KURBAN OLUŞUN ZAFERİ

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

muhammet_ali_esmeli-yuzakidergisi-eylul2016

Hazret-i İbrahim, hem malını hem canını Allâh’a kurban etti.

Hem ciğerpâre evlâdını da.

Oğlu Hazret-i İsmail de aşk ile kurban oldu.

Ardından;

İlâhî mükâfatlar ve nasipler geldi, lütuflar geldi, ebedî zaferler geldi.

Hazret-i İbrahim, ikinci büyük peygamber oldu, «Halîlullah» vasfını kazandı. En büyük peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ, onun ve oğlu Hazret-i İsmail’in soyundan geldi.

Daha o gün, onlardaki Hakk’a kurban oluş, gökten indirilen bir koç mukabili yüce bir bayrama dönüştü. Kıyâmete kadar ehl-i îmân için en kıymetli bir ibâdet oldu.

Hâsılı;

Gerçek kulluğun hakikatine bir serlevha yazıldı:

Kurban oluş!

Açıklandı:

Nefsi ve benliği, her şeyi aradan çıkarıp kendini tamamen Hakk’a fedâ ediş!

Ufuk oldu:

Erişilen bütün gayelerin kilit basamağı bu.

Ebedî kurtuluşun reçetesine de bu yazıldı:

Kurban oluş!

Tecellîler içerisinde okundu:

Kurban mukabilinde nice zaferler ve bayramlar var.

Tarihe baktığımızda;

Bu cennet vatanımız üzerinde ne zaman bir var oluş mücadelesi yaşansa, şanlı milletimizin verdiği kurbanlar neticesinde bu millet ve topraklar istiklâline kavuştu. 15 Temmuz 2016’da yaşananlar da bunun en yeni ve en canlı bir tezâhürü oldu. O gün verilen kurbanlar, kazanılan zaferin yegâne hakikati.

O gün, Âkif’in dediği;

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır!

gerçeği bir kez daha yaşandı.

Zira;

Hakikî kurbanların/şehidlerin verildiği her mücadelenin mükâfatı, daima muhteşem zaferlerdir. Eğer hakikî şehidler verilmiyor da molozlar ölüyorsa, onun ardında da daima hezimetler vardır. Bunun için;

Sultan I. Murad Han, Kosova Muharebesi’nde kurban olarak kendisini Allâh’a arz etti ve Cenâb-ı Hakk’a;

“Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûp edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin!.. Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurban olsun!..

Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki tek Sen beni şehidler zümresine kabul eyle!.. Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râzıyım. Tek ki, bu mü’minlerin uğruna benim rûhum fedâ olsun. Beni gazi kıldın. Sonunda da lutfen ve keremen şehîd eyle! Âmîn!..” diye ilticâ etti.

Netice;

Cenâb-ı Hak, büyük bir zafer ihsan eyledi. O fedâkâr sultana, I. Murad Hân’a da şehâdet nasîb oldu. Bu hâl, ne muhteşem bir zafer idi ki; o günden bugüne Kosova’da devam eden ezan sesleri, ibâdetler ve tâatler, kendisine hiç kesilmeyen bir sadaka-i câriye oldu.

Yüz yıl önce yaşadığımız Çanakkale destanında da aynı ruh ve mânâ var:

Yedi düvelin üzerimize çullandığı o savaşta, çoğu askerimizin ayağında doğru dürüst bir postalı bile yoktu. Yamalı elbiseler içindeydiler. Fakat hakikî şehidler verildi, böylece hakikî bir zafer gerçekleşti.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede buyurmakta:

“Hiç şüphesiz ki;

•Allah;

•Mü’minlerden,

•Mallarını ve canlarını,

•Kendilerine (verilecek) cennet karşılığında

•Satın almıştır.

Çünkü onlar;

•Allâh yolunda savaşırlar,

•Öldürürler,

•Ölürler (şehid olurlar).

(Bu);

•Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da

•Allah üzerine bir vaaddir.

•Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır?

O hâlde;

•O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin!

•İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

İlâhî beyan açık:

Kurban oluş, sonunda sevinmeyi getiren bir hakikat. Malı ve canı kurban edenlere bu sebeple Hazret-i Allah;

“‒Sevinin!” buyuruyor.

Çünkü sevindirecektir.

İşte kurban olup kazanmışlığın getirdiği bu sevinç, gerçek bayram.

Bu bakımdan kurban, fedâkârlıktır. Bayramı da, fedâkârlığın mükâfatıdır. Yoksa kurban günleri, bir kebap bayramı değildir. Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle; «keçinin gölgesini kurban etmek» de kurban olmaz. Demek ki, sadece gerçek kurbanlar yaşandığında müjdeler büyük. Gerçek kurbanlar ki; «Allâh’a verilmiş bir borç» mesâbesinde. Gerçek kurbanlar ki;

“Onlara korku yok, hüzün de yok!” mükâfatına mazhar.

İstanbul fethinde, Çanakkale’de, İstiklâl Harbi’nde şehid olanlar, işte bu gerçek kurbanlardı; zafer nasîb oldu.

15 Temmuz’da şehid olanlar, işte bu gerçek kurbanlardı; vatan kurtuldu.

I. Murad Han’ın Kosova’da şehâdeti de gerçek bir kurban oluştu; fetih gerçekleşti.

Kanunî Sultan Süleyman Han da, Zigetvar’da kumanda hâlinde şehid olmuştu. Ardınca bıraktığı vatan, üç kıt’ada kök salan muazzam ve kocaman bir coğrafya idi.

Hâsılı;

Gerçek şehidler, belki dünyadan göçtüler, ancak hiç ölmediler.

Ölümsüzleştiler.

Çünkü âyette buyurulur:

“(Ey mü’minler!)

•Allah yolunda öldürülenlere;

•Ölüler, demeyin!

Bilâkis;

•Onlar diridirler,

•Lâkin siz anlamazsınız.” (el-Bakara, 154)

“Sakın;

•Allah yolunda öldürülenleri,

•Ölü sanmayın!

Bilâkis;

•Onlar diridirler!

•Allâh’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara nâil olmaktadırlar.

•Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.

•Onlar, Allah’tan olan bir nimeti, bolluğu ve Allâh’ın, mü’minlerin ecrini zâyî etmeyeceğini müjdelerler.” (Âl-i İmrân, 169-171)

İşte bu şuurla;

İstanbul fethi, oradaki amansız surlara atılırken önündeki şehid olunca;

“‒Şehâdet sırası bende!..” diyenlere nasîb oldu.

Yeni yaşadığımız kurtuluş günümüz 15 Temmuz’da da bu şanlı millet bu şuurla topyekûn şahlandı. Görülmemiş bir cesaret ve fedâkârlığın destanını yazdı. Genci ve yaşlısıyla bütün bir millet, kurşunların önünde îmanlı göğüsleriyle dimdik durdu. Gencecik şehidin de gazinin de dilinde;

“‒Dönmeye değil, ölmeye geldik!” cümleleri vardı.

Hayatının baharındaki korkusuz yürekler;

“‒Ya bu kalkışma duracak, ya ben öleceğim!” diye haykırıyordu.

Allah yardım etti.

Kurtuluş nasîb oldu.

Tek dişi kalmış canavarlar, milletin îman serhaddini boğamadı.

Hayâsızca bir akına karşı, tüm millet siper oldu.

Alçak ayaklar, tertemiz yurdumuzu kirletemedi.

Şehâdetleri dînin temeli olan ezanlar susmadı. Yurdumuzun üstünde salâlarla beraber bütün dünyayı ve semâlarımızı inletti.

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu yüce Allah müslümansız bırakmadı.

Kahraman bekleyen yığınlarını, yüce Mevlâ, kahramansız bırakmadı.

Tarih tekrar şahit oldu ki:

Metafizik, yani mânevî güç, daima fiziği bertaraf eder.

Çanakkale Harbi sonrasında Churchill’i Avam kamarasında azarlamışlardı:

‒Hani kazanacaktık, bizi rezil ettin!

O da daralmış vaziyette şu cevabı vermek zorunda kaldı:

‒Anlasanıza, Çanakkale’de biz Allah’la savaştık, Türklerle değil. Bu yüzden de mağlûp olduk elbette!

Hamilton da şu itirafta bulundu:

‒Çanakkale’de Türklerin atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat gökten inen güçleri gördük. Yani bizi, Türklerdeki o sarsılmaz mânevî kuvvet yendi!”

İşte;

Onların fark ettiği fakat tam idrak edemediği bu hakikat, şehâdet rûhudur.

Şehâdetin en mühim yönü ise niyetidir.

Sahâbeden Abdullah Zü’l-Bicâdeyn, Tebük Seferi’ne katılmıştı. Yolda Hazret-i Peygamber j’den, kendisinin şehid olması için duâ etmesini ısrarla istedi:

Efendimiz duâ etti:

“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!”

Abdullah Zü’l-Bicâdeyn, dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben öyle istememiştim!”

Allah Rasûlü j buyurdu:

“–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehidsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehidsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehidlik için sana yeter!”

Hakikaten öyle oldu.

Şehâdeti, Hazret-i Peygamber’in beyan ettiği şekilde gerçekleşti. Hummâya tutuldu ve vefat etti.

Ordunun dönüş hazırlığı yaptığı sırada idi. Bir gece, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer, onun cenazesini birlikte taşıdılar. Abdullah ibn-i Mes’ud t bu manzarayı gıptayla şöyle anlatıyor:

“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sahanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp takip ettim.

Bir de ne göreyim:

Rasûlullah j, Ebûbekir ve Ömer v, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn t’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullah j, kazılan kabre indi. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer v cenâzeyi Efendimiz’e vermek için hazırladılar. Allah Rasûlü;

«−Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar.

Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullah j, onu kabre yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:

«Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»

Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an;

«Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olsaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)

O gecenin bu muhteşem tablosunu, millî şairimiz Mehmed Âkif, bütün şehidlere ebedî bir müjde olarak ne güzel ifade eder:

Ey şehîd oğlu şehîd isteme benden makber;
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber!

Asırlar boyunca mü’minler, bu müjdenin pervânesi oldular.

Bilhassa bu şanlı millet;

Bu müjdenin tecellîsini bütün yüreklerde yaşatıyor. Anadolu’muzda tüten her evin en mukaddes hâtırası, bağrında geçmişten bugüne mutlaka bir şehidinin bulunmasıdır. Bu, nesilden nesile intikal eden şeref madalyasıdır. Dolayısıyla şehidlerin asıl kabirleri, sîne-i millettedir.

Tarihimizdeki bütün kahramanlıklar, bu hakikatin sayfalara akseden misalleriyle doludur.

Yediden yetmişe;

Yâ Allah deyip şahlanış bundandır.

Bismillâh deyip, ölümü bile korkutuş bundandır.

Allâhü ekber deyip gür nidâlarla bayrağımızı hür şekilde dalgalandırış bundandır.

Cesaret ve şecaat bundandır.

Fetih ve zaferler bundandır.

Bu;

Hazret-i Peygamber’in bütün îmanlı yüreklere yerleştirdiği bir ebediyet ufkudur. Vatan şuurudur. Hidâyet rûhudur.

Ta Asr-ı saâdette O sormuştu:

“‒Bu mektubu Mukavkıs’a, Herakliyus’a, Pers kralına kim götürecek?”

Huzurundaki herkes ayağa fırladı:

“‒Ben götürürüm, yâ Rasûlâllah!”

Hiçbiri;

“‒Götürürüz, ama devrin en güçlü zalimlerine bu mektubu götürmek, besbelli bir ölüm yolculuğu. Bu işte bize kim yardım edecek? Nasıl yapılacak bu vazife? Arkamızda kaç asker bizi koruyacak? Gıdamız ne olacak? Tedâriklerimize kim sponsorluk yapacak?” demedi.

Hiçbiri, vasıta ve imkân sormadı. Hiçbiri, korku ve endişe duymadı. Hepsi, tek bir gaye içindeydi: Allâh’ı ve Rasûlü’nü hoşnut etmek. Azgın cellâtların, zalim krallarından bir göz işareti beklediği belâ dehlizi saraylarda onlar, başları dimdik vaziyette Hazret-i Peygamber’in mektubunu okudular.

Gassânî kralı, kendisine gelen elçiyi katletti. O elçi, Hâris bin Umeyr el-Ezdî idi. Gözünü kırpmadan şehid oldu.

Çünkü onda da bütün elçilerde de en büyük huzur, vazifelerini hakkıyla yapmaktı. Üzerlerine çevrilen kılıçların keskinliği onları durduramadı. Onlar, sadece peygamber tebliğinin ebedî hazzını yaşadılar.

İşte o günden İslâm tarihi;

Bu ebediyet hazzı ile Hak yolunda nice şehidlere şahit.

İçlerinde en unutulmazları da Bi’r-i Maûne fâciasında 69 hâfız-ı Kur’ân’ın şehid edilmesi. Kendisini;

“Ben dünyaya bedduâ etmek için gönderilmedim, ben bir rahmet Peygamberiyim.” (Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118) diye ifade eden Allah Rasûlü, bu hâdise karşısında bir ay boyunca onları şehid eden cânî ve hâinlere kesintisiz bedduâ etti.

Yani;

Şehâdet ne kadar büyük bir rütbe ise, onları katletmek, cinayet ve hâinlik de o kadar berbat ve rezil bir cürüm. Bir cürüm ki, kötülüklerin en beteri.

Allah, zalimlere fırsat vermesin!

Bin yıldır sayısız kurbanlar verdiğimiz bu toprakları ve ay yıldızlı bayrağımızı zalim düşmanların hâin ayaklarına çiğnetmesin!

Sayısız kurban ile kazanılan zaferlerin üzerine gölge düşürmesin!

Birlik ve dirliğimize fitne bulaştırmasın!

Âkıbet;

Ebedî bayramlara eriştirsin!

Âmîn…