İHTİRASTA HUZUR YOK, PERİŞANLIK VAR!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

ahmet_ziylan-yuzakidergisi-eylul2016

Çok ibretli bir hâtıramı siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum:

Çok yönlü, çok ibretli bir hâdise…

1974 senesi, İstanbul, Topkapı, Gümüşsuyu Caddesi’nde, mülkiyeti Necati KARAARSLAN’a ait bir iş hanı, geniş bir avlu içerisinde 3-4 firma vardı. Biz de orada küçük bir firma olarak ayakkabı malzemesi üretiyorduk.

Komşularımızdan; Raf Kauçuk adında, mûsevî bir aileye ait büyük bir firma vardı.

Altı kauçuk, PVC, yüzü keten çok güzel spor ayakkabıları üretir, çok iyi para kazanırlardı. Sahibinin adı Toledo idi. «Mösyö Toledo» derdik. Yanında kardeşleri de vardı. Yine kendi dindaşları olan, bizden 15-20 yaş büyük; pazarlama, tahsilât ve muhasebe işlerini yapan bir elemanları vardı.

O muhasebeci, bir sohbette bize nasihat bâbında bir hâtırasını anlatmıştı. Paylaşalım:

Bir gün Gedikpaşa’ya tahsilâta gittim. Arabayı müsait gördüğüm bir yere park ettim. Tahsilâtı yaptım geldim ki, arabanın dört tekerinin de havası inmiş. Baktım ki orada beş tane de hamal oturuyor. Bana doğru;

«Bakalım ne yapacak?» der gibi göz ucuyla bakıyorlar. Bıyık altından da gülüyorlar. Ben her bir tekerin başına varıp baktıkça, onlar oturdukları yerde hareketleniyor; sesli gülmemek için ağızlarını elleriyle kapatıyor; «Gördün mü! Oh olsun!» der gibi keyifleniyorlar. Herhâlde onların istemediği bir yere park ettik. Yahut da başka bir maksatları var. Tekerlerin supaplarına ne sokmuşlarsa, havalarını indirmişler. Bıçak filân sokup patlatmamışlar.

Bir an düşündüm. Şimdi, bu işi onların yaptığı belli. Ne yapayım, ne yapayım?

Bunlara gidip;

«Siz mi yaptınız?!. Nasıl yaparsınız?!.» diye öfkelensem, tutar bir de beni döverler. Yediğim dayak yanıma kâr kalır.

Ya ben ne yaptım? Onlara yaklaştım;

“–Çocuklar, bizim arabanın tekerleri inmiş. Baksanıza! Ben yaşlı bir insanım. Bana yardım eder misiniz? Benim arabada pompa var, size beş-on lira versem şişirir misiniz?” dedim.

“–Şişiririz!” dediler.

“–Peki, şu pompayı bagajdan çıkarın.”

Çıkardılar.

“–Bağlayın.”

Bağladılar.

Başladılar pompayla şişirmeye. Onlar üç-beş lira için oflaya puflaya pompaya yüklendikçe, bu sefer ben onlara gülmeye başladım. Onlar beni kızdırıp, öfkelendireceklerini sanıyorlardı, ben ise onları yoruyordum.

Eğer öfkelenseydim, bağırıp çağırsaydım, onlar gülmeye devam edecekti. Parayla hallolacak bir şey için öfkelenmeye değer mi?

Bu mûsevî muhasebeci, ne kadar doğru söylüyor değil mi?

Fakat kaderin acı bir tecellîsi, bu adam bir miktar para için öldü.

Bu çok ibretli hâdiseyi en başından anlatalım:

Kıdem tazminatı, eskiden her yıl için yarım aylık, yani 15 günlük hesap edilirdi. Sayın Bülent ECEVİT, bunu bir aya çıkaracağını söylüyordu. Yüzde yüz artış. Dolayısıyla bu mevzu gündemde dolaşıyor, gazetelerde yazılıyor, üzerinde konuşuluyordu. Bazı firmalar; kıdemli işçilerini, çok para ödememek için, bu kanun çıkmadan önce, işten çıkarmaya çalışıyorlardı.

Bu Raf Kauçuk’un sahiplerinin iş yerinde 20-25 senelik kıdem tazminatı birikmiş, bir hayli eski çalışanları vardı. Bunlar da demişler ki:

“Biz, bu kanun çıkmadan bunları işten çıkarır tazminatlarını verirsek, 15 gün üzerinden vermiş oluruz, yüzde yüz kâr ederiz! Şu kadar adamda, şu kadar para eder! Kâr mı kâr!”

Çünkü kanun çıkarsa, her yıl için yarım değil, tam aylık tazminat ödenmesi gerekecek.

Aslında bu çok lüzumsuz bir endişe… Çünkü, firma bize göre çok büyük bir firmaydı.

Öyle ki;

Yıllardır onlara para kazandırmış olan o işçilerinden yontmaya çalıştıkları paranın hepsi, o fabrikanın belki bir-iki günlük kazancı idi. Fakat tamahkârlık etmişler.

Bir sabah Mösyö Toledo, avludan geçip iş yerine girmeden önce bizim ortakla beraber şen şakrak konuşup gülüştüğümüzü görünce, bize takıldı:

“–Ne güzel gülüyorsunuz! Neşenize gıpta ediyorum.”

Biz de;

“–Bizim gıpta edilecek neyimiz var ki?” dedik.

“–Olur mu? Mutlusunuz, neşelisiniz. Ne güzel!” diye iltifat ederek geçti. Sonra da iş yerine gitti.

Meğer o gün plânlarını uygulama günü imiş. Sendikadan temsilci çağırılmış, iş yerinin sahibi, kardeşi ve bahsettiğim muhasebeci oturmuşlar. Birer birer bu 20-25 senelik çalışanlarını işten çıkarmaya başlamışlar. Kanunî haklarını hesaplıyorlar, sendika temsilcisi imzalıyor, paralarını verip; «Güle güle!» diyorlar.

Çok zaman geçmeden, birkaç el silâh sesi duyduk. Koştuk.

Meğer bu kauçuk fabrikasında işten çıkarılacak işçilerden doğulu olan birkaç tanesi, aynı zamanda fabrika içinde bir nevi patronların güvenliğini de sağlarlarmış. Hattâ fabrika sahipleri, bu kişilerin beline tabanca bile vermiş. Onlardan biri, tazminatı 15 gün üzerinden verilip işten çıkarılınca ağırına gitmiş, patronlara dönüp;

“–Siz yanlış yapıyorsunuz! Biz sizi bu fabrikada az mı müdafaa ettik! Siz bize destek olup, kalkındıracağınız yerde, kanun sayesinde elimize geçecek paraya da göz diktiniz! Bizi mağdur ediyorsunuz! Bu yaptığınız hak mıdır?!.” demiş.

Patron, bu söze alaycı bir şekilde karşılık vermiş;

“–Aldın paranı işte, fazla konuşma! Çık, çık, hadi yürü, yürü!” deyince, iyice tahrik olan adam belinden tabancayı çıkarıp; hem patronu, hem kardeşini, hem de muhasebeciyi vurmuş!..

Sadece küçük kardeş kurtulmuş.

İşin daha da garip bir tecellîsi daha sonra ortaya çıktı.

Sayın Bülent ECEVİT o kanunu çıkaramadan iktidarı kaybetti. 1975 yılında Sayın Süleyman DEMİREL iktidara geldi. Bu kanun iyice halk arasında beklenti oluşturduğu için, ilk iş olarak o kanunu çıkardı. Hem de; bu tarz sû-i istimallere mâni olmak için, son altı ayda işten çıkarılanlar da kanuna dâhil edildi! Raf Kauçuk’taki hâdisenin üzerinden henüz 4 ay geçmişti. Yani o işçilere de 15 günlük fark paraları ödendi. Takdirin işi! O canlarına mâlolan tedbir de boşa gitmişti.

Öyle bir tabir var ya:

Boşu boşuna öldüler. Değer miydi para için?..

O işçi hapishaneye, o patronlar da toprağa girdiler.

İhtiras insanın gözünü kör eder. Düşünün; bu cinayeti işleyen işçinin beline silâhı bile, o patronlar koymuşlar. Müesseseyi ve patronları korusun diye. Fakat ihtiras gözlerini öyle bürümüş ki, o bile akıllarına gelmiyor.

Sonra işin bencillik tarafı: Dün canı pahasına seni koruyan işçileri; «Cebimden biraz daha az para çıksın!» diye mağdur edersen, elbette muhatabın öfkelenir. Kazanırken beraber, bölüşürken tek başına!

İki noktadan dolayı bu vahim hâdise bizim için daha mânidar idi.

Birinci nokta:

BERABER OLDUĞUN KİŞİYE DİKKAT ET!..

“Bir miktar parayla çözülüverecek bir hususta öfkelenmeye değer mi?” diye bize nasihat eden muhasebeci de orada, patronlarının yanında öldü. O müessesenin bir-iki günlük kazancı uğruna öldü. O muhasebeciye sorsalar, büyük ihtimalle;

“Böyle bir şeye tenezzül etmeyelim.” diyecekti.

Hattâ maddî olarak bile bu yaptıklarının yanlış olduğunu ortaya koyabilirdi:

“Bu işten kurtaracağınız paraya karşılık, bu işten çıkarılanların yapacağı kötü reklâmı bir düşünün. Değer mi?” diyecekti.

Elbette kesin olarak bilmiyoruz, ya diyemedi veya söz geçiremedi. Sonunda onlarla beraber felâkete uğradı.

Demek ki;

Beraber olduklarına dikkat edeceksin. Eğer yanlış yapıyorlarsa, ya onları düzelteceksin yahut da ayrılacaksın. Eğer ayrılmazsan bu misalde olduğu gibi, o kötülüğü yapanlarla aynı kaderi paylaşma ihtimalin var.

Ashâb-ı Sebt gibi…

Ashâb-ı Sebt, Dâvud -aleyhisselâm- zamanında bir sahil şehrinde yaşayan insanlardı. Allah onlara cumartesi günü avlanmayı ve balık tutmayı yasaklamıştı. Allah imtihan edecek ya; cuma günü gelmeyen balıklar, cumartesi geliyordu! İhtiras yüzünden bazıları bu yasağı çiğnediler. Hile yaptılar; akşamdan ağları atıp, cumartesi bitince topladılar.

Herkes yapmıyordu bunu. Bazı azgınlar yapıyordu. Geri kalanlar ise iki gruptu:

Bir grup; yanlış yapanları uyaranlar, iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayanlar idi. “Sözümüzü dinlemeseler bile, biz üzerimize düşeni yapmalıyız.” diyorlardı. Hakkı söylüyor, doğruyu tavsiye ediyorlardı.

Bir de nemelâzımcılar vardı!.. Aramız bozulmasın, diye günahkârları ve isyankârları ikaz etmiyorlardı. Onlara göz yumuyorlardı… “Söylesek ne olacak sanki!” diyor, isyankârlarla muhabbete devam ediyorlardı.

Sonunda gazab-ı ilâhî galeyâna geldi ve helâk gerçekleşti. Allah onları maymunlara çevirdi.

Kimleri? Sadece yasağı çiğneyenleri mi? Hayır; isyankârlarla beraber, onları ikaz etmeyen ve onlara göz yumanlara da uğradı kahr-ı ilâhî!.. Rivâyetlere göre, o helâk edilenler içinde gece kalkıp namaz kılanlar dahî vardı. Fakat emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkeri terk ettikleri için, o ibâdetleri Allah katında bir değer ifade etmemişti.

Vaktiyle vazifesini yapanlar ise bu fecî âkıbetten kurtuldu.

Bu ibretlik hâdise, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılıyor:

“Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün; balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk.

İçlerinden bir topluluk;

«–Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dedi.

(Öğüt verenler) dediler ki:

«–Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).»

Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca; biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.

Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara:

«Aşağılık maymunlar olun!» dedik.” (el-A‘râf, 163-168)

Demek ki bir işte beraberlik, o işin mükâfat veya cezasında da beraberlik demektir. Cenâb-ı Hak, bizleri iki dünyada; iyilerle, sâlihlerle, adâletli, merhametli ve takvâlı kimselerle beraber eylesin.

Gelelim ikinci noktaya:

BENCİLLİKTE HUZUR YOK

O gün, Toledo bize;

“Ne güzel sohbet ediyorsunuz. Neşenize gıpta ediyorum!” dediğinde biz pek mânâ verememiştik. Çünkü o zamanlar, biz onların zenginliğine gıpta ediyorduk. İşlerinin yolunda oluşuna imreniyorduk. “Bu işleri tıkırında adam, bizim neyimize gıpta edebilir ki?” demiştik.

Fakat hemen ardından başlarına gelenler ve garip sebebini birleştirince, insan anlıyor ki;

İhtiras, bencillik ve para hırsı gibi duygular; insanları huzursuz ediyor. İnsan daha çok parayla saâdete kavuşacağını sanıp, plânlar yapıyor; böyle kâr ederim, sevinirim, rahata ererim zannediyor. Fakat böyle olmuyor. Huzur, saâdet ve gönül rahatlığı maddede değil; mânevî şeylerde. Çalışanının sevincinde. Müşterinin bereket duâsında. Ailenin huzurunda. Komşunun itimadında…

Bunları ihmal edersen, dünyanın en zengin insanı olsan da, huzura erişemezsin. Mutlu olamazsın.

Para hırsı yüzünden; ne müesseseler, ne yuvalar, ne insanlar helâk olmuşlar; şeytanın, nefsin tuzağına düşmüşlerdir. Senelerce yanında çalışan, aynı müesseseden ekmek yediğiniz kişileri hakir görüp, onlara lâyık olmadıkları hakareti yapmak, onların kazançlarına göz dikmek, haklarına tecavüz etmek!.. Ne kadar acı, ne hazin bir hâdise! Böyle yapmak; âhireti ve hesap gününü unutmak demektir. Cezası bellidir.

Bir işverenin; işçisinin evindeki yaşantısını, müşkülünü bilmesi gerek, çünkü onlar o işverene çocukları gibi zimmetlenmiştir. Ücretlerini zamanında vermemesi, sigortasını yaptırmaması ona zulümdür.

Söylerim: En zor şeylerden biri işçi çıkarmaktır.

Herhangi bir sebeple işçiyi işten çıkardığın zaman düşün:

Bu adamın evde yiyeceği var mı?

Kirasını nasıl ödeyecek?

Müşkülünü nasıl çözecek?

Düşünmek gerek. Onun için kıdem tazminatı var. Onun için iş bulma izni var, işsizlik sigortası var. Bu hakları vermeli. Ayrıca tatlı dille;

“Dostluğumuz devam etmeli…” diyerek, helâlleşerek ayrılmalı. “Bir müşkülün olursa bana gelebilirsin, elimden geleni yaparım.” diyerek gönlünü kazanmalıdır.

Gelelim işçiye: Senelerdir beraber çalıştığın, tuz-ekmek yediğin adam, kötü olsa çalışmazdın. Herhangi bir sebeple seni işten çıkarıyorsa ona silâh çekip vurmak mı lâzım. Onu kötülemenin, kin beslemenin ne faydası var?!.

“Mevlâ’m daha iyisini verir!” diyerek iş bulup çalışmak, kendini sevdirmek lâzım. Raf Kauçuğun işçileri gibi, tabancayı çekip patronu vurmak olur mu? Ne oldu? O mezara girdi, sen de cezaevinde senelerce yaşayan ölü durumuna düştün! Yazık değil mi?!.

Bir öfkeyle, hele para için değer mi?!.

Bu gibi hâller ortaklar arasında, kardeşler arasında da oluyor. Miras paylaşımında, maddî menfaat için kanlı-bıçaklı kavgalar oluyor.

İki günlük dünya için değer mi?!. Fedâkâr olmak lâzım.

İhtiras kötü… Tamahkâr olmak kötü… Bencillik çok fenâ!..

Bunlardan uzak durmalı…

Hele kazanırken birlikte olduğunuz insanlarla, bölüşürken de birlikte olmalı. Onların gönülleri hoş edilmeli.

Cömert olana Cenâb-ı Allah daha da cömert davranır. Kimse cömertlikte Rabbimi geçemeyeceği için; O, her zaman, bizim fedâkârlıklarımızdan daha fazlasını bize ihsan eder.

Kalp ve kafa rahatımız, vicdan huzurumuz, aile ve çevremizde sevilen-sayılan bir insan olmamız; en büyük servetimizdir. Hele âhirete gönderdiklerimiz, asıl servetimiz onlardır.

Her insan hayatta nice ibretli hâdiselerle karşılaşır.

Rabbim, bu ibretli hâtıralardan öğüt almayı ve ders çıkarabilmeyi nasip eylesin. Yoksa ders çıkarmayanlar, başkalarına ibret olurlar.

Rabbim; ihtirastan, bencillikten, vicdansızlıktan muhafaza eylesin. Ahlâkımızı güzelleştirsin. Sâlih insanlarla beraber eylesin.

Âmîn…