ÎMAN

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_kubra_ergin_yuzakidergisi_temmuz2016

Îman, sözlükte; bir kişiye, bir habere, bir bilgi kaynağına güvenip tasdik etmek yani doğruluğundan şüphe etmemek demektir. Bu tarife göre îmân evvelâ bir karardır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; insanları îmâna davet ettiğinde birçok kişi îman veya inkâr etmekten kaçındı, çekimser davrandı. Bilhassa civar kabîlelerin ileri gelenleri, Kureyş kabîlesinin önde gelenlerinin kararını bekledi. Hudeybiye sulhundan sonra; iki yıl içinde îmân edenlerin sayısı, öncesinde îmân edenlerin iki katından fazlaydı. Mekke’nin fethinden sonra ise, insanlar fevc fevc İslâm’a girmişti.

Îman akıldaki bir fikirden ibaret değildir, bir teklife; «Evet!» demektir, bunun gereği olan yükü yüklenmektir. Bir tarafı seçmektir, o tarafa sâdık kalmaktır. Arkasında sabit durulacak bir ahittir, îman.

Çünkü îmân edilecek mesele çok büyüktür. Seni yoktan vâr etmiş, her an nimetler vererek; varlığını, gücünü, kuvvetini devam ettiren bir sahibin olduğunu kabul edeceksin. Fânî hayatta sana emânet olarak verdiği şeylerin şükrü olarak, onları asıl sahibinin emir ve yasakları çerçevesinde kullanacak ve bir kısmını da fedâ edeceksin. Hâlihazırda elinde bulunan sahte hürriyetten, başıboşluktan vazgeçecek, hüküm altına gireceksin. Dünyevî rahatını bozacaksın, fedâkârlık yapacaksın. Benliğinin kibrini kıracaksın, boyun eğeceksin, kul olduğunu kabul edeceksin. Hem de bu fedâkârlığı yaptığın için dünyada peşin bir takdir görmeyeceksin; aksine en hafifi alay, hakaret olan eziyetlere uğrayacaksın.

Kur’ân-ı Kerim’de «es-sâbîkûne’l-evvelûn» diye taltif edilen öncülerin üstünlüğü de buradan gelmektedir. Kimsenin bu zor kararı veremediği zamanda gösterilen bir yiğitliktir, îman. Aşere-i mübeşşerenin mümtaz vasfı da bu yiğitliği gösterebilmiş olmalarıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’tan başka herkesin îman kararını vermeden önce bir tereddüt geçirdiğini, yalnız onun tereddütsüz îmân ettiğini bildirir. Herhâlde bu; onun daha önceden îmâna ne kadar da hazır bulunduğunu, hayatını fedâ edeceği hakikate ne kadar da susamış olduğunu gösteren bir alâmettir.

İnsanların çoğu, geçici dünya hayatıyla avunmaya râzıdır. Bu dünyanın fânîliğini bilseler de; uyuz adamın, her ne kadar kaşınmanın ona bir şifâsının olmadığını, aksine kaşıdıkça bedeninde yaralar açılabileceğini bilse de kaşınmaktan vazgeçememesi gibi dünya hırslarına dalar giderler.

Bir mübârek zât talebelerine sohbet ederken bir ara der ki:

“Şimdi size bir yalan söyleyeceğim.” Biraz duraklar, talebeler şaşkın bakarken tekrar eder:

“Dikkatli dinleyin şimdi size bir yalan söyleyeceğim. Filânca zât buraya doğru geliyor.”

Talebeler, yalan denildiği hâlde; kapıya, pencereye doğru bakarlar. Tabiî gelen giden yok.

Hocaları der ki:

“Zaten baştan da yalan söyleyeceğim dememiş miydim? Ama yine de pencereye koştunuz. İşte aynı şekilde âyetler, hadisler, âlimlerin sözleri, kitaplar dolusu bilgiler; «Dünya yalan, sizi aldatacak.» diyor, ama yine de dünyanın arkasında koşuyorsunuz.”

Ne gariptir ki insanlar, dünyanın yalan olduğunu görse de kendisine gelince bu yalanın doğru çıkmasını bekliyor; fânî dünyayı, asıl gayesi için fedâ etmeyi göze alamıyor. Kendisini yoktan vâr eden Rabbinin bu kadar cömertliğini görüyor; O’nun ebedi hayatta vereceği mükâfata güvenip, geçici hayatın keyfinden vazgeçemiyor.

Aslında birçok insan iyice düşünüp taşınarak inkâr etmeye de karar vermiyor; daha çok yüz çeviriyor, duymazdan bilmezden geliyor. Batıda Hıristiyan olarak kabul edilen birçok kişi, kendisini agnostik diye tarif ediyormuş. Yani; «Allâh’ın varlığı, dînin doğruluğu bilinemez, bu mevzuda bir kararım, bir tavrım yok.» diyerek mes’ûliyetten kaçıyorlar.

Ancak bu tavrın da zımnen yalanlamak olduğunu bildiriyor Rabbimiz. Nitekim âyet-i kerîmede;

“O (Peygamber’in getirdiğini) ne tasdik etti ne de namaz kıldı; ama yalanladı ve yüz çevirdi.” (el-Kıyâmet, 32) buyurarak, davete muhatap olanın; kendisinden beklenen tasdiki, boyun eğişi ve itaati göstermemesini, kulluk vazifesini yalan saymak, işine gelmediği için yüz çevirmek ve reddetmenin ifadesi olarak kabul ediyor. Zaten inkâr kelimesi de hoş görmemek mânâsından geliyor.

Mefhumların zıddı bize o mefhumun muhtevâsı hakkında derinlemesine bir tefekkür imkânı veriyor. Îman bir tasdik, bir hak verme, doğru olduğunu kabul etme hâli olsa da sadece aklî bir değerlendirme değil; aynı zamanda bir duygu hâli. Kalpte önceden bulunan sevgi, kabullenmeye açık olma hâli; o haberi tasdik etmeye müsait oluşu hazırlıyor. Kalbin tercihi îmân olunca aklı da kabul etmeye sevk ediyor. Nitekim İmam Gazâlî, kalbin; vücut ülkesinin sultanı olduğunu, aklın da onun baş veziri olduğunu söyler. Malûm, bir vezir daima sultanının asıl arzu ve maksadına göre yol-yordam gösterir.

Kalpte îmân etmeyi istememe hâli baskın olunca, akıl da kendine mazeret uyduruyor; «Nereden belli doğru olduğu?» diyor. «Sonra düşünürüz, daha genciz…» diyor. İnkâr etmek için makul bir sebebi olmasa da îmân etmek için yeterli gücü kendinde bulamadığı için gerçeklerden kaçıyor.

Ama Rabbimiz amel konusunda af ve mağfiret kapısını açık tutsa da, îman konusunda insanları kendi hâline bırakmıyor. Birincisi, ölümün belli bir vaktinin olmaması; ikincisi, ölüm ânında îmansız giden kişinin kurtuluşunun mümkün olmaması; insanı mutlaka bir karar vermeye davet ediyor.

Esasen îmân edilecek hakikat öyle temel bir mesele ki; böyle bir hakikate ilgisiz kalmak, açıkça inkâr mücadelesine girmemek için başvurulan bir kaçamak olsa da insanı kurtarmıyor. Îman da inkâr da etmeyip alâkasız kalanlar da azap ile korkutuluyor.

Hak dostları demişler ki:

“Rabbimiz; cömertliğinin kemalinden dolayı; kullarını cennete davet edip bırakmıyor, bu davete iştirak etmeyenleri azapla korkutuyor ki ciddîye alsınlar muhakkak gelsinler.”

İnsanoğlu zayıf ve hissî bir varlık olduğu için, biraz korkutulmazsa harekete geçmiyor. Psikoloji ilmi de bunu doğruluyor. İnsanların çoğu; daha yüksek ve daha mükemmel şeyleri ümit ederek harekete geçmeye, cesaretini, azmini, sabrını, gayretini sarf etmeye meyilli değil. Böyle kişilere dâhî deniliyor. İnsanların çoğu ise alıştıkları hayatı sürdürmeye ve daha çok korku ve endişelerinden kurtulmak için bir şeyler yapmaya meyilliler. Meselâ; açlık korkusu olmasa, insanlar dünya için de çalışmazdı.

Allah Zülcelâl beynimizin arka loblarına, vücuttaki enerji seviyesi düşünce âdeta eziyet çeksin diye bazı alârmlar koymuş. Bu sayede hiçbirimiz yemeyi unutup da açlıktan ölmüyoruz. Eğer Allah Zülcelâl vücudumuzun ihtiyacını düşünüp meselâ; «bizim günlük kalori ihtiyacımız ne kadar?» diye hesap edip ona göre gıda temin etmeyi dikkatimize ve irademize teslim etseydi, birçoğumuz ihmal eder, açlıktan ölürdük. Acıkma, susama, üşüme gibi rahatsızlıklarla, ağrılarla, yorulmakla ve uykumuzun gelmesiyle vücudumuzun sıhhatini korumaya mecbur kalıyoruz.

Bedenimizin sıhhatine bekçilik etmekle vazifeli olan nefsimiz arsız yaratılmış; çocuk gibi ağlıyor, bağırıyor, eziyet ediyor en sonunda dayanamayıp ihtiyaçlarını görüyoruz. Ama rûhumuzun ihtiyaçları öyle değil, onları kendimiz düşünüp akletmemiz gerekiyor. Bununla beraber yük, tamamen aklımıza bırakılmamış. Rabbimiz; aklımıza yardımcı olarak gönderdiği âyetlerinde, azapla korkutarak, mükâfatla müjdeleyerek duygularımızı da harekete geçirecek bir üslûp kullanmış. Bu üslûp aslında fıtratımıza çok uygun ve sertliğinde de büyük bir rahmet gizli.

Vahyin «nezîr» yani korkutucu ihtarları nefse pek hoş gelmese de bilhassa nefsin bu üslûpla kamçılanmaya şiddetle ihtiyacı var. Yoksa fânî hayata dair korkular ve endişelerinin peşinden bizi yorarak asıl sahibimizle aramızdaki münasebete fırsat bırakmayacak. İşte îmandan korkanlara bu gibi gerçekleri güzelce anlatmamız gerekiyor.