Fazîletler Semâsında İNSAN İNŞÂSI

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

m_a_esmeli-yuzakidergisi-agustos2015

Çileli bir Mekke devrinin en zor anlarında Hazret-i Peygamber, ellerini semâya kaldırdı:

“–Yâ Rabbî, iki Ömer’den birini istiyorum!”

Biri Ebû Cehil, diğeri Hattaboğlu Ömer’di.

Hazret-i Peygamber’den sâdır olan bu talep, bir insan talebiydi. Aşılmaz dağları aşacak, geçilmez çölleri geçecek bir insan. İslâm’a sahip çıkacak bir insan. Îmânına, vatanına, şahsiyetine, nesline ve mukaddesâtına sahip çıkacak dirâyetli bir insan.

Yüce nasip, Hattaboğlu’ndan yana tecellî etti.

O Hazret-i Ömer oldu.

Peygamber rahlesinde öyle inşâ edildi ki, Sultân-ı Rusül, şöyle takdir buyurdu:

“–Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu.”

Onun devr-i hilâfetinde, fitne ve fesat, İslâm memleketlerine zerre kadar bile sızamadı. Yetim gönüller, çaresiz ihtiyarlar, muzdarip yavrular hiçbir zaman kimsesiz kalmadı.

En çetrefilli problemler bile en mahir şekilde çözüldü, en girift meseleler dahî sarâhatle halloldu.

Daima semâvî fazîletler yaşandı.

Çünkü O, Nebîmiz’in tedrisinde ancak fazîletlerle inşâ edilmişti.

Kendisi de aynı inşânın derdinde idi. Kalbinde en güçlü bir hedef hâlinde;

“–Bir oda dolusu Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel gibi şahsiyetler istiyorum.” diyordu.

İşte o şahsiyetler;

Her biri İslâm’ın emsalsiz fazîletleriyle inşâ edilmiş bahtiyarlar.

Her biri ayrı bir dâhî.

Özellikle zorun en zoru zamanlardaki eşsiz çözümleriyle birer dâhî. En berbat zulümlerin ortasında bile adâleti dirilten kudretleriyle birer dâhî.

Tarihimiz;

Ne zaman onların yolunda onlara benzer şahsiyetler yetiştirmeye muvaffak olduysa, muhteşem devirler sergilendi.

Osmanlı.

Küçücük bir beylikti.

İnsanı onlar gibi inşâ yolunda yürüdüğü için muazzam bir medeniyet hâline geldi.

Edebâli Hazretleri’nin hâl diliyle nasihat olarak söylediği;

İnsanı yaşat ki devlet yaşasın,
Yerde gökte her engeli aşasın! (Seyrî)

ifadeleri her sultanın yegâne düsturu oldu.

Bu düsturla, fâtihan nesiller doğdu.

Emsalsiz eserler, kubbe kubbe bütün memleketi tezyin etti.

Süleyman Çelebiler misali misilsiz Peygamber bülbülleri yetişti. Üftâdeler, Hüdâyîler, Ebussuudlar yetişti.

Toplumun ve hattâ mahlûkatın her çeşit ihtiyaç ve yarasına merhem olacak binlerce vakıf kuruldu.

Fetih ve zaferler getiren, huzur ve hakikatle yoğuran ve dünyayı âhiretle buluşturan âbideler, hem maddede hem mânâda hem karakterlerde gerçekleşti.

Zira onlar;

Kendi insanını kendileri inşâ etti.

Tıpkı Hazret-i Peygamber’in yaptığı gibi. Hazret-i Ömer’in yaptığı gibi.

Unutmamalı ki;

Her medeniyet, sadece kendi insan tipini inşâ eder. Müsbet veya menfî.

Meselâ komünizm ve kapitalizm ve daha başka ideolojiler. Hepsi kendi dişlileri arasında öyle tuhaf bir insan tipi ürettiler ki, dünya tarihi hâlâ onların zulümleri, vahşetleri ve yol açtığı perişanlıkları ortasında kan ağlıyor.

Tuhaf bir insan tipi.

Kodları dışında bebeğe bile merhamet etmeyen, masuma bile şefkat göstermeyen ve yaşlı-kadın hiç kimseye acımayan duygusuz bir robot.

Gönül âlemleri yok.

Rûhâniyet yok.

Yalnızca güçlüler haklı ve isteyen her şeyi yapsın etsin. Yani her şeyi kendi nefsânî çıkarına göre ayarlayan ruhsuz bir insan tipi. Cinayetçi bir menfaatperest. Sürekli problem üreten ve o problemler ortasında insanlığı infaz eden bir insan tipi.

Üstelik, bütün yaptıklarını masumların ve mağdurların sırtına yıkan ve bir de hesap sorarak yeni zulümlere çanak tutan bir insan tipi.

İslâm dışı dünyanın ürettiği insan.

Bu insanın şırınga edildiği bütün coğrafyalar kavruluyor.

Her memleket çaresiz ve;

Fazîletlerle inşâ edilmiş gerçek insanlara muhtaç.

Egoizme yenik düşerek birbirlerini öldürten değil, ensar ve muhacirînin yaptığı gibi;

“–İşte malım, yarısı senin!” diyebilen bir kardeşliği gerçekleştirecek insanlara muhtaç.

Hazret-i Peygamber’in;

“–Kimin malını aldımsa işte malım! Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım!” buyurup yaşadığı yüce ahlâkı hayat düsturu edinen insanlara muhtaç.

Hallâc-ı Mansur’un kendisini taşlayarak öldüren müslümanlara karşı;

“–Yâ Rabbî, benden evvel beni taşlayanları affet!” dediği gibi diyebilecek olgunlukta insanlara muhtaç.

Her memleket;

Valilerinin Ömer bin Abdülaziz’e;

“–Ey mü’minlerin emîri, bizim şehirlerimizde zekât verecek fakirlikte kimse bulamıyoruz! Ne emir buyurursunuz?” beyanları içindeki infak hassasiyetini zirvede tatbik edecek insanlara muhtaç.

Ebû Hanîfe’nin canı pahasına;

“–Ben sizin çıkarlarınıza göre fetva veremem!” diyerek Bağdat kadılığına yanaşmaması gibi, ilmini takvâ ölçülerinin dışında kullanmayan insanlara muhtaç.

Aziz Mahmud Hüdâyî ve Hâlid-i Bağdâdîlerin tekke tuvaletlerini temizlerken arsızlaşan nefislerine;

“–Ey mel’un nefis! İnat edersen, süpürge yerine sakalımla temizlerim şu yerleri!” diyerek onca ilimlerine ve nüfuzlarına rağmen gurur ve kibrin bütün direklerini yıkıp sadece tevâzu sütunlarını yerleştirmeleri mahiyetinde bir kıvam ile örnek olacak insanlara muhtaç.

Hazret-i Peygamber’in en yakınında bulunuşu sebebiyle âyette; «ikinin ikincisi» denilmesine rağmen Hazret-i Ebûbekir’in başa geçtiğinde;

“–En hayırlınız ben değilim ki!” diye hiçlik hâlinde büyük imzalar atmasını ölçü yapacak insanlara muhtaç.

Müessese, sanat, ahlâk, edebiyat, mimarî ve şahsiyetiyle, velhâsıl her şeyiyle muhtaç.

Yoksa dünya;

İnsansızlık belâsında boğulacak ve nesiller gitgide daha perişan olacak.

Çünkü;

Fazîletle inşâ edilmiş insanların olmadığı her yerde çözülmesi mümkün olmayan problemler yığınla. Eğri büğrü yamuk karakterlerin elinde her şey, enkaz hâlinde. Hele ki İslâm’ın hakikî veçhesinden uzak şekillenen bütün tipler, felâket sebebi.

Sadece;

Peygamber ufkunda inşâ edilmiş şahsiyetler, rahmet sebebi.

İşte onların inşâsı gerekli.

Bu inşâ ise;

Süleymaniye yapmaktan daha zorlu.

Bu inşâ;

Zehirle pişmiş aştan yemeyi gerektiriyor.

Bu inşâ;

Hazret-i Peygamber’in en zorlu sefer olan Tebük dönüşünde;

“–Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda, nefs ile mücadeleye!” meâlinde yönlendirişini anlamayı gerektiriyor. Bu anlayış da, çilelerden şikâyet şikâyet kaçmayı değil aksine sebat ve şükürle olgunlaşmayı gerektiriyor.

Bu inşâ;

Lâfla değil, nerede lüzum olursa orada Hazret-i Peygamber’e;

“–Anam babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” coşkusu ile maldan ve candan fedakârlığı gerektiriyor.

Özetle bu inşâ;

“–Lebbeyk yâ Rabbî!” aşkıyla sırat-ı müstakîm üzere;

“–(Ey kulum) emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) âyetini yaşamayı, fakat son nefese kadar aynıyla yaşamayı gerektiriyor.

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn!..