HAKLILIK, HAKK’A AYARLI…

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

mustafa_kucukasci-yuzakidergisi-mayis2015

Nasreddin Hoca’nın kadılık yapacağı tutmuş. Aralarında anlaşmazlık olan iki köylü gelmişler. Biri anlatmış anlatmış;

“–Haklı değil miyim hocam?!.” diye sormuş, hoca demiş ki:

“–Haklısın.”

Sonra öbür taraf almış sazı eline, o da kendi bakış açısından anlatmış, anlatmış ve sormuş:

“–Haklı değil miyim hocam?”

Hoca ona da aynı cevabı vermiş:

“–Sen de haklısın.”

İki taraf şaşkın şaşkın bakışırken, olan biteni dinleyen hocanın hanımı içeriden seslenmiş:

“–Hoca bu senin yaptığın nasıl kadılık böyle? İkisine de haklısın dedin?”

Hoca ne yapsın hanımına da aynı tarifeden vermiş cevabı:

“–Hanım sen de haklısın!”

Haklılık böyle herkesin kendi açısından sahiplendiği bir şeydir. Bilhassa insanî münasebetlerde herkes meseleyi kendine yontmayı bilir. Gerçek haklıyı bulmak için Cenâb-ı Hak ne diyor, ona bakılır.

Fıkranın bir mesajı da, incir çekirdeğini doldurmayacak, teferruat kabîlinden şeyler için çekişmeye değmeyeceğidir. Belki de bu sebepten; «Ben haklıyım-o haksız» lâkırdılarını bir tarafa bırakıp; “Aranızı düzeltin!” diye emredilmiş. Herkes birbirine; «Sen haklısın.» dese, lüzumsuz çekişmeler sona erer.

Nasreddin Hoca’nın herkesi haklı görmesi, izâfîlik / görecelilik anlayışına da misaldir. Herkes kendi fıtratınca, kendi yaratılışınca, kendi anlayışınca bir yol tutturmuş gider… Kimin doğru yolda olduğunu ise Allah bilir. (el-İsrâ, 84)

Görecelilik bazı durumlarda hakikatin ta kendisidir. Amelî mezheplerin farklı farklı görüşlerinin hepsinin birden hak oluşu, buna güzel bir misaldir. Neticeler, hükümler birbirine zıttır. Fakat her biri, kendi usûllerinde tutarlıdır, yani çelişkili değildir. Bunu bilmeyen avamdan insanlar, farklı mezhepten birini; meselâ, namaz kılarken görünce yabancı görmüş gibi irkilirler.

Yoğurt yiyişlerin farklılığı, insâniyetin bir gereğidir. Allah; insanların dil, renk ve kabîle çeşitliliğini; hakikatin alâmetleri olarak sayar. (er-Rûm, 22, el-Hucurât, 13)

Ancak izâfî / göreceli olmayan, mutlak olan şeyler de vardır.

Îman gibi, tevhid gibi, akîde gibi…

Muhkem dînî esaslar, helâller, haramlar gibi…

İtikādî mezhep konusunda, amelî mezhepler gibi geniş ve müsamahakâr olamayız. Çünkü akîde konusunda tek mutlak hakikat vardır.

Bunlarda Hakk’a ayarlı haklılık esastır.

Kendi inancımızı mutlak hakikat bilmemiz, başka inançlara hayat hakkı tanımadığımız anlamına gelmez. Din ve vicdan hürriyeti başkadır, kendi inancımızı mutlak hakikat bilmemiz başka…

Din, bize göre bir milletin; tarihten getirdiği subjektif, kültürel bir tercihi değildir. Fertlerin anne-babalarından dolayı tesadüfen bağlandığı bir fenomenden ibaret de değildir.1

Din -Allah katında- İslâm’dır. Hak din odur. Diğerleri muharref veya bâtıldır.

Bu sene «Kutlu Doğum Hafta­sı»nın teması, dünya müslümanlarının yaşadığı problemler ekseninde, «Birlikte Yaşama Ahlâkı» idi. Birlikte yaşama denilince, bugün akla hemen çoğulculuk gelmekte. Çok kültürlü toplumlarda birlikte yaşama hukukunu sağlamak dâvâsı güden çoğulculuk, sosyo-politik felsefî bir kavram…

Temel esprisi, lâiklik ve sekülerizme benzer şekilde mutlak hakikati dışlaması. Topluma hükmedecek otorite ve hukukun; mutlak bir hakikat, bir nirengi, bir mesned tanımaması. Dîni ve dînî ahlâkı referans kabul etmemesi… Bunun yerine bâtıl ve hakka, doğru ve yanlışa eşitlik ve özgürlük prensipleriyle yaklaşması… «Hak» ne kadar yaşama hakkına sahipse, «bâtıl»ın da o kadar hakkı var. Hak bâtıla bâtıl demeyecek.

Çoğulculuğun en sıkıntılı sahası, cinsî sapkınlıklar… Biz müslümanlar; «sapkınlık» diyoruz, çünkü mutlak hakikat kaynağımız Kur’ân-ı Kerim, bizim için bir hakem ve hâkim…

Çoğulculuğun ne olduğunu ve nereye doğru gittiğini anlamak için İngiltere’den bir misal:

Hıristiyan bir çift, evlâtlık alırlar ve çocuğa bâtılın bâtıl olduğunu söylerler; yani livatanın, homoseksüelliğin, yanlış olduğunu ifade ederler. Fakat ne olur biliyor musunuz, bu çift mahkemeye verilir, evlâtlık alma hakları iptal edilir.2

Suçları: Yanlışa yanlış demek. Bunu da kendilerine emânet olan, yetiştirmekle mükellef oldukları bir çocuğa aktarmak. Belli kişileri adres göstermediler; “Gidin onların kafasını yarın!” demediler, sadece; “Şu fiil yanlıştır.” dediler. (Kendi dinlerince nehy-i ani’l-münker / kötülükten alıkoyma vazifelerini yaptılar.)

Demek ki, çoğulcu anlayışa göre üç semâvî dînin «sapıklık» demesi hiçbir hakikat ifade etmiyor.

Fakat birtakım insanların bu günahı hayat tarzı olarak seçmiş olması, onlara göre bir özgürlük ve eleştirilemezlik hakkı doğuruyor. O hâlde, onlara göre mutlak hakikat yok değil, tek geçerli esas: Nefsânî özgürlük! Bâtıl ile hakkı eşit görmek, böyle bir eşitlik anlayışı, mutlak hakikat!..

Bu sinsi plânın; yeryüzünde muharref dinlerin bile, kürtaj ve cinsî sapkınlık gibi birkaç sahada kalmış tesirini kaldırmaya yönelik olduğu gayet açık.

Asıl hedef ise, hayatın her köşesini düzenleyen İslâm… Hakikatini bütün insanlığa ulaştırmayı gaye edinen, tebliğci, hakkı tutup kaldırmayı hedef edinen İslâm…

İşte böyle bir devirde İslâm, hakkın ve hakikatin yegâne şahidi olarak kalmış vaziyette. Bâtıla bâtıl diyebilen, hakka hak diyebilen, sapığa sapık diyebilen yegâne mutlak hakikat ölçüsü…

Kur’ân’ın kıyâmete kadar bâkî ve korunacak bir mûcize olmasının muazzam hikmeti…

İşte bu sebeple, bu devirde;

“Ben müslümanım, Rabbim Allah’tır!” demek böylesine zor. Müslümanların bile;

“Rabbim, terbiyecim, hakkı ve bâtılı bana öğreten mürebbim Allah’tır.” demekte zorlandığı bir devirde yaşıyoruz. İnançların; indî kanaatler, basit tercihler olarak görüldüğü bir devirde yaşıyoruz. Tebliğ, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifelerinin, başkalarının tercihlerine saldırı olarak gösterilip, baskı altına alınmaya çalışıldığı bir devirde yaşıyoruz.

Bu devirde idealizm çok önemli…

Dünyanın ideolojilerle dolu olduğu devirde, İslâm dâvâsı daha kolaydı. Herkes bir dâvâya, bir ideolojiye inanıyor ve ona davet hâlinde çırpınıyordu. İdeolojiler marjinalleştirildi, bir ideoloji peşinde koşanlar, onu hâkim kılmak için suç işler, kan döker hâle getirildi. “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu…” devrine geçildi. (Sekülerizm) Hâlbuki ideolojinin de bâtılı, bâtıl idi. Terk edilmesi gayet uygun idi. Fakat İslâm bir ideoloji değil, bir dâvâ idi. Onun insanlık için gösterdiği hedefler vardı.

Bugün müslümanların hakları da, «çoğulculuk» prensibi içinde lutfediliyor. Nasıl bir cinsî günahkâr, toplumda cinsî kimliğiyle gurur duyarak yaşayabilmeli ise, başını örten veya sakal bırakan bir müslüman da öyle dışlanmamalı! Bu kadar…

Bu; müslümanın edilgenleştirilerek, pasifleştirilerek sisteme entegre edilmesidir. Yani denmiş oluyor ki: Sen yanlışlara râzı ol, biz de senden râzı olalım!

Kalem Sûresi’nden şu âyet-i kerîme meallerini okuyalım:

“(Hakkı, mutlak hakikati) yalan sayanların, sözlerine sakın uyma. İsterler ki sen gevşeyesin de, böylece kendileri de yumuşasınlar.” (el-Kalem, 8-9)

Müşrikler, Peygamberimiz’i tamamen vazgeçiremeyeceklerini anlayınca, O’nunla pazarlıklara girişmeye çalıştılar;

“Sen bizim putlarımızı hoş gör, biz de Sana bir şey demeyelim!..” dediler. 3

Bugün çoğulculuk müslümanları aynen bu çizgiye itiyor.

Başka dinlerin de hakikat olabileceğini, diğer dinlerin de cennete gidebileceğini söyle; biz de sana tahammül edelim.

Mukaddes kitabında ahlâksızlık olarak ilân edilen suçları, tercih olarak kabul et; biz de sana yaşama hakkı tanıyalım.

Fâizi ekonomik bir gereklilik, artık vazgeçilmez bir unsur olarak gör; biz de sana piyasamızda yer açalım.

Kısacası, Allâh’ı Rab olarak görme; biz de senin başörtüne karışmayalım, sakalına bir şey demeyelim!

Müslümanlar; mutlak hakikati bildiren Kur’ân-ı Kerim varken, kendilerine yeryüzünde Hakk’ın şahidi olmak, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayırlı ümmeti olmak vazifeleri yüklenmişken, bâtıla entegre olmak uğruna, bu karşılıklı bâtıl hoşgörüye giremezler.

Fakat kimi gayr-i İslâmî iş veya eğitim ortamını, kimi gayr-i İslâmî bir finans şeklini, kimi gayr-i İslâmî bir idareyi sîneye çekerek, entegrasyona4 girmekte; mer’î yapıyı eleştirememekte, sonra kalben de buğzedemez hâle gelmekte, sonunda da yaşadığı gibi inanmaya başlamaktadır. Bugün müslümanlardan çok daha kalabalık ve güçlü oldukları tasavvur olunan hıristiyanların, kendi ülkelerinde bile dinlerinin hakikatlerini evlâtlarına söyleyemez hâle gelmeleri, bu pasifleşmenin neticesidir. Aynı tehlike, ehl-i kitabı karış karış takip etmek âkıbetiyle tehdit olunan müslümanlar için de aynen geçerlidir.

Ne mutlu, ulaştığı Mutlak Hakikati, kendi vicdanına hapsetmeyip, bütün insanlığa tevzî etmek, ikram etmek gayesiyle en güzel üslûpları arayıp bulup mücadeleyi sürdüren idealist müslümanlara!..

_______________

1 Çoğulculuk görüşü; insanların ekseriyetle inançlarını ailelerinden almasını istismar ederek, inançların bu sebeple mutlak hakikat olamayacağını iddia eder. Hâlbuki din değiştirmeler, dindar olup olmama ve aileden aldığı dîni yaşamama (dinsizlik, deizm) vâkıaları göz önünde bulundurulduğunda; meselenin; “Her doğan, fıtrat üzere doğar; sonra onu anne-babası hıristiyanlaştırır, yahudileştirir.” (Müslim, Kader, 22) hadîs-i şerîfiyle izah edilen bir sebepten ibaret olduğu anlaşılır. Eğer yazımızda da ısrarla altını çizdiğimiz, İslâm’ın tebliğ ve irşad yönü pasifize edilmezse, asr-ı saâdet ve benzeri aktif dönemlerde yaşandığı gibi, hak din ve mutlak hakikat olan; “İslâm, gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacak!” (Ahmed, IV, 103) fıtratını kirletmemiş insanları dün olduğu gibi yine fevc fevc sînesine alacaktır.

2 http://www.theguardian.com/society/2011/feb/28/christian-couple-lose-care-case

3 Âdem SARAÇ, «Enteresan Teklifler», Aralık, 2014.

4 Bugün bilhassa Avrupa’da yaşayan Türklere uygulanan asimilâsyona; bütünleşme, uyum mânâsında bu isim verildiği için, bu yabancı kelimeyi kasten ve bu vâkıaya atfen kullandım.