EMÂNETLER EHLİNE!

YAZAR : Sami GÖKSÜN

s_goksun-SAYI140

Emânet kelimesi çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. İnsanın; gerek Allâh’a, gerek ailesine ve gerekse içinde bulunduğu topluma ve hattâ insanlığa karşı vazife ve sorumluluklarından tutunuz da, korunmak üzere geçici bir süre için yanında bırakılan eşyaya varıncaya kadar hepsine emânet denir. Şunu net olarak söyleyebiliriz ki, insanın mes’ûliyet sahasına giren her şey bir emânettir.

Peygamberlerimizde bulunması gerekli beş vasıftan birinin emânet olması, sözünü ettiğimiz emânetin mânâ ve önemini ifade etmektedir. Bu sıfat, peygamberlerin her yönüyle güvenilir olduklarını ifade etmektedir. Esasen insanların güvenmediği bir kimsenin, peygamber olarak vazifelendirilmesi düşünülemez. Çünkü peygamberler, yüce Allah ile kullar arasında elçidir. Böyle bir kimse güvenilir olmazsa, insanlar ona inanmaz ve söylediklerini yerine getirmezler.

Peygamberlerin sonuncusu olan bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, içinde doğup büyüdüğü toplum tarafından daha peygamber olarak vazifelendirilmeden önce «el-Emîn: Güvenilir» olarak tanınmıştı. Halk O’nu, adından daha çok bu unvânıyla anardı. Peygamber olarak vazifelendirilip insanları Allâh’ı tanımaya ve O’na inanmaya çağırınca, Mekke müşrikleri O’na düşman oldular ve bu düşmanlıkları, onları; Peygamber’i ortadan kaldırmaya sevk etti. O’nu öldürmek için bir araya gelen bu insanlar; birbirlerinden çok O’na güveniyor, kıymetli eşyalarını, altın ve mücevherlerini O’na emânet bırakıyorlardı. Mekke’den Medine’ye hicret ettiği gece, yanındaki emânetlerin sahiplerine verilmesi için Hazret-i Ali’yi yatağında bırakmıştı.

Peygamberimiz’in bu davranışı, O’nun emânete ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Esasen O; halkın güvenini kazanmamış olsaydı, insanlar kısa sürede inançlarını, âdet ve geleneklerini bırakarak O’nun etrafında toplanırlar mıydı?

İnsanın mes’ûliyet alanına giren her şey emânettir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bu noktada bizleri şöyle ikaz ediyor:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz. Devlet başkanı üstlendiği vazifeden sorumludur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın; eşinin, evinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan mes’uldür. Dikkat ediniz, hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz.” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Hadîs-i şerifte; kişilerin birbirlerine ve topluma karşı mükellef bulundukları vazifeler noktasından «çoban» olarak ifade edilmesi, vazifenin mukaddesliğini ve samimiyetle yerine getirilmesinin gereğini ifade etmektedir. Toplumun değersiz ve kıymetsiz aşırı istek ve arzularından uzak bulunan ve daima yaratılış saflığıyla yaşayan, koyunlarını güdüp gözetirken onlara karşı duyduğu derin şefkat ve merhamet duygusu, kişilerin vazifelerini yaparken aranılan samimiyetin en temiz örneğidir.

Şüphesiz insanın ilk sorumluluğu, kendisini yaratan ve akıl gibi üstün yetenekler veren Allâh’a karşı olan mes’ûliyetidir. Allah Teâlâ; insanoğluna bu sorumluluğunu hatırlatmak üzere pek çok peygamberler göndermiş ve bu peygamberlerin bazıları ile de kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda uyulması ve sakınılması gereken hususlar yer almıştır. Allah Teâlâ’nın vazifelendirdiği son Peygamber, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indirdiği son kitap da Kur’ân-ı
Kerim’dir.

Kur’ân’ı Kerim, Allâh’ın emânetini insanoğlunun taşıdığını bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Biz; emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insanoğlu yüklendi. O gerçekten çok zalim ve cahildir.” (el-Ahzâb, 72)

Burada yer ve göklerin taşımayı kabul etmediği emânetin dînî yükümlülükler olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ’nın sayısız nimet ve lütuflarına mazhar olan insan o nimetleri verene karşı birtakım sorumlulukları olduğu hatırlatılmaktadır. İşlediği günahlarla nefsine zulmettiği ve dünyayı âhirete tercih ederek de cahil durumuna düştüğünü haber vermektedir.

Allâh’ın emir ve yasaklarına, gönderdiği son Peygamber’in sünnet ve tavsiyelerine uymayan kimse; yüklendiği bu emânete karşı vazifesini yapmamış olur. Bu konuda Cenâb-ı Hak Kur’ân’ında şöyle buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve Peygamberi’ne hâinlik etmeyiniz ki bile bile kendi emânetlerinize hıyânet etmiş olmayasınız.” (en-Enfâl, 27)

Âyet-i kerîme, Allâh’a ve Peygamberi’ne itaatsizlik yapılmamasını emrediyor. Çünkü Allâh’ın emirleri, Peygamberi’nin tavsiyeleri insanın hayat kaynağıdır. Nasıl olur da insan kendisine hayat veren emir ve tavsiyelere kulaklarını kapar, onları dinlemez. Böyle yaptığı takdirde Allâh’a ve Peygamberi’ne hâinlik yapmış olur. Hâlbuki hâinlik ve yalan müslümanda bulunmaz. Bu hususta Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“İki özellik vardır ki bunlar mü’minde huy hâline gelmez. Bunlar, hıyânet ve yalandır.” (Ahmed bin Hanbel, V/252) buyuruyor.

Emânetin geniş anlamlı olduğunu belirtmiştik. Mü’minin yüklendiği emânetlerden birisi de kamuya ait işlerdir, yani devlet işleridir. Yüce Rabbimiz, devlet işlerinin bir emânet olduğunu ve onun ehline verilmesi gerektiğini Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle bildirmektedir:

“Allah -celle celâlühû- size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit, adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah -celle celâlühû- size ne kadar güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir.” (en-Nisa, 58)

Bu âyetin şu hâdise üzerine nâzil olduğu rivâyet ediliyor:

İslâmiyet’ten önce Kâbe ile ilgili bazı hizmetler belli kişiler tarafından yürütülüyordu. Peygamberimiz Mekke’yi fethettiği gün, Kâbe’nin anahtarlarını Osman bin Talha bin Abdüddâr taşıyordu. Peygamberimiz bu zâtı çağırarak Kâbe’yi açmasını emretti. Orada hazır bulunan Peygamberimiz’in amcası Hazret-i Abbas, eskiden sorumluluğunda bulunan hacılara su dağıtma vazifesi ile beraber Kâbe anahtarlarının da kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Peygamberimiz de Kâbe’nin anahtarlarını Osman bin Talha’ya vererek;

“Ey Ebû Talha evlâdı! Atalarımızdan kalma olan Kâbe kapıcılığı sizde kalmak üzere, işte anahtarlarını alınız. Bunu, haksızlık yapmadan hiç kimse sizden alamaz.” buyurdu ve anahtarları eskiden olduğu gibi aynı sahibine verdi.

Evet bu âyet-i kerîme, emânetlerin sahibine verilmesini emrediyor ve ehliyetli olan kimseden emânetin alınmamasını istiyor. Eskiden beri Kâbe’nin kapıcılığı vazifesini ehliyetle yapmış olan birisinden bu vazifesin alınarak kendisine verilmesini isteyen Hazret-i Abbas, Peygamberimiz’in muhterem amcası olmasına rağmen bu vazife, âyet-i kerîmenin işareti ile ehil olan eski sahibinde, bir daha ondan alınmamak üzere bırakılmıştır.

Âyet-i kerîme, devlet işleri için ehliyetin dışında başka bir şey kabul etmiyor. Eğer maksat kamu işlerinin düzenli bir şekilde aksamadan yürütülmesi ise bu işe ehil olan birisini getirmek gerekir.

Bir adam Efendimiz’e gelerek sorar:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, kıyâmet ne zaman kopacak?”

Peygamberimiz;

“–Emânet zâyî olduğu zaman kıyâmeti bekle!” buyurur. Adam tekrar sorar:

“–Emânetin zâyî olması nasıl olur?”

Bunun üzerine Peygamberimiz;

­“–İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle!” (Buhârî, Rikāk, 35) buyurur.

Toplumda emânetin ehline verilmemesi; o toplumun kıyâmetinin kopması demektir ve huzursuzlukların baş göstermesi anlamına gelir.

Rabbim emâneti hakkıyla anlamayı ve yerinde kullanabilmeyi nasip eylesin… Âmîn.