KANAAT DUYGUSU, EN BÜYÜK ZENGİNLİKTİR

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

nurten_selma_cevikoglu-yuzakidergisi-agustos2016

Kanaat; elinde bulunana râzı olma, daha fazlasını istememe hâlidir. İnsan için bu güzel haslet, tükenmeyen bereketli bir hazinedir. Kanaat; ilâhî taksimatla iktifâ etme, verileni yeterli bulma ama zoraki olmadan gönül hoşnutluğu ile kendisine yüce Yaratıcı’nın ayırdığı ölçüyü memnuniyetle karşılama durumudur. Başkalarının; malında, eşyasında, parasında, makamında vs. şeylerde gözünün olmaması, «az daha, biraz daha» dememe hâlidir.

Günümüzde kanaat duygusunun bulunmaması; birçok sıkıntı ve üzüntülere, aile içi ve dışı pek çok huzursuzluk ve problemlere sebebiyet verir. Kanaatsizlik, insanları; kıskançlıktan doğan haset, kin, düşmanlık, hırs ve aç gözlülük gibi şahsiyet bozukluklarına sevk eder ve çeşitli hastalıklara dûçar kılarak, bunalımlara sürükleyebilir. Kanaat duygusu, bu yönüyle; sinir hastalıklarını önleyen, geçimsizliği ve düşmanlığı gideren, cemiyet düzenini sağlayan önemli bir erdemdir.

İnsan cenneti kazanma adına; dünya ile olan münasebetlerinde, İslâmî ölçüleri referans almak durumundadır. Zira rahat ve huzuru temin eden ilâhî prensipleri şahsında uygulayan insan, kendisinin dünyevî ve uhrevî geleceği adına daima kârda olur. Bunun tam tersi şahsî emeller üzerinden sürdürülen bir hayat, her zaman için kişiye zarar verir. Herkes kendi imkânları neyse ona kanaat ederek mutlu olmalıdır. Yoksa; «Başkalarında şu var, bende neden yok?» Yahut; «Arkadaşlarımdan neyim eksik? Onlardaki mevcutlar ne pahasına olursa olsun, illâ bende de olmalı!» anlayışı; insanı hüsrana sürükleyen, kötü işler yaptırabilen azgınca bir düşüncedir. Bu fikirler nefsin ve şeytanın ürünüdür. İnanan kişi; ilâhî kurallar vesilesiyle nefsini ve isteklerini kontrol altına alır. Var olanla yetinip kanaat eder ve gözünü daha yükseklere dikmez.

Kanaat duygusu, belâ ve musibetlerin oluşmamasında etkili olan olumlu bir haslettir. Bu güzel özellikle mü’min; iradesini Cenâb-ı Hakk’ın emrine vererek, kendisinde oluşabilecek pek çok olumsuz duygunun gelişmesine engel olur.

Kanaat, sözlükte; açgözlü olmayıp hırs göstermemek, nasibinden fazlasına göz dikmemek, helâle râzı olup haramı istememek, az da olsa kendi kısmetinden hoşnut olmak diye geçer. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îmân edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allâh’a şükredin, eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız.” (el-Bakara, 172) buyurulmasından; Allah Teâlâ’nın herkese rızık taksimatında belirli bir hisse ayırdığını ve mü’min kişiye düşenin, hissesine, verilen rızka şükretmesi olduğunu anlıyoruz.

Tüm mahlûkātın rızkını veren yalnızca Cenâb-ı Hak’tır:

“Yeryüzündeki her canlının rızkını Allah üstlenmiştir.” (Hûd, 6) Rızkı veren sadece O’dur ama kime ne kadar vereceğini yine Rabb-i Teâlâ -celle celâlühû- bilir:

“Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler; rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken Allâh’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (en-Nahl, 71) Rızık taksiminde imtihan sebebiyle kimine az kimine çok verilen nimetlerden; çok verilenlerin başkalarını nasiplendirmeleri isteniyor ki, böylece eşitlik sağlansın. Ve yapılması istenen ölçü de;

“…Kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin…” (el-Hacc, 36) olarak belirtiliyor. Şurası bir gerçek ki; az şeye sahip olan da hesap verecektir çok şeye sahip olan da, kanaat edenler ise her hâl ü kârda kazançlı çıkacaklardır.

Ancak Cenâb-ı Hak; kullarının nimet bolluğu içinde yüzerken, dünya hayatının süs ve câzibesine aldanarak âhiret hayatını unutmamalarını istiyor. Bunun için Rabb-i Teâlâ mukaddes kitâbımızda; dünya hayatının kalıcı olmadığına ve değersizliğine dikkat çekerek, bâkî olan âhiret hayatının tercih edilmesine işaret ediyor:

“Dünya hayatı; eğlenceden, oyundan ibarettir. Âhiret hayatı ise hakikî hayattır. Bilselerdi (âhireti tercih ederlerdi).” (el-Ankebût, 64) Yüce kitâbımız; insanın heves ettiği dünya nimetlerini sayarak, bunların âhiret hayatı için asıl gaye olmadığını belirtir:

“İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, kantarla altın ve gümüşler, nişanlı atlar, davarlar, ekinlerin sevgisi insanlara hoş gösterildi. İşte bunlar dünya hayatında istifade edilecek şeylerdir. Asıl barınılacak yer Allah nezdindedir.” (Âl-i İmrân, 14)

Bu âyetler; dünya nimetlerinin uhrevî nimetlere kıyasla kıymetsizliğini ifade etmesi bakımından, insanı sonsuz ve sürekli olan âhiret nimetlerini arzulamaya teşvik eder. Peygamberimiz -aleyhisselâm- âhiret hayatının mü’minler için ana hedef olduğunu ve dünya hayatının buna göre tanzim edilmesi gerektiğini;

“Allâh’ım hayat ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurarak net bir şekilde îzah eder. Ve yine Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, dünya mallarına olan tavrını ise şöyle açıklar:

“Eğer benim Uhud Dağı kadar altınım bulunsa; borç için sakladığımdan başka, ondan yanımda bir dirheminin üç gece kalmaması beni sevindirir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 8) Tüm insanlığa örnek davranışlarıyla en kâmil modeli sunan Peygamberimiz -aleyhisselâm-, bütün hayatını kanaat hükmünce yaşamıştır. Bu sebeple kanaat duygusu, insanın nefsindeki isteklere set çeken kutsî bir ölçüdür.

Ancak kanaat etmek, var olanla yetinmek; tembellik etmek, az çalışmak olarak değerlendirilemez. Kanaat, Cenâb-ı Hakk’ın kişiye takdir ettiği miktara râzı olma hâlidir. Sa‘d bin Ebî Vakkâs oğluna bir gün şöyle nasihat etmiştir:

“Oğlum! Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati olmayanı servet zengin etmez.” Anlaşılacağı üzere kanaat, rûhî ve ahlâkî bir vasıftır. Peygamberimiz -aleyhisselâm- kanaati ve neticesini şöylece netleştiriyor:

“Kanaatkâr ol ki, insanların Allâh’a en çok şükredeni olasın.” (İbn-i Mâce, Zühd, 24)

Kanaat sahibi olmak; bir şekilde önüne çıkanla yetinmek, başka bir şey aramamak anlamında değildir. Yahut bazılarının dediği gibi kanaat; «bir lokma bir hırka»ya râzı olmak anlamına gelmez. Kanaat; emek ve gayretle çalışıp, alın teri dökerek kazanılan neyse ona râzı olmak, aynı zamanda başkalarının kazancına göz dikmemektir. Daha çok kazananı kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak fakat kendi kısmetine râzı olmak demektir.

Kanaat demek; ihtiyacından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, İslâmiyet’in emrettiği hayırlı yerlere vermek demektir. Zira Peygamber -aleyhisselâm- da böyle yapardı. Bu şekilde kanaat; güzel ahlâkın kaynağı olmasının yanında, insana mahrumiyetler içinde kaldığında güven temin eden sarsılmaz bir kale gibidir.

Bugünün insanının zaafa düştüğü gibi maddiyat, akıllı mü’min kişinin gönlüne girmemelidir. Tabiî bu zordur ama hiç yapılmayacak kadar da imkân dışı değildir. Öyle olsaydı Allah Teâlâ ve yüce Rasûl tavsiye buyurmazlardı. İslâm büyükleri;

“Dünya elimizde olmalı, ama gönle girmemeli.” diyorlar. Ne doğru bir söz! Aynı gerçeği ifade eden şu veciz söz de pek kıymetlidir:

“Para kesede, kasada bulunmalı ama kalpte bulunmamalıdır.” İnsanlar arası muhalefetler, ihtilâflar, çekişmeler, kırgınlıklar, problemler, birçok mahkemelik durumlar bu sebepten çıkmıyor mu?

Sevgili Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir hadîs-i şeriflerinde;

“Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Harcamaya, geçimini üstlendiklerinden başla! Sadakanın iyisi, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Dilenmekten sakınmak isteyenleri, Allah iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allah, insanlara muhtaç olmaktan kurtarır.” (Buhârî, Zekât, 18) buyuruyorlar. Bu hadisten bizlere çok önemli hayat tespitleri çıkıyor, buna göre;

Vermenin almaktan daha fazîletli olduğunu; ihtiyaç fazlasından verilenin en iyi sadaka olduğunu; bunu verirken önce kendi yakın çevresinden başlanması gerektiğini; insanlara muhtaç olduğu hâlde dilenmekten, istemekten sakınanları Cenâb-ı Hakk’ın isteklerine bir şekilde ulaştıracağını ve sahip olduğuyla yetinip kanaat ederek başkalarına el açmamanın iffetli bir davranış olduğunu anlıyoruz.

Yine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.” (Buhârî, Rikāk, 15) buyuruyorlar. Zenginlik dendiğinde akla mal-mülk, para-pul gelir. Bu, işin maddî boyutudur. Bir de işin mânevî boyutu vardır. Hadisteki asıl zenginliğin; insana uhrevî hayatında fayda getirecek zenginlik olan, gönül zenginliği olduğundan bahsediliyor. Malın yokluğu veya çokluğundan farklı olarak, kişinin yüreğinin zenginliğinin ehemmiyeti vurgulanıyor. Ama bazılarının hem maddî zenginliği, hem de gönül zenginliği olabilir. O zaman ne âlâ! Kimsenin buna bir sözü olamaz. Fakat bazıları var ki; maddî zenginliği var ve hâlâ gözleri aç, yüreği hırs dolu. Böyle bir kişi; o hırs ile kanaatsizlik ederek birçok yanlış işler yapar, bitip tükenmek bilmeyen istekleri yüzünden, içinden çıkamayacağı nice hâllere sürüklenir. Kendi menfaati için hiç düşünmeden başkalarının hak ve hukukunu çiğner. Bunların hayatları; dünyada da ukbâda da sıkıntılıdır, huzurlu değildir. Dolayısıyla birçok problem kanaatsiz olmaktan kaynaklanır. O zaman mal varlığı insanı aldatmamalıdır. İnanan insan, gerçek zenginliğin âhiret zenginliği olduğunu idrak etmelidir.

İnsanlardan öyleleri de vardır ki; onlar mala-mülke sahip değildir, gözü-gönlü toktur. Ellerinde bulunanla yetinirler; daha çok kazanmak için hırs yapmadan çalışır, gayret eder sonunda da kazancına râzı olurlar. Şükrederler; başkalarının malında, parasında ve eşyasında gözleri olmaz; kimseyi kıskanmazlar, hâllerinden şikâyet etmezler. İşte bu hâl, tok gözlülüktür. Yani gönül tokluğu, yürek zenginliğidir. Bu, en şerefli ve izzetli hâldir. Böylesi insanlar, hayatı huzurla yaşarlar.

Ama sınırsız bir hırsa sahip olan insanlar, sonu gelmez tatminsizlikler içinde huzursuz bir hayat yaşarlar. Gönlü zengin kanaatkâr insanlar ise, kendi kendilerine yeterler; kimsenin hak ve hukukunu ihlâl etmezler; hırs, kıskançlık ve haset duygularıyla iç âlemlerini kirletmezler. Böylece onların yürekleri ferah, hayatları rahat olur.

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allâh’ın kendisine verdiklerine kanaat eden kurtulmuştur.” (Tirmizî, Zühd, 35)

Yüce dîn-i İslâm bu hadisle âdeta birkaç cümlede hayatı özetlemiştir. «Yeterli geçim» derken, hayatın ekonomik tarafına işaret edilerek kurtuluş için insanlara bir ölçü sunuluyor; lüks bir hayat değil israfsız sade bir hayat tavsiye ediliyor. Ardından kurtuluşun ahlâkî boyutuna dikkat çekilerek; «Kanaatkâr ol!» denilerek kişilere; «Böyle yaparsan kurtulursun.» mesajı iletiliyor. Bir kurtuluş reçetesi sunuluyor âdeta insanlığa…

Cenâb-ı Hakk’ın bahşettikleriyle geçinmek; şükürlü ve tok gözlü olmak yani kanaat sahibi olmak kişiye, dünyada da âhirette de huzurlu bir hayat sunar. Kanaat duygusu; aç gözlülüğü, hırsı, tatminsizliği, kıskançlığı, hasedi, hakka tecavüzü önleyen bir yüce ahlâkî ölçüdür. Bu ölçü, birçok problem ve sıkıntının oluşmasını engelleyecek bir kurtuluş prensibidir. Allah -Azîmüşşân-’ın lutfettiği her şey zaten başlı başına bir nimettir. İnanan kişiye düşen; verilene şükredip, kanaat ederek olabilecek her türlü menfîlikten kendini kurtarmaktır. İnsan nerede hayır olduğunu bilemez. Şüphesiz kişiye verilen kendisi için en hayırlı olandır.