İHMAL EDİLEN BİR KUL HAKKI 

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci_yuzakidergisi_mayis2016

 

ÖRFÎ CÂHİLİYYE

Yıllar önce müftülükte vazife yaptığım zamanlar. Zaman zaman fetvâ soranlar olurdu.

Genç bir adam geldi. Dedi ki:

“–Babam birkaç sene evvel öldü. Mîrâsı taksim ederken, analığımıza kötü bir bahçe verdik. Şimdi analığım da öldü. Bahçe kimin olacak?”

Dedim:

“–Analığınızın vârisleri kim ise onlara kalacak.”

“–Ama” dedi. “Bahçe, babamın bahçesi? Bahçe bize kalmayacak mı?”

“–Yok.” dedim. “Bahçe, ölene kadar babanındı. Ölünce hanımına geçti. O ölünce de onun vârislerine geçecek. Size üvey anneden mal düşmez.”

Bir türlü anlayamadı;

“Ama bahçe babamın.” deyip durdu. Zaten zamanında hakkı verilmemiş, kötü bir bahçe verilmiş. Fakat onun bile tekrar babanın malına dönmesi bekleniyor.

Çünkü kıza, kız kardeşe, hanıma verilecek mîrâsın; ailenin malını dağıtacağı, bunun önüne geçmek gerektiği düşünülüyor.

Kız çocuklarına mîras vermemenin bahanesi olarak;

«Biz onu gelin ediyoruz, düğün masrafı yapıyoruz.» gibi sözler de hiçbir hakikat ifade etmemektedir.

Çünkü mîras, ölüme bağlı bir haktır. Sağlıkta yapılan harcamalar, mîras yerine geçmez. Herkese hakkını vermek gerekir. Evlâtlarını evlendirmek bir babanın vazifeleri arasındadır. Aslolan bir anne-babanın hayattayken de evlâtları arasında eşitlik gözetmeleridir.

Kadınların mîras paylarını vermemek veya hakkından az vermek, câhiliyyeden beri geleneklere sızan bir zulüm anlayışıdır.

Dînimizin toplumda hedeflediği ıslahlardan biri de, örf-âdet hâline gelmiş yanlışlıkları gidermektir. Çünkü bir yanlış, toplumda bu şekilde kökleşirse, onu kaldırmak da çok zor hâle gelir. İnsanlar herkes yapıyor diye onu meşrû addetmeye başlar. “Atalarımızdan böyle gördük!” sözü bahane olur.

Ülkemizin belli kesimlerinde; örfî hukuk, İslâm hukukun önüne geçmiş durumdadır! Bunu bir müslümanın kabul etmesi düşünülemez. Örf ancak, İslâm’ın rûhuna uygun sahalarda makbuldür.

Örf-âdet adı altında; kızların ve bilhassa sonradan evlenilen hanımların hakları çiğneniyor. Babalarının malından bir şey gitmesin diye, dul kalan babalarının yeniden evlenmesine mâni olanlara, nikâhı gayr-i resmî gösterenlere, hattâ evlenmiş babalarını zorla boşandıranlara, maalesef tesadüf edilmektedir.

Bu yazıyı hazırlarken yine bir tespit geldi:

«Bizim oralarda kızlara, kadınlara mîras payı olarak asla toprak verilmez, «gönül alma» adı altında, normal hakkının onda biri dahî olmayan bir para verilir.»

Ülkemizin daha ziyade doğusuna doğru gittikçe bu örf-âdet kisvesine bürünmüş câhiliyye ile karşılaşıyoruz.

Batıya doğru gittikçe ise, modernize olmuş bir câhiliyye karşımıza çıkıyor:

MODERN CÂHİLİYYE

Mer’î (yürürlükteki) kanunlara göre mîras taksimi.

Ülkemizde mer’î kanunlar, batıdan tercüme edilmiş bir hukuka göre taksim teklif ediyor.

Fakat vefat edenin yakınları anlaştıktan sonra, kendi aralarında nasıl bölüştüklerine devlet ve kanun karışmıyor. İsterlerse vârisler, İslâm’a göre paylaşım yapabilmekte. Dolayısıyla;

“Ne yapalım, kanun böyle emrediyor.” diye ileri sürülebilecek bir mazeret geçerli değil.

Mer’î hukuk, zinâyı da suç saymıyor. Fâizi de serbest bırakıyor. Fakat mü’minler vicdanlarında dinlerini yaşamak mecburiyetinde değil midir? Kanun bunları yasaklamıyor diye, bunları işlemeye kalkmak asla doğru olmayacağı gibi, mîrasta da Rabbimiz’in istediğinden başka yola tevessül etmenin asla özrü olamaz.

«Ben müslümanım, Rabbim Allah, kitâbım Kur’ân.» diyen bir kişi, mîras hususunda da inancına göre hareket etmeli.

Mer’î hukuk; batı mîras hukuklarından iktibas edildiği için bunda, eğer ölenin çocukları varsa, anne ve babaya mîras hakkı verilmiyor. Hâlbuki dînimizin mîras hukukunda, anne ve babanın her hâlükârda payı var. Ölenin evlâtları varsa, anne 1/6 pay sahibidir.

Ölüm her zaman ileri yaşlarda gelmez. Bir mezarlığa girdiğimizde mezar taşlarının üzerinde her yaşta, fânî hayata gözlerini yummuş misalleri görürüz. Annesinden babasından evvel vefat eden birçok kişi vardır. Genç yaşta çeşitli vesilelerle mal sahibi olmuş ve yine genç yaşta ölmüş bir kişiyi düşünelim. Ölenin evlâtları varsa, mer’î hukukta böyle bir kişinin mîrâsından, anne-babasına hiçbir şey verilmiyor.

Hâlbuki anne ve baba bir insanın yetişmesinde en büyük hakka sahip. Hele anne…

«Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?» diye soran sahâbîye Peygamber Efendimiz’in verdiği cevapta olduğu gibi: Anne, anne, anne!..

Abdurrahman Câmî -kuddise sirruhû- da anneyle alâkalı olarak;

“Ben annemi nasıl sevmem ki; o beni bir müddet cisminde, uzun bir zaman kucağında, ölünceye kadar da kalbinin şefkat köşesinde taşımıştır. Ona hürmetsizlik göstermekten daha kötü bir şey bilmiyorum!..” derdi.

Mîras meselesinde ülkemizde kimi insanlar; kökleşmiş ve gelenek hâline gelmiş hatalar, kimileri de modernleşmiş, batılılaşmış anlayış sebebiyle haksızlığa düşebiliyor.

Nasıl hırsızlıktan elde edilen bir mal haram ise, nasıl kusuru gizlenerek satılan bir araçtan elde edilen para kirli ise, Rabbimiz’in istediği usûle göre taksim edilmemiş, olması gerekenden fazla alınmış bir «mîras» payı da haksız bir kazançtır, haramdır, kirlidir.

Mer’î hukuk ile şer‘î hukuk arasında mühim bir fark daha var:

Cenâb-ı Hak; ölen kişinin kız ve erkek evlâtları varsa, onlar arasında erkeğe 2, kıza 1 şeklinde bir taksimi emretmiş.

Birçok menfî gelenekte, kadınlara hiç pay verilmediğini yahut çok az verildiğini zikretmiştik. Bu nasıl haksızlık ise, bir vârise Rabbimiz’in verdiği paydan fazlasını veya eksiğini vermek de haksızlık olur.

Bazen aile içi kavgalar sebebiyle, ağabeylerine, erkek kardeşlerine kızgın olan kız kardeşler;

“Biz kanuna göre bölüşeceğiz!” diye direterek onlardan bu şekilde intikam alma yolunu seçebiliyorlar.

Bazıları;

“Biz o payı infak edeceğiz!” diyerek de kendilerini kandırıyor.

Bir başkasının cebinden para çalıp sonra infak etmek, kişiyi hırsızlık vebâlinden kurtarmaz. Dahası gayr-i meşrû kazançlardan hayır-hasenat da makbul olmaz.

Dolayısıyla, nefsin istediği patika yollara hiç tevessül etmemek gerek. Allah ne diyorsa ona teslim olmak gerek.

Kardeşe kızgınlık misali vermişken, bu tür sosyal yaralara da temas edelim:

Yaşlanan anne babalar bakım ister. Onlara bakmak evlâtların vazifesi ve vefâ borcudur. Evlâtlık ve insanlık gereğidir. Edâsı hâlinde cenneti kazanma vesilesidir. İhmali hâlinde ise cehenneme yuvarlanma sebebidir.

Bu noktada evlâtlardan kimi az, kimi çok gayret etti diye, kimi hiç uğramadı, kim hep meşgul oldu diye, vefattan sonra mîras hususunda haktan bâtıla inhiraf etmemelidir.

Çünkü evvelâ söylemeliyiz ki;

Mîras ile ana-babaya bakma meselesinin doğrudan bir irtibatı yoktur.

Dolaylı alâkası vardır o da şudur:

Çeşitli sebeplerle anne yahut babaya bakma vazifesi, diğer evlâtlardan ziyade bir evlâdın üzerinde kalmışsa, o evlât da kendi cebinden masraflar yapmışsa; bunları yazmalı, kaydını tutmalı, gelecekte, mîras taksimatı öncesinde, vefat edenin borçlarının ödenmesi maddesinde talep etmelidir.

Maddî masrafı olmayıp, hizmetinin karşılığını mîras olarak almaya çalışmak doğru bir hareket olmaz. Fakat anne yahut babalarına bakamayan kardeşler de, bakmakta olan kardeşlerinin gönlünü hoşnut etmeyi ihmal etmemelidir.

Dînimiz nizâ olmaması için; her hususta, yazıya geçirme, anlaşma, zanlardan uzak durma esaslarını prensip edinmiştir.

Bir başka hata da, evlâtlardan babaya sağlığında yardım edip servetinin artmasına katkıda bulunanların, bu belirsiz payı mîras payına yansıtmak istemeleridir. Hâlbuki, bunun da mîrasla doğrudan alâkası yoktur.

Dolaylı alâkası şudur:

Baba-oğul (yahut baba-kız) birlikte çalışmalarda; hayattayken ortaklık sisteminin vuzûha kavuşturulması, yetişkin evlâdın payının babadan ayrılması lâzımdır. Meselâ evlâtlarla güç birliği içinde bir inşaat yapılmış, fakat mülkiyet sadece ailenin reisinde kalmış ise, bunların «ayıp olur» denmeksizin karşılıklı rızâ içinde netleştirilmesi uygundur. Çünkü zamanında ayıp olur denilerek konuşulmayan, ertelenen hususlar, mal taksimi esnasında büyük kırgınlıklara, kavgalara ve haksızlıklara sebebiyet verebilmektedir.

Bu hususta yüzde yüz adâlet sağlamaya çalışmaktan ziyade, fazîlet sergilemek, fedâkâr olmak ve daima karşı tarafı düşünmek bereketi artırır.

TAVSİYE DEĞİL FARZ

İslâmiyet, her bakımdan tam ve şâmildir.

İslâm’ın hükmü ortadan kalkmaz, kıyâmete kadar geçerlidir.

Onun hükmü muayyen sahalarla mahdut değildir, hayatın her safhasını tanzim eder. Öyle ki, bir şey mubah ise mubahlığı da dînî bir hükümdür.

Beşikten mezara hayatın her safhasına intizam getiren dînimiz, ölümle meydana gelen verâseti de en üst seviyeden Kur’ân-ı Kerim ile hükme bağlamıştır. Yani mîras ile ilgili İslâmî kaideler, en kuvvetli delil olan Kitap ile sâbittir. Nisâ Sûresi’nin 7-12. âyetleri arasında, tek tek mîras payları açıklanmıştır. Hükümlerin aralarında;

«Farîzaten minallah!»

“Bu hükümler Allah’tan farzdır!”

«Vasiyyeten minallah!»

“Bu hükümler Allah’ın fermanıdır!” ifadeleri yer almaktadır. Bu hükümler, tavsiye değil farzdır. Farziyeti hususunda bütün âlimlerin ittifakı vardır.

Devrimizde hadîs-i şeriflerle, mezheb imamlarımızın içtihatlarıyla hükme bağlanan hususlarda gösterildiğine rastlanan gevşeklik, mîras hususunda hiçbir şekilde gösterilemez.

Çünkü İslâm’ın temel esaslarından birini ifade eden bir mecelle kanunu;

«Mevrid-i nassta içtihâda mesağ yoktur.” der. Yani hükmünü, Kur’ân ve hadis gibi nasslarla, net bir şekilde bulmuş mevzularda, içtihat ederek değişikliğe gitmek mümkün olmaz. Orada teslîmiyet esastır. Meselâ değil bütün âlimler, bütün müslümanlar birleşse; Ramazan orucunu, başka bir aya nakledemezler. Çünkü âyet ile sâbittir.

Buna rağmen mîras hukukumuz hakkında, devrimizde bazı modernist müslümanların da, batılılaşmacılarla aynı çizgide buluştukları görülmektedir. Onlara göre Kur’ân’ın yer yer, kadın hisselerini, erkek hisselerinin yarısı olarak belirlemiş olması hâşâ «devri geçmiş» bir hükümdür. Günümüzde “Tarihselcilik” denilen bu küfr-âlûd / inkâra bulanmış, bâtıl anlayış ile güya âyetler inkâr edilmemekte, fakat hükümleri geçersiz sayılmaktadır. Böyle bir inancın kabulüne imkân yoktur.

İslâm, teslîmiyetten gelir ve şartsız ön kabul demektir. Rabbimiz, mîras ahkâmını ifade buyurduktan sonra mevzuyu şu şekilde neticelendirir:

“Bunlar (bu mîras hükümleri), Allâh’ın (koyduğu) hudutlardır.

Kim Allâh’a ve Peygamber’ine itaat ederse, Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.

Kim Allâh’a ve Peygamber’ine karşı isyan eder ve hudutlarını aşarsa, Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 13-14)

Unutmamalıyız ki, mülk Allâh’ındır. Allah mal ve mülkü bu fânî dünyada bir imtihan olarak bizlere vermektedir. Malı nasıl kazandığımız, nasıl harcadığımız, nerelere harcadığımız ve nerelere sarf etmemiz gerekirken etmediğimiz, bütün bu hususlardan hesaba çekileceğiz. Hak, Allâh’ın verdiğidir. Hâşâ Allâh’a eşitlik öğretmek, adâlet öğretmek, taksim öğretmek büyük bir hadsizliktir.

Nasıl geleneğe çöreklenmiş zulüm, kadına pay vermeyi, ailenin malını yabancılara dağıtan bir haksızlık olarak görüyorsa; moderne çöreklenmiş zulüm de, erkeğe payını vermeyi haksızlık addediyor.

İki taraf da insan, iki taraf da akıl sahibi… Ama iki zıt tarafa doğru ifrat ve tefrite düşüyorlar. Hayalî bir adâlet oluşturup, kendilerine hak yontuyorlar. Hâlbuki gerçek «hak», Allâh’ın verdiğidir.

Son asırlarda, kadın-erkek eşitliğinden dem vurulmaktadır. Hâlbuki kadın ve erkek; yaratılışlarındaki kromozom farkı gibi, duygularındaki letâfet ve metânet farkı gibi, bünyelerindeki his ve kuvvet farkı gibi, şerîat karşısında da hak ve vazifelerinde farklıdırlar. Erkeklerin mîras payındaki nisbî avantajları, birçok vazife ve mükellefiyetleri yanında küçük bir şeydir. Erkek; evinin geçiminden mes’ul olduğu gibi, ihtiyaç hâlinde akrabalarının bakımı da ona düşer. Yukarıda temas ettiğimiz gibi, babaya ait servet çoğu kez erkek evlâtların yardımıyla artar. Hanımlar ise ekseriyetle, bu vazifelerle mükellef tutulmazlar.

Ancak bu hususlar, erkeklerin kadınlardan bir kat fazla mîras almalarının illeti değil ancak hikmeti olarak ifade edilmektedir. Yani bu durum toplumda değişmeye başlamış olsa da, artık günümüzde kadınlar da erkekler kadar çalışıp evlerine, yakınlarına bakıyor olsa da hüküm değişmez.

Kaldı ki bu hususta ileri sürülen «sosyal değişim» iddiaları çok mübalâğalıdır. Kadınlar modern zamanlarda ne kadar iş hayatında yer alsalar da; evlilik, doğum, çocuk bakımı izinleri ve erken emekli olma, çalışmayı bırakma gibi hususlarla yine dış dünyada onların vaziyeti erkeklerden farklıdır.

Üstelik kadının bu şekilde evden, aileden ve annelikten uzaklaşması da İslâm’ın hedeflediği bir husus değildir. İslâm’ın arzulamadığı bir gidişattan dolayı, İslâm’ın hükmünü değiştirmeyi teklif etmenin de hiçbir mantığı yoktur.

Her hâlükârda, kadın ve erkekler evlenip aileler kurduğu için; her hâneye anne-babalarından gelen kadın ve erkek hisseleri, aile bazında eşitlenmektedir.

Erkek evlâtların mes’ûliyetlerini yerine getirip getirmedikleri vb. hususlar tamamen bahs-i diğerdir. Hayatın her safhasını tanzim eden İslâm; o hususta da, herkese mes’ûliyetlerini bildirmiş, yerine getirmeyenleri de âhirette hesaba çekecektir.

Müslümana düşen, Allâh’ın taksimatını hâşâ sorgulamak değil, ona teslim olmaktır.

Neticede rızkı da bereketi de veren Cenâb-ı Hak’tır. Mîrasta haksız yere alınan para; bir bakarsınız ki, bir ağır hastalıkla, bir görünmez kaza ile, bir âfet ile kat kat elden çıkar gider. Üstüne bir de âhiret hesabı kalır.

Hattâ o zaman asıl ihtiyaç duyulan şey, paradan ziyade; moral verecek bir kardeş, yaslanılacak bir omuz, acılarınıza refakat edecek bir akraba olur. Ammâ ne yazık ki onlar; üç kuruşluk dünya malı yüzünden kendilerinden kopulmuş ve uzaklaşılmış olduğu için bulunamaz.

En doğrusu; güçlü, sağlam ve nezih aile bağlarını, maddî zenginliklerden üstün tutmaktır. Fedâkâr, müsamahalı ve cömert olmaktır. İnsanlar gün geçip de, geçmişte mîras kavgası yaptıkları kardeşlerini, akrabalarını kendi elleriyle toprağa verince, üç kuruş için söyledikleri sözlere, yaptıkları yanlışlıklara pişman olurlar, fakat çok geç kalınmış olur.

Efendimiz’in beyanıyla;

Gerçek servet, gönül zenginliği; esas hayat, âhirettir.