FERT, CEMAAT, DEVLET ve ÜMMET…

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

H-K-ERGİN-SAYI-141

Orta yaşlı, başı örtülü bir hanımla tanıştırıldım, ayaküstü sohbet ediyoruz;

“–Oğluma kız arıyoruz, bulamıyoruz.” diyor. Muhatabımı pek tanımıyorum, biraz da ölçmek için;

“–Kur’ân kurslarımızda pırıl pırıl kızlarımız var.” diyorum.

“–Aman aman, biz cemaatçi istemeyiz.” diyor.

“–Diyanetin kursları da var.” diyorum. Asıl meseleyi dile getiriyor:

“–Üniversite mezunu olsun, çalışsın, tercihen öğretmen veya bankacı olsun.”

“–Bankacı mı?” diyorum. “Faizli müessesede mi çalışsın yani?”

“–Aaa, bizde öyle aşırılık yok, dedim ya cemaatçi değiliz biz!”

Malûm darbe girişiminden bu yana tuhaf bir savruluş yaşıyoruz. Dînî-tasavvufî mefhumları istismar eden bir örgüt bahane edilerek; nefsânî başıboşluğa, bencilliğe, modern tabirle “bireyselliğe” mazeret üretiyoruz. Bu durum bilhassa muhafazakâr diye bilinen; giyim kuşamıyla, aile hayatıyla «bizden biri» diye bakabileceğimiz Anadolu insanımızın dünyevîleşmesine yeni bir ivme kazandırıyor. Allâh’ın kesin olarak haram kıldığı veya farz kıldığı meseleleri bile bilmeyen, hayatına ölçü olarak görmeyen, hele hassâsiyetleri hiç önemsemeyen ve böyle ölçüsüz, kuralsız yaşamayı «itidalli olmak» zanneden bir kesim var.

İnsanın teoride (nazarî olarak) akıl sahibi olsa da, pratikte (amelî olarak) aklını her zaman güzelce kullandığını görmüyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de de Rabbimiz; insanların hâl ve hareketlerine yön verirken ya ilme ya hevâya uyduğuna dikkatimizi çekip, ilim geldikten sonra hevâya uymanın bir geçerliliği olmadığını kesin bir sûrette beyan buyuruyor.

Hevâ Arapçada «boş, değer taşımayan» mânâsında bir mefhum; ilme karşı zan, kuruntu, his, heves gibi şeyler için kullanılabiliyor. İnsan eğer akıl sahibiyse; kendisine verilmiş ilim varken ona uymalı, ama çoğu zaman öyle olmuyor.

Birçok münevverin de dikkat çektiği gibi; insanların kāhir ekseriyeti, sürü ahlâkı denilen bir anlayışla, sağa-sola bakıp herkes ne yaparsa onu yapıyor, bu şekilde normal olduğunu ve doğruyu bulduğunu zannediyor. Hâlbuki kuru kalabalık çoğu zaman, yapıp ettiklerini uzun boylu ölçüp biçerek, sonunu düşünerek yapmaz; nefsine hoş geleni yapıverir, geçip gider.

Biz mü’minler; insanların çoğuna uymanın, zannedilenin aksine doğrudan uzaklaştırıcı olduğu hususunda açıkça uyarılmışız:

“Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırır; çünkü onlar, ancak zanna kapılırlar ve ancak yalan söylerler.” (el-En‘am, 116)

Yine yanlış anlaşılan bir husus da; mûtedil olmanın, hak ile bâtıl arasında bir orta yol tutmak zannedilmesi. Hâlbuki mûtedil olmak; hak yol belli olduğu hâlde güya daha üstün olmak iddiasıyla ifrata kaçmamak, aşırılığı fazîlet zannetmemek demektir; yoksa haktan taviz vermek demek değildir.

Ne yazık ki çoğu insanımız; belli bir ölçüsü, kuralı olmayıp, önüne gelene uyum gösterivermeyi güzel huy, itidal, ılımlılık, geçimlilik zannediyor. Hâlbuki insanların tasvibi, en azından kınamaması bir ölçü değil; aksine dosdoğru yoldan ayrılmamak için bazen «kınayıcıların kınamasından korkmamak» gerekiyor.

Bütün bunlara bakınca anlıyoruz ki mü’minler; «norm» yani ölçü belirlerken sağlam bir kulpa sarılmalı, herkes gibi olmak normalliktir, zannetmemeli. Hasbelkader müslüman toplumda doğmuş diye herkes ölçülerimizi bilecek, dosdoğru yola uyacak diye bir garanti yok.

Rabbimiz de bize, kendisine müslüman diyen herkesle değil; “(Müslümanlık iddiasında) sâdık olanlarla beraber olun.” diye emir ve tavsiye buyuruyor. (et-Tevbe, 119)

Demek ki dînimizi öğrenip yaşamak için, sağlam bir kulpa tutunmuş öncüler etrafında cemaatleşmemiz gerekiyor. Çünkü fert olarak insanın ilmi olsa bile, her an aklında tutması ve daima aynı gayreti muhafaza etmesi o kadar kolay değil. Bilhassa insanı insan yapan duygular; onu sosyal çevresiyle ünsiyete, yani alışmaya, kaynaşmaya, gitgide uyup benzeşmeye sevk ederken.

Peygamberimiz bir garanti veriyor:

“Allah ümmetimi dalâlette birleştirmez. Allâh’ın (yardım)eli cemaatin üzerindedir. Cemaatten ayrılan ateşe ayrılmış olur.” (Tirmizî, Fiten, 7)

Yine bu darbe sonrası dönemde bir başka savruluş da aşırı bir «devletçilik» anlayışının yaygınlaşması oldu. Hâlbuki İslâm’ın sahih bir şekilde öğrenilip ihlâslı bir şekilde hayata geçirilmesi için en uygun zemin; sivil inisiyatife rahat hareket edebileceği bir hukukî korumanın sağlandığı bir yönetim biçimi tarafından sağlanabilir.

Aralarındaki bağlar kopmuş, yalnızlaşmış fertler, sâlih amellerin birçoğunu işlemek için yeterince güçlü değildir. Mutlaka fertler cemaatleşmeli, başkalarıyla birlik içinde örgütlenmeli, yardımlaşmalıdır.

Devlet örgütü ise, insan fıtratı için fazlasıyla katıdır. Esasen devlete karşı kurulan bu sûikast de nihayetinde devletçi bir anlayışın neticesidir. Devleti ele geçirmeyi, arzu edilen neticelere ulaşmanın en kolay yolu gibi görmenin temelinde sivil insanları küçümseme anlayışı vardır. Gerçeğin öyle olmadığını 15 Temmuz gecesi hep birlikte gördük, Allâh’ın yardımıyla, netice beklenmedik bir şekilde sivil halkın direnişiyle değişti. Öyleyse sivil inisiyatif güçsüzleştirilmemeli, aksine sahih olmak ve maksadından sapmamak şartıyla hizmet alanları açılmalıdır.

Bugün halkı müslüman olan devletlerin birçoğunda, fertler her şeyi devletten bekliyor veya ancak devleti ele geçirmekle bir şeyler yapılabileceğini düşünerek sert yöntemlere başvuruyor. Hâlbuki devlet de nihayetinde insanların meydana getirdiği bir müessesedir, insanlar nasılsa devlet de öyle olacaktır.

Güzel gayelerle organize olmuş, mânevî yönden diri olmak şartıyla, sivil halk devletten üstündür. Tarihte bu hakikati ispat eden hâdiseler çoktur. Meselâ Abbâsî Devleti, Selçuklu Devletleri çeşitli iç ve dış saldırılarla yıkıldı, ama o çatı altında yetişmiş âlim ve fâzıl zâtların öncülüğünde Anadolu’da İslâm medeniyeti yeniden yeşerdi.

Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizâmülmülk; âlimlerin ve tasavvuf büyüklerinin halkı irşad etmesine çok önem verir, devrin kâmil mürşidlerinden Ebû Ali Farmedî yanına geldiği vakit yerinden kalkarak, ona büyük hürmet ederdi. Nizâmülmülk; çok sayıda medrese inşa ederek, burada dînî ilimleri öğreten müderrislere, maaş ve talebelere yurt ve burs tahsis etmişti.

Nizâmülmülk şehid oldu, devlet yıkıldı ama; onun bizzat kullandığı tabirle, yetiştirdiği «duâ orduları», silâhlı orduların yenilmesinden ve şehirlerin târumâr olmasından sonra da hizmetlerine devam etti. Moğol işgali ve katliâmından kaçan müslüman toplulukların gelip yerleştiği Anadolu’nun, müslümanlar için güvenli bir sığınak olması; hep mü’minlerin cemaatleşmesi sayesinde oldu.

Göçler, halkı çoğu zaman menfî yönde etkiler. Yerinden, yurdundan kopan insanlar; eskiden yerleşik oldukları yerdeki değerlerinden de koptukları vehmine kapılır, hayatta kalma savaşına kapılarak fazîlet yarışını unuturlar. Anadolu yoğun göç dalgalarına maruz kaldığı zaman; göçebe halk yığınlarıyla, yerli halkın kültürü çok farklıydı. Bir tarafta aç ve perişan göçebeler, paralı askerler hattâ çapulcular; diğer yanda düzen sağlamaktan âciz kalmış Bizans’ın koruyamadığı yerleşik halk, esnaf ve sanatkârlar.

Bu karmakarışık halk yığını; birbirini yok edebilecekken, yerleştikleri her yerde camiler, medreseler, dergâhlar inşa ederek, İslâm ahlâkını öğretip yaşatan îman ve muhabbet fedâîleri sayesinde aynı inanç ve değerler etrafında örülüp, tek bir millet hâline geldiler.

Hâcegân yolunun büyüklerinden, Hâce Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri’nin talebesi Hâce Ahmed Yesevî -rahmetullâhi aleyhim ecmaîn-; Dîvân-ı Hikmet ismiyle derlenen Türkçe beyitleriyle, Türklere İslâm’ı ve tasavvufu kendi anlayacakları dilden anlatmak sûretiyle benimsenmesini kolaylaştırmıştı.

O gönül fatihlerinin her biri bir Anadolu şehrinde otağ kurdu, yerleşti. Anadolu’da bir araya gelen mazlum halkları; bir Allâh’a îmanda, takvâda, mârifet ve muhabbette birleştirdi, en güzel ahlâk modeliyle kardeş yaptı.

Allah dostları; insanı merkeze alan bir anlayışla, evvelâ kalpleri güzel öğütlerle yumuşatırken, bir yandan da sosyal meseleleri çözen müesseseler vücuda getirdi. Onlara; «Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü» düsturuyla, hizmet yoluyla, halkın her kesimine îman ve İslâm rûhâniyeti mayaladı. Vakıflar, ahî dergâhları, çarşılar, medreseler, hanlar, kervansaraylar, şifâhâneler, aşevleri kurdu.

Birlik ve beraberlik rûhunun da en sağlam dayanağı olan bu mâneviyat büyükleri; her devirde, bu halkın en büyük azim ve direnç kaynağı oldu. Millî Mücadele yıllarında Mehmed Âkif cami kürsülerinden halkı işgalci güçlerle cihâda davet ettiği zaman, memleketin hemen her köşesindeki medreselerden ve dergâhlardan destek cevabı gelmiştir. Halkımız onca maddî imkânsızlıklara rağmen mâneviyatından kuvvet alarak üzerine vurulmak istenen zilleti reddetmiştir.

Savaş bitince kurulan yeni devlet; kendi halkının değerlerine sırt çevirince de; bu halk yine mücadele azmini, Allah dostlarının mânevî hâtıralarından almıştır. Hangi şehrimize gidecek olsanız; hemen hepsinde bir mâneviyat büyüğünün adına yapılmış cami, Kur’ân kursu, vakıf, dernek vs. karşılar sizi… Yine o mübârekler ve sevenleri sayesinde; İslâmî eserler basılıp yayınlanmış, unutulmak üzere olan ilimler ihyâ edilmiş, Allâh’ın güzel ismini gönüllere nakşeden zikir halkaları yeniden kurulmuştur.

O zikir halkaları ki, kâinâtın hayat sebebidir. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiğine göre;

“Kıyâmet, yeryüzünde; «Allah! Allah!» diyen kalmayıncaya kadar kopmayacaktır.” (Müslim, Îmân, s. 66.)

Cemaatlerin bir önemi de, gerçek itidalin yegâne garantisi olmasından ileri geliyor.

Malûm; yıllarca zulüm altında inlemiş İslâm âlemi, çok fırtınalı bir dönemden geçiyor. Böyle bir zamanda; Allâh’ın nûruyla bakan, mü’min basîretiyle ümmetin üzerinde oynanan oyunu fark edip hileleri boşa çıkaran Allah dostlarının etrafında birleşmek, çok büyük önem taşıyor. Yeter ki; cemaatleşmenin asıl maksadına uygun olarak, kendi cemaatimiz içindeki bütün kardeşlerimize de doğru yol üzerinde olan diğer bütün cemaatlere de yüreğimizi açalım, kardeş olalım.