan muhabbet ve samimiyet ortadan kalkınca; çocuklar büyüyünceye kadar sofrada, büyüdükten sonra ise televizyon başında toplanır oldular.

Konuşmayan, paylaşmayan, dertleşmeyen aileler birbirinden uzaklaştı. Toplumun çekirdeği olan aile çözülünce, toplum çözülmeye ve değerlerinden uzaklaşmaya başladı.

Modernleşen toplum, sadece aileyi bozmadı. Ticaret ahlâkını, paylaşmayı ve yardımlaşma melekelerimizi de değiştirdi.

Darda kaldığında, kardeşine yardım eden, el uzatan, para veren insanlar gitti, onları yerine; güler yüzlü, şık giyimli, hattâ bazen tesettürlü müşteri temsilcileri ve aylık fâiz oranları geldi.

Dün; «Fâiz haramdır, ona yaklaşmayın!» diyen, fâizsiz ekonomi modeli üzerine mücadele eden insanlar, sistem içerisine çekilince; «Fâiz bir dünya gerçeğidir.» demeye başladılar

Modernizm gereği; yediğini, giydiğini, aracını ve evini reklâm etmekten zevk alan toplum, neredeyse mevsimine göre, eşya, araba veya ev değiştirir oldu. Daha fazla tüketmek için, daha fazla kazanmayı amaç hâline getiren insan; yanında çalıştırdığı insanlara, âdil ve hakkāniyetli davranmak yerine, köle muamelesi yapmaya, verdiği parayı onların başına kakmaya başladı.

Maddî olarak biraz rahatlayan, önce evini lüks muhitlere taşıdı. Çünkü evinin kapısından çıkarken, fakir fukara veya düşkün görmek, bir yerden sonra kendilerini rahatsız etmeye başladı.

Devletin kapısından geçirilmeyen insanların bazıları; devlet ihalelerine girmeye, koca koca işleri almaya başladılar. Bu işleri almak için de, komisyon adı altında verdikleri rüşvetleri normal görmeye başladılar.

Sağlıklı ve isabetli bir fikriyat için, bir insanın durduğu yer çok önemlidir. Çünkü insanın durduğu yer, olaylara bakış açısını belirlemektedir. Modernleşen (!) müslüman; artık hayata yeni konumundan baktığı için, şartları kendi gibi olmayanları eleştirmeye; «Müslümanın fakiri olmaz, tembeli olur. Ben çalıştım kazandım, onlar da çalışıp kazansın.» diyerek hakir görmeye başladı.

Sözün burasında sahâbe efendilerimizden Ebu’d Derdâ -radıyallahu anh-’ın şu güzel sözünü hatırlatmanın tam da yeri diye düşünüyorum:

“Size ne oluyor? Bakıyorum oturamayacağınız binalar yapıyorsunuz ve yiyemeyeceğiniz malları topluyorsunuz! Sizden öncekiler yüksek binalar yaptılar; uzun emeller kurdular ve çok mal topladılar. Fakat sonunda emelleri onları aldattı; topladıkları mal yok oldu ve meskenleri mezar oldu.” (İmam Mâverdî / Edebü’d-Dünya Ve’d-Dîn)

Lüksün, şatafatın, övünmenin bir de kadın tarafı var ki; neresinden tutsanız fecaat arz eden bir durumda:

Modernleşen müslüman kadın, önce örtüsünde değişiklik yapmaya başladı. Maksadı örtmek, gizlemek olan tesettür; artık moda dergilerinde boy göstermeye ve podyumlarda sergilenmeye başlandı. Vücut hatlarını örten, bol ve koyu renkli elbiseler; bu değişim ile yerini vücut hatlarını teşhir eden, uzak mesafelerden dahî, fark edilebilecek, cıvıl cıvıl renkli ürünlere bıraktı.

Evinin düzeninden, intizamından, çocuklarının yetişmesinden sorumlu olan kadın, sosyal hayata atıldı. Lüks restoranlar, kafeler, pahalı mekânlar yeni dünyaları hâline geldi. Zorunlu olmadığı hâlde kadınlı erkekli bir arada bulunmalar, parklarda ve bahçelerde el ele, sarmaş dolaş gezinmeler normal hâle geldi.

Pahalı giysiler, pahalı evler, pahalı arabalar ve modern dünyanın câzibeli imkânları; insana dünyada ne için bulunduğunu unutturdu.

Zevk, safâ ve eğlence insanların gözünü kör etti. «Nâmahreme görünürüm» diye pazarlara girmeyen, mecbur kalınca da seslerini kısarak konuşan hanımların yerine; umuma açık mekânlarda kahkahalarla gülen, elinde sigara, yüzünde makyaj, başında örtü ile Müslümanlığı temsil eden garip nesiller türedi.

Evin çocuklarını; okul yaşına kadar televizyon, okula gidince arkadaş çevresi ve öğretmenleri şekillendirdi. Maddî imkânsızlık nedir bilmeyen, her istediği olan, lüks marka tutkunu, haz ve hız düşkünü, sürekli tüketen, idealsiz bir nesil yetişti. Okulda test, ailede yalnızlık, televizyon ve internette porno, şiddet, müstehcenlik, sosyal hayatta para ve lüksün tahakkümü ile yeni neslin beyinleri uyuşturuldu.

Evvelden çocuklar bir gaye için okutulurdu. Aileler; çocuklarını, ilim öğrensin, iyi bir insan olsun, hem kendisine, hem ailesine, hem de memleketine faydalı olsun diye okula gönderir; okulda aldığı eğitimin yanı sıra, çocuklarının mânevî dünyasına dair de tedbirler alır, çocuğunun mutlaka Kur’ân öğrenmesi, ilmihâl bilgilerini bilmesi ve temel İslâmî kaideleri öğrenmesi için çaba sarf ederlerdi.

Şimdilerde çocuklar; sadece diploma almaya odaklanmış, birer yarış atı gibi yetiştirilir oldu. Yediği önünde, yemediği arkasında, her imkâna sahip, ne isterse ânında yapılan, lüks imkânların bulunduğu gerek resmî, gerek özel okullarda okuyan, girdiği her imtihanda illâ da başarı elde etmek için programlanmış, belli hedeflere kilitlenmiş robotlar gibi oldular.

Hâlbuki insan; hayatında sürekli başarılı olamaz, her şeyi beceremez. Bazen kaybetmenin, başarısız olmanın da öğreteceği şeyler olur. Bazen; onlarca kitabın ve öğretmenin öğretemediği bilgiyi, insanoğlu başından geçen bir olumsuzluk ve musibet ile öğrenebilir.

Dünya bizim için; asıl mekânımız olan âhiret yurduna giderken, dinlenmek için altında oturduğumuz bir ağaç gölgesinden ibarettir. Kısa bir müddet kalacağımız yerde; eğlenmek, yanımızda götüremeyeceğimiz binalar yapmak, mal toplamak, akıllıca bir amel değildir.

Bu konuda İmam Şafiî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Kervanların yolculuk esnasında ev inşa etmeleri akıl kârı değildir.”

Dünya hayatını; ister sarayda, ister villâda, isterse tahta bir barakada yaşayalım, onun nihayeti iki metrelik bir kabir olacaktır.

Dünya hayatının, âhiret hayatına karşı ne kadar değersiz olduğunu; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu hadîsi ile ne kadar güzel ifade ediyorlar:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55)

Hayat denilen şey; gün gelip son bulacak, insanın sahip olduğu tüm malını, mülkünü, makamını ve saltanatı ile birlikte, sevdiklerini de terk edip onlara vedâ edeceği geçici bir emânettir. Dünyanın geçici ve bir imtihan sahası olduğu hakikatine îmân edenler için, dünya ve içerisinde bulunan nimetler, son nefese kadar sürecek bir gayretin, imtihanın sebebi olurken; îmân etmeyenler için har vurup harman savrulacak, nefsin arzu ve heveslerinin doyurulduğu bir imkân olarak görülecektir.

Bize, dünyada verilen her nimet; mahşer günü hesabı sorulacak bir imtihan vesilesi olarak verilmiştir. Bu konuda Allah Teâlâ âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmuştur:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Emrine sayısız fakat fânî nimetler verilen, bu nimetler gibi kendisine verilen ömrün de bir sonunun olduğunu bilen insanın, bu dünyada sonsuza kadar kalma gayreti, ne kadar beyhûde bir çabadır. Kendisinden önce atalarının veya en yakınlarının ölümlerini görmesi bile insana ders olarak yetmiyor.

Yine bir âyet-i kerîmede dünya hayatı şöyle hulâsa ediliyor:

“Nefsânî arzulara; özellikle kadınlara, çocuklara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

Sözün son demine geldiğimiz noktada, en büyük eksikliğimizin; hayatımızda, değişmemesi gereken sâbiteleri değiştirdiğimiz, değişmesi gerekenleri ise değiştirmediğimiz üstelik bu çarpık değişimi batılılaşmak ve modernleşmek adına yaptığımızı da belirtmek durumundayız.

Mevlâ Teâla; bizleri, dünya hayatında âhireti için azık biriktiren kullarından eylesin. Âhireti unutturan dünya zevklerinden, eğlenceden ve zevklerden uzak eylesin.

Sâlihlerle birlikte sâdıklardan eylesin. Âmîn…