MEVZU RABBİN RIZÂSI İSE…

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde kızımın kitapları arasında birisi dikkatimi çekti ve bir kısmını okudum. Nöroloji-psikiyatri ilmi üzerine bir kitaptı; ama rastladığım konu, hepimizi ilgilendiren önemli bir hususa dikkat çekiyordu: «Muhakeme yeteneği»

Yazar; beynin sağ yarısı üzerine yeterince araştırma yapılmadığına dikkat çekiyor ve meslek hayatında, meşgul olduğu sanat dalında başarılı, güzel konuşan, akıllı bir adam intibâı bırakan bir adamın tuhaf durumundan bahsediyordu. Kitaba da ismini veren, bu; «Karısını Şapka Sanan Adam», bir şeyin bütün vasıflarını gayet doğru şekilde sayıyor, ama o şeye bir bütün olarak bakıp, ne olduğunu tanımıyordu. Tuhaf bir şekilde, karısını şapka zannederek başına geçirmeye çalışabiliyordu. Bir insanı nesne zannetmek ne tuhaf değil mi?

Yazar; mevcut psikiyatri ilminin, adamın durumuna benzediğini, tek tek olayları inceleyip, nasıllığına dair bir sürü tahlil ve tespitte bulunduğunu ama bütünü göremediğini söylüyordu. En büyük eksiğin ise muhakeme eksikliği olduğunu söylüyordu. Pekâlâ bu tespit, batı biliminin veya batı medeniyetinin tamamı için de yapılabilir. Bugün insan; kendisini, hayatı ve bütünüyle âlemi birbiriyle tutarlı bir açıklama ile izah edip tanımlama, doğru hükmü verme, ona göre doğru kararlar verebilme gücünün şüpheciliğe, bilinemezciliğe, (agnostisizm) hiççiliğe (nihilizm) kurban vermiş durumda. Bu sebeple de tuhaf bir şekilde; teleskoplarla yıldızların ötesini gözlüyor, ama gözünün önündekini göremiyor.

Rabbimiz inkârcılığı körlüğe benzetiyor:

“Kim de Ben’i anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O;

«–Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben hakikaten görür idim!» der.

Allah buyurur ki:

«–İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen (rahmetten mahrum ediliyor,) unutulu­yorsun.»” (Tâhâ, 20/124-126)

İnsan görmek istemez, yüz çevirirse; gözleri gayet sağlıklı olsa da bir nevî kördür, öyle değil mi?

Batı âlemi; dünyanın zâhirine dair çok büyük miktarda teferruatlı bilgiye sahip, ama bu malûmat veya veri parçalarını bir bütün olarak yorumlayamıyor. Birçok felsefe tarihçisi; modern zamanların en büyük eksiğinin bir hayat anlayışı, bilgi verilerini, bir zihniyet etrafına örememek, her şeye şâmil bir felsefe kuramamak olduğunu söylüyor. Herhâlde bunun da sebebi; bütünü görebilecek şekilde, varlığa dışarıdan bakamamak ve bakışı doğru noktaya odaklayamamak olmalı…

Dünyayı doğru olarak görebilmek için; dünyaya dünya dışından, yani dünyevî olmayan bir nazarla bakmak lâzım. İşte en büyük körlük bu:

“Onlar dünya hayatının, zâhirini, görünen tarafını bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler.” (er-Rûm, 7)

İnsan dünyaya, dünyevî olmayan yani mânevî ve uhrevî nazarla bakınca; bu dünyada yapıp ettiklerimiz, yaşadıklarımız birer değer hâline geliyor. Hem de hakikî bir değer. Ebedî hayatta felâketten kurtulup tam bir saâdete kavuşmamıza vesile olacaksa eğer; yaptığımız veya yaşadığımız herhangi bir şeyin, büyük mü küçük mü olduğu, hoşumuza mı yoksa zorumuza mı gittiği hiç önemli değil.

Hani kahramanlık rûhunu yansıtan bir cümle vardır;

“Konu vatansa gerisi teferruattır.” diyorlar. Onun gibi:

“Mevzu, Rabbimiz’in rızâsını kazanmaksa; gerisi hiçtir.”

İşte insan; bakışını böyle doğru odaklarsa bütünü görür, her şey birden mânâ kazanır ve geçici şeylerden ebediyete uzanan bir pencere açılıverir. Asıl akıllılık da budur.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sorulmuş:

“–İnsanların en akıllısı kimdir?”

Efendimiz;

“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurmuşlar. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Akıl; İslâm düşüncesinde, batının zekâ dediği unsurdan daha farklı bir muhakeme kabiliyeti. Çarpıcı bir örnek olarak, İngiltere’de ibretlik bir hâdise yaşanmış:

Onların üniversite giriş imtihanı diyebileceğimiz imtihanında çok yüksek puan alan bir genç, bir gün ânîden anne-babasını bıçaklayıvermiş. Gencin zekâsını değerlendirmek için, hapiste kendisine gelişmiş bilgisayarlar vermişler ve devlet için faydalı çalışmalar yapmış. Mükâfat olarak salıvermek istemişler, ama özgür kalmayı istememiş.

Yüksek matematik zekâsı; bir insanın kendi duygularını yönetmesine, doğru tutumu belirlemesine, doğru kararlar vermesine yetmiyor. Onun için farklı bir zekâ gerekiyor. «Emotional Intelligence,» yani duygu zekâsı diyorlar ama yeterli bir tarif sayılmaz.

Belki aklın en kapsamlı tarifini İmâm-ı Âzam yapmıştır. Talebelerine soruyor:

“–Akıl nedir?”

“–Faydayı, zararı ayırt etme kuvveti.” diyorlar.

“–O hayvanlarda da var; yeme çağırsan gelir, sopaya çağırırsan gelmez. Asıl akıl, faydalıyla daha faydalıyı ayırt etmektir.” diyor.

İnsanda akıl ve muhakeme duygusu tam olduğu zaman; mühim ile ehemmi ayırt edebilir, en mühim olanı merkeze alarak doğru odaklama yapar. Bunu yapabilen kişi ise; aklını Allâh’ın iradesine teslim eder, her kararında; «Allah bundan râzı olur mu?» diye düşünür, öyle karar verir.

Çünkü hemen her işte önümüzde iki yol vardır. Bir tarafta Allâh’ın emir ve tavsiyeleri, diğer tarafta nefsin istekleri. Nefis; genellikle boş, değersiz hattâ kötü ve çirkin şeylerle keyiflenmeye meyillidir.

Akıllı insan; Allâh’ın saf nurdan ibaret, tamamen hikmetli olan emir ve tavsiyelerinin mutlak hidâyet olduğunu, o emir ve yasakların da merhametin farklı bir tezâhürü olduğunu idrak eder, nefsin serkeşliğini, tembellik ve bulanık zevklerini fedâ ediverir. Hem bunu yapan kişi, dünyada da çok kârlı çıkar.

Hayata bakışında, Allâh’ın rızâsına ve âhiret saâdetine odaklanmayan kişiler; çoğu zaman yanlış odaklama ile önemsiz bir şeye fazla değer verirler. Meselâ; bir genç adamın hikâyesini biliyorum. Otomobil değiştirme sevdası yüzünden, yıllardan beri bankaların kölesi. Yaşadığı aile huzursuzluğu da cabası.

“–Şehrin göbeğinde tank gibi arabaya binmek Allâh’ın emri mi? Daha kiradan kurtulamamışken bunun için fâize bulaşmaya değer mi?” deyince kendisini şöyle savunuyor:

“–Gençken binmeyeceksin de ne zaman bineceksin?”

Şu anda bu anlayış yüzünden daha eline geçmeyen parayı harcayıp tüketen gençlerimiz, geleceklerini rehin verdiklerinin farkında değiller. Modern insan; basit hevâ ve heveslerin esiri olmuş, yüksek bir ahlâk ve karakter inşa edecek gücü kendinde bulamıyor.

“Asıl hayat âhiret hayatıdır.” diyen bir kişiye; bu dünyada, temel ihtiyaçları giderecek kadarıyla yetinmek zor gelmez. Bu sayede, dünyasını da; hür, şerefli ve selâmetli bir şekilde yaşar, âhiret sermayesi olan iyiliklere yetecek zaman ve imkânı bulur.

Geçtiğimiz ay, Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfımızın tertiplediği «Uluslararası Bahâeddin Nakşibend ve Nakşibendîlik Sempozyumu»nda çok değerli konuşmalar yapıldı. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil YILMAZ Hocamız açılış konuşmasında şöyle dedi:

“İrfan geleneğinin en çok dile dolanan, tenkit edilen; «Bir lokma bir hırka» anlayışı, tüketimdeki nihâî sınırı gösterir, kazanmadaki değil. Tüketimdeki ve infaktaki sınır; «Bir lokma bir hırka kalıncaya kadar kardeşlerinle paylaş.» mesajı vermektedir.”

Dünya hayatı gözümüze bir gaflet perdesi çekmiş, basit şeylere fazla değer veriyoruz. Hâlbuki uykudayız, ölünce uyanacağız. O zaman bakacağız ki dünya hayatı bir rüya gibiymiş:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde, (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)