FİTNE DAHA BETERDİR!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

a_ziylan-SAYI140

Malûm, hicrî ayların tespitinde İslâm ülkeleri arasında ihtilâflar oluyor. Bazı ülkeler teknik olarak hesabı seçiyorlar. Bazı ülkeler ru‘yette ısrar ediyorlar. Dünyanın geniş coğrafyasında yaşayan milyonlarca müslüman var. Yani coğrafî farklar da var. Hilâlin görülebileceği saat de mahdut…

Bu sebeple bazı senelerde, farklı ülkelerde 2 hattâ 3 farklı tarihte Ramazan başlayabiliyor. Bayram edilebiliyor. Bu da gönlümüzü yaralıyor. Keşke birlik beraberlik olsa diyoruz.

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı hesap üzerinde duruyor. Görülebilir olduğunu teknik olarak tespit ettikten sonra; «Bizzat görmek şart değildir.» diye düşünüyorlar. Fakat İslâm ülkelerinden telefonla farklı bir haber gelince, ülkemizde farklı tarihte oruca veya bayrama başlayanlar oluyordu. Şimdi iyice azaldı, eskiden daha fazla olurdu.

Rahmetli Âdil ÖZBERK Hocamıza bu husus soruldu:

“–Hocam, bazen İslâm ülkeleri arasında Ramazan ve bayramlarda ihtilâf oluyor. Hangisi doğru?”

Âdil Hoca dedi ki:

“–Siz bu ihtilâfı bitiremezsiniz. Hangisi doğru meselesi ayrı bir husus. Size düşen şudur:

Siz hangi ülkede iseniz, o ülkenin ilân ettiği takvime uymanız gerekir. Diyelim ki Mekke-Medine’desiniz, orada Türkiye’den farklı bir takvim oldu. «Biz Türkiye’den geldik.» deyip Türkiye’ye uymayacaksınız. Nerede iseniz oraya uyacaksınız.”

Hocam;

“–Pekâlâ takvimin tespiti için hangisi doğru? Hesap mı, yoksa ru‘yet mi?” deyince, şöyle cevap verirdi:

“–Dînimizde ru‘yet, yani çıplak gözle müşahede etmek esastır. Fakat bugün öyle teknik imkânlar var ki, yıllar sonra ay nerede olacak tespit edilebiliyor. Gayet kesin bir şekilde hesaplandığı için hesaba itimat etmeye cevaz vardır.

Fakat dînimizin ru‘yet kuralının da yerine gelmesi için, hem de hesap doğru mu diye kontrol etmek için çeşitli yüksek tepelere; «Vaktinde müşahede yapın, hilâli gözetleyin.» diye insanlar gönderdim. Fakat hiçbiri göremediler. Buna rağmen; «Haber geldi.» diye farklı hareket edenler oldu. Bundan daha yanlış bir şey yoktur.”

Hocaya daha zor bir sual sordular:

“–Hocam; peki kendi gözlerinizle hilâli görseniz, fakat ülkemizde takvim uygulaması farklı olsa ne yaparsınız?”

“–Öyle bir durumda gördüğümle amel ederim. Fakat kimseye söylemem. Çünkü söylersem insanları bölmüş olurum. Fitne çıkarmış olurum. Fitne çıkarmak çok büyük günahtır.”

Bu cevap çok ibretliydi. Bazen doğru bir söz söylüyor kişi. Fakat fitneye sebep oluyor. «Söyleme!» diyorsun; «Ama doğru söylüyorum,» diyor.

«Doğru» ama «yerinde» değil.

Sözün veya davranışın doğru olması başka, yerinde olması başka. Faydalı olması, maksada muvâfık olması başka.

Buna ilm-i siyaset denir. İlm-i siyaseti bilmeyen çok hata yapar. İnsanları yanlışa sürükler. İsteyerek veya istemeyerek fitneye sebep olur.

Hoca efendi fitnenin ne kadar kötü olduğunu anlatıyor. Hem bu dünya için hem âhiret için; «Müslümanım.» diyen fitne çıkaracak sözler söylemez, iftira etmez, gıybet yapmaz, yalan söylemez, duyduğu bir şeyi kendisi görmüş gibi yalan mı doğru mu araştırmadan hattâ yemin ederek söylemez! Kötü sözleri yaymaz maalesef son zamanlarda hep yapılıyor.

DARBELER ve SİSTEM AKSAKLIKLARI

Ben yaşım itibarıyla 27 Mayıs’ı idrak ettim. Demokrat Parti 1950’de iktidara gelmişti. İki dönem çok başarılı oldu. Üçüncü döneminden sonra artık Menderes karşıtı bazılarının tahammülü kalmadı. Dâvâlar başladı. Bu gidişle onu seçimle indiremeyeceklerini görünce siyaset dışı metotlara başvurdular. Üniversiteleri ve gençliği karıştırdılar. Halk arasında hükûmet hakkında öyle yalan haberler yayılırdı ki:

“Gençler öldürülüyormuş, öldürülenler buzdolabında saklanıyormuş, sonra da büyük kıyma makinalarında kıyılıyormuş!”

27 Mayıs öncesi halkı böyle yalan haberlerle hazırladılar. Sonra o nâzik, zarif insanı darağacına götürdüler.

Ne oldu?

Ülke zarar etti, millet zarar etti.

Netice ona itibarını geri verdiler.

Fakat görüldü ki, o propagandaların hepsi yalan imiş. Çünkü darbeden sonra, Demokrat Parti’nin bir suçunu bulsalar onu mutlaka ilân ederlerdi.

Fitne çıkarmak isteyenler, önce bir kılıf hazırlarlar. Nitekim bir tarihte de Irak’ı işgal etmek isteyenler; “Saddam kimyevî silâh üretiyor!” dediler.

Ülke işgal edildi. Yüz binler öldü. On iki sene geçti, hâlâ ülke karmakarışık. Hâlâ orada, burada patlayan bombalarla sayısız insan ölmeye devam ediyor.

Fakat işgalciler, kimyevî silâh gösteremediler. «Yokmuş» deyip geçtiler.

Seksen darbesinden önce anarşi vardı. Gençlik sağ ve sol diye ikiye bölünmüştü. Her gün sokaklarda onlarca insan ölüyordu.

Mecliste ise kaos vardı. Ülkenin cumhurbaşkanı seçilecekti. Belki ilk defa sivil bir cumhurbaşkanı seçme fırsatı geçmişti siyasetin eline. Fakat iki sebeple bundan yararlanamadılar:

Evvelâ sistem bozuktu.

Büyük bir ittifak olmadıkça meclis aritmetiği herhangi bir partinin tek başına cumhurbaşkanı seçmesine müsaade etmiyordu. Böyle olduğu için fedâkârlık lâzımdı, bir noktada buluşmak gerekiyordu.

Fakat;

Herkes bencillik yaptı. «İllâ benim dediğim olacak.» dedi. Siyasetçiler inat içindeydi. 115 tur yapıldığı hâlde cumhurbaşkanı seçilemedi. Artık işi alaya alan bazı milletvekilleri, o günlerde halkın alay ettiği bazı şarkıcıların isimlerini pusulalara yazıyorlardı.

12 Eylül darbesi oldu ve bir general de geçip önce devlet başkanı, sonra da cumhurbaşkanı oldu. Dün; «Şu olmasın bu olmasın!» diye bir noktada buluşamayan siyasetçilerin hepsi dağıtıldı, yıllarca siyaset yasaklandı.

12 Eylül darbesinden sonra o anarşi duruverdi. Dün o emniyeti sağlaması gerektiği hâlde yapamadıklarını söyleyenler, bugün hepsini durdurabilmişti.

Merhum Necip Fazıl bir konferansında göstererek anlatmıştı. Bir kâğıdın üzerine toplu iğneleri döktü. Sonra altından mıknatıs tutarak sağa sola hareket ettirdi:

“Görüyorsunuz ki, iğneler birbirine giriyor, hareket hâlindeler. Fakat bu harekete sebep olan, perde arkasında bir başka güç var. İkisini de o idare ediyor. Birbirine kırdırıyor!”

Maalesef gerçek öyle idi. Gençler yalanlarla kandırılıyordu sağ sol çatışmalarında gençler ölüyor, memleket zarar görüyordu.

Bir arkadaşımız; Ömer SERTBAŞ anlatıyor: Ben okulda yeni iken o zamanlar hem sağcılardan dayak yedim, hem solculardan dayak yedim. Onlar görüyor; «Öbür taraftansın.» diyor. Bunlar görüyor; «Sen şunlardansın.» diyor. Hattâ o yıllardan tanıdığı biri gelmiş; kendisinden helâllik istemiş, özür dilemiş; «Sana zulmettik o zaman» diye.

12 Eylül darbesi; o anarşi ve kaosu sona erdirmiş gibi gözüktüğü için, sıradan vatandaş darbeye karşı çıkmadı. Çünkü yolu yapılmıştı.

Seksenden sonra cumhurbaşkanı seçme sistemini düzelttiler. 2 turda nitelikli çoğunluk sağlanamadıysa, 3. turda salt çoğunluk ile seçilecek denildi. Turgut ÖZAL’dan Abdullah GÜL’e cumhurbaşkanları hep böyle seçildi. Yani sistem düzelince kriz olmadı.

Demek ki bazı karışıklıkların temelinde sistem bozuklukları vardır.

Kanaatimce ülkelerde gerilime ve kutuplaşmaya sebep olan bir şey de, idare mevkiinde kalma müddetine bir hudut konulmamasıdır. Meselâ; sistem gereği Adnan MENDERES merhum 2 dönem tamamlandıktan sonra 3. dönemde otomatik olarak bıraksa, yerine bir başkası geçse, belki de bu darbe ortamı meydana getirilemezdi. Bu gerilim, bu kutuplaşma olmazdı. Asla; «Suç ondadır.» demiyorum. Suç sistemde.

Bugün Amerika’da başkanlık sistemi var. Bir başkan en fazla iki kere seçilebilir. Halk seçti, beğenmedi, 4 yıl sonra değiştirebilir.

Beğendi, bir kere daha seçebilir. Etti sekiz sene. Artık biter. Kendi partisi başka bir aday gösterir. Kan tazelenir. O liderler de ülkelerine başka türlü hizmet edebilirler.

Fakat ülkemizdeki mevcut sistemde, siyasetçi; ister iktidara gelsin, ister muhalefette kalsın, ömür boyu bulunduğu mevkide duruyor. Galip gelene zaten hudut yok. Mağlûp da istifa edip, yerini yeni kadrolara bırakmıyor. Bulunduğu yeri korumaya çalıştıkça, ona hücumlar da artıyor, çeşitleniyor.

Acaba diyorum, 8 veya 10 sene gibi mahdut bir müddetin sonunda, kim olursa olsun sistemin gereği olarak bırakacağı bilinse, siyaset ve idare, daha akıcı, daha ferah olur muydu?

Zaten ülkemizde yıllardır, başkanlık sistemi tartışılıyor. Başkanlık sisteminin de uygulandığı demokratik ülkelerde 2 dönem şartı var.

Bu uygulama aslında birçok idareci için standarttır. Bir vali, bir kaymakam, bir müftü, bir emniyet müdürü belirli aralıklarla tayin edilir. Aynı vazife mahallinde uzun müddet tutulmamaları, rotasyona tâbî tutulmaları sisteme bağlanmıştır.

Hattâ; «Mahkeme kadıya mülk değildir.» diye sözler bile vardır.

Niçin?

Çünkü salâhiyet sahiplerinin, mührü elinde tutanların uzun müddet bir yerde durmaları, orada taraftarlarının haksız bir şeyler elde etmesine, muârızlarının da nefret ve düşmanlık biriktirmelerine sebebiyet verebilir. Ayrıca 3-5 sene sonra yerine bir başkasının geleceğini ve yaptıklarına muttalî olacağını bilen bir âmir, kendine çekidüzen verir.

İdarede bunun faydasını bilen siyasetçiler, niçin kendilerine de bunu uygulamak istemezler?

Ak Parti; “3 dönem üst üste milletvekili olanlar 4. dönem aday olamaz.” şartını tâ kuruluş tüzüğüne niye koymuştu? İşte bu tazeliğin meydana gelmesi için.

Akla şu gelebilir: Sandıktan aldıkları oylarla millet tarafından sevildikleri tasdik edilen liderler, niye bıraksınlar?

Esas olan şahıslar değil, partiler ve hareketler olmalıdır. Bir ülkede demokrasi ne kadar oturmuş ise, orada müesseseler ve programlar köklüdür, fakat o programları uygulayacak şahıslar vazgeçilmez değildir.

Yukarıda bahsettiğimiz üzere; darbeler ülkemizde hep demokrasinin temel müesseseleri olan partileri kapatmış, bölmüş, parçalamış olduğundan, demokrasi sürekli yara aldığından bu oturmuşluk gecikmiştir.

Ülkeye hizmet etmenin tek yolu; belirli makamlarda sürekli durmak değildir. Devlet tecrübesine sahip kişiler, sivil toplum kuruluşları; eğitim-öğretim müesseseleri ve yayıncılık vasıtasıyla ülkelerine bazen çok daha güzel hizmet edebilirler. Yani akademisyen olup hocalık yapabilirler. Gazeteci, yazar olup halkı aydınlatırlar. Vakıf ve benzeri oluşumlarda faaliyet gösterirler…

Kişilere endeksli siyasete dikkat edin:

O kişiler artlarında bir lider bırakamamıştır. Partileri de kendilerinden sonra tarih sahnesinden silinmiştir. Hâlbuki otomatik olarak 8 yılla sınırlandığında, eşya boşluk kabul etmeyeceği için, hareket kendi liderini kendisi üretir.

Zaten bu söylediğimizi fertler tek başına yapamaz. Sistem hâline getirilirse herkes uyar.

İnşâallah yeni anayasamızda bunlara çare olacak sistemler olur. Böyle ihtilâller, kalkışmalar olmaz.

Allah göstermesin! Ya 15 Tem­­muz hareketi başarılı olsa idi, Türkiye 100 sene geriye gidecekti. Askerî birlikler, emniyet kuvvetleri, halk uyum göstermeyecek; en az 3-5 milyon insan ölecek, bizi Suriye gibi paramparça edecek, dış ülkeler bize diz çöktürüp memleketi istediği gibi bölecek, olur hâlimiz kalmayacaktı.

O 241 şehid boşuna mı öldüler?!. Tahsil görmüş, okumuş insanlar; onun, bunun teşviki ile bu kalkışmayı nasıl yaparlar, kendi halkını nasıl öldürürler aklım almıyor.

Bu vatan hâinleri;

Türkiye’nin her tarafındaki örümcek ağı gibi şâhâne yolları, parasız hastahâneleri, parasız ilâçları, okula gidenlerin ders kitaplarının verildiği, halkın refahını, herkesin ay sonunda aksamadan aldığı aylığı, maddî refahın işareti olarak; hacca gidenlerin 7 sene sıra beklediğini, turizm yapanların uçaklar dolusu yurt dışına gidip gelenleri, arabaların yolları doldurduğunu, herkesin her istediğini çarşıda bulup aldığını, seçimlerin demokratik bir şekilde yapıldığını görmüyorlar mı?

Bu nankörlük niye anlamak mümkün değil…

ALLAH bize böyle durumları bir daha göstermesin.

Şimdi de bazı fitneci, iftiracılar, hiç alâkası olmayan kişileri; «Bunlar paralelci!» diyerek ihbar edip onları işlerinden, aşlarından ediyorlar.

Hulâsa kurunun yanında yaşlar yanıyor, bunlar da bir an önce düzelir diye duâ ediyoruz.

Hadîs-i şerifte;

“Siz nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 82) buyurulmuş. Bir fert olarak iyi bir insan olmak, ailemizi, yakın çevremizi güzel yetiştirmek ve ülkemizin maddî-mânevî kalkınması için gayret etmek… Bütün bunların üzerine elimizi semâya açıp yalvaracağız.

Rabbim; bütün müslümanlara kendilerini en güzel şekilde temsil edebilen, hayırlı kadrolar, idareciler nasip eylesin.

Şair Ârif Nihat ASYA diyor ya:

Biz, kısık sesleriz… Minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allâh’ım!

Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allâh’ım!

Mahyasızdır minareler… Göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allâh’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allâh’ım!

Bize güç ver… Cihad meydanını,
Pehlivansız bırakma Allâh’ım!

Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma Allâh’ım!

Bilelim hasma karşı koymasını,
Bizi cansız bırakma Allâh’ım!

Yarının yollarında yılları da,
Ramazansız bırakma Allâh’ım!

Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,
Ya çobansız bırakma Allâh’ım!

Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;
Ve vatansız bırakma Allâh’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allâh’ım!

Âmîn!..

Yâ Rabbî!..