Dünyevî Kaygılar ve ALLAH KORKUSU

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

m_a_esmeli-SAYI120

Zaman zaman rastlanan acı haberler:

•Alacak-verecek kavgasında cinayet işlendi: Üç ölü.

•Tarla sınırı tartışmasında fecaat: Beş ölü, on yaralı.

•Miras paylaşırken silâhlar konuştu: İki ölü.

Başka meselelerde de başka vaziyetler:

•Haksız kazanç peşinde yığınla entrika.

•Ticarî hayata karıştırılan türlü türlü fesatlar.

•Adam olmayanları da kayırmalar.

Milletler çapında yaşananlar da her zaman mevcut:

•Petrol çekişmesi büyüdü. Filân ülke, filân ülkeyi işgal etti: Şehirler darmadağın, adâlet ve huzur bozuldu.

•Demokrasi ihraç etmek için birisi diğerine müdahale etti: Milyonla ölü.

•Güçlü devletler arabuluculuk hakkını kullandı: Milletler daha perişan.

Çünkü;

İnsanlık çarşısında dünyevî kaygılar baskın hâlde. Allah korkusu, geri plânda.

Yani;

İstisnasız hepsi âhiret yolcusu olan insanlar, o yolun âkıbetini unutup dünyaya daldı. Uhrevî meseleleri bile dünyevî terazilere göre tartmaya başladı. Evini, evlâdını, etrafını, kendini şekillendirirken dünyevî tercihler öne geçti. Mânevî hususları bile dünyevî kaygılar kuşattı, istîlâ etti.

Ağızdaki ifadelere baktığınızda herkeste Allah korkusu var.

Fakat;

Davranışlar ne diyor?

Onlara bakınca, maalesef fotoğraflar değişiyor.

Âhiret terazisi nice gönülde bozuk. Ebedî hesap hiç misali. Gel-geç sevdalar, sonsuz cenneti unutturmuş, olmayacak gereksiz bir masal zannettirmiş, bahsinden de bıktırmış. Sadece geçici zevk u safa, geçici rahatlık, geçici keyif, geçici huzur, geçici zenginlik peşinde yığınlar harman harman.

Elinde ihtiyaç gibi bir bahane varken insanoğlu, dünyevî kaygılarının hepsine en âlâ mantıklı gerekçeleri de kolayca buluyor. Zaten tuzaklara düşmesi de bu yüzden. Mantıklı gerekçeler, onu her bakımdan ikna ediyor yaptıklarına. Bir kātil bile öyle izahlar ortaya koyuyor ki, mazluma değil de ona acıyası geliyor neredeyse vicdanların. İki yüz yıldır İslâm âlemini darmadağın ederek her yerde terör estiren batı dünyası, bunu öyle kılıflar içinde yapıyor ki, sanki adâlet dağıtıyor. Milyonları aşkın müslümanı hunharca katliâmlardan geçirenler, öyle mahir konuşuyorlar ki, öyle mantıklı gerekçeler ortaya koyuyorlar ki, işin iç yüzünü bilmeyenler koşup yardım etmek hisleriyle doluyor.

Hep dünyevî kaygılar!

O kaygıların esiri olunduğunda işte dünyanın acı manzarası, işte gelinen nokta!

İşte Hazret-i Peygamber’in tespiti:

“‒Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.

Orada bulunanlardan biri sordu:

‒O gün sayıca azlığımızdan mı?

Buyurdular:

‒Hayır! Bilâkis o gün siz çoksunuz. Lâkin sizler bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi, hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöpler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!

Denildi ki:

‒Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?

Buyurdular:

‒Dünya sevgisi ve ölümden nefret…” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5, [4297].)

Yani;

Dünyevî kaygılara mağlûbiyet.

Tarih bunun hazin neticeleri ile dolu. Nice muhteşem devletler ve milletler bu sebeple silindi gitti. En son, onca ihtişamına ve muazzam gücüne rağmen son döneminde dünyevî kaygılara esâret yüzünden koca Osmanlı mülkü de pâymâl oldu. Enkazı üzerinde onlarca devletçik kuruldu. Çok şükür, Anadolu sarsılmaz köklerine sarılarak toparlandı. Âdeta şu âyet yaşandı:

“And olsun ki;

‒Allah, size verdiği sözde durdu.

‒Onun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordunuz,

Ama;

•Arzuladığınız zaferi Allah size gösterdikten sonra

•Gevşeyip zaafa düştünüz.

(Peygamber’in verdiği)

•Emir hususunda tartıştınız ve,

•Emre karşı geldiniz.

(Çünkü);

•Sizden kimi âhireti istiyordu ve

•Sizden kimi de dünyayı istiyordu.

Derken;

‒Allah, denemek için,

‒Sizi geri çevirip bozguna uğrattı.

Şüphesiz (buna rağmen);

•(Yine de) O,

•Sizi bağışladı.

Zaten;

•Allah, mü’minlere karşı

•Çok lütufkârdır.” (Âl-i İmrân, 152)

Demek ki;

Allah korkusu olmayan kalbe, dünyevî kaygılar hücum ediyor ve güçlü toplulukları bile yere seriyor.

Her meselede bu böyle. İlimde bile.

Hazret-i Peygamber’in beyanı çok net:

“Azîz ve celîl olan Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmaya yarayan

•Bir ilmi,

•Sırf dünyalık elde etmek için öğrenen kimse,

•Kıyâmet günü cennetin kokusunu bile alamaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12)

Bugün ilim nâmına, okusun bir yerlere gelsin, rahat ve imkânlı bir mesleği olsun diye çocuklarının eğitim ve öğretim ayarlarını dünyevî kaygılar ile plânlayanlar, tarihî ibretlerin tekerrürü içinde yarın ağlamaktan başka yapacak bir şey bulamazlar.

Bilmeli ki;

Her nesil, ancak ehl-i Kur’ân olarak yetiştiği zaman gerçek mahiyetine kavuşur.

Bu hakikat, tertemiz bir süte benzer. Öne geçen dünyevî kaygılar ise onun içine karıştırılan sular gibidir. Hem de tek başına içilmesi bile doğru olmayan sular. Onların karıştırılmasıyla berraklığı bozulan süt, önce gönüllerdeki Allah korkusunu yok ediyor. Sonra şahsiyetleri mahvediyor.

Bu bakımdan;

Neslin tertemiz bir ehl-i Kur’ân olarak eğitiminde, süt hakikatine hiçbir katkının karışmaması şart. Bu şartı yerine getirmek için ise, şu misaldeki hassasiyet illâ gerekli, illâ gerekli:

Hazret-i Ömer;

“Halîfe, önce kendisi mes’ul!” diyerek her gece sokakları dolaşırdı.

Hem kontrol eder, hem de halkın ilgilenilmesi gereken bir hususu olup olmadığına bakardı.

Yine bu gaye ile dolaştığı bir geceydi.

Bir eve rastladı. Gece yarısı olmasına rağmen içeriden dışarıya kadar taşan hararetli hararetli konuşmalar işitti. Mevzunun ehemmiyeti sebebiyle durakladı. Bir anne, tuhaf bir şekilde kızını azarlıyordu:

“‒Kızım, ben sana satılacak süte biraz su kat demedim mi?”

“‒Dedin de anneciğim…”

“‒Eee, niye katmadın o hâlde?”

“‒Bilmiyor musun ey annem, Hazret-i Ömer bunu yasakladı.”

Gafil anne iyice öfkelendi:

“‒Hey akılsız kızım, şu gece yarısı Ömer nasıl görecek bunu?”

O zaman kızcağız, yüreğindeki Allah korkusuyla şu eşsiz cevabı verdi:

“‒Vakit gece yarısı, evet, belki Hazret-i Ömer görmez. Fakat ey annem, ya Allah? Allah da mı görmez?”

Hazret-i Ömer’in gözleri doldu. İçinden kızcağızı takdir etti, tebrik etti, tebcil etti. Sonra böylesine Allah korkusu ve sevgisi ile dolu bir yüreği, oğlu ile evlendirdi. O temiz yuvanın neslinden de bir Ömer bin Abdülaziz doğdu.

Helâlin ve Allah korkusunun bereketi işte!

Dünyevî değil, uhrevî kaygının mutlak hayırlı bir neticesi bu!

Malûm;

Rasûlullâh’ın terbiyesiyle şekillenen o nesillerden önce; tarih, insanlar için tabutluk gibiydi. Fakat o nesillerle birlikte;

Canlandı, güzelleşti, mükemmelleşti, ruh ve dirilik kazandı. Hakikî mânâsına ulaştı.

Çünkü;

O nesiller, şahsiyetlerini oluşturan süte, hiçbir dünyevî kaygıyı katmadılar;

«‒Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!» düstûrunu gerçekleştirdiler.

Allah korkusuyla kemale ermiş ehl-i takvâ bir nesil oldular.

O nesli;

Çünkü Hazret-i Peygamber yetiştirdi. Fahr-i Kâinat, Mekke’yi ve Medine’yi o nesille ihyâ etti. O nesille, bütün Arabistan’ı ihyâ etti. O nesille Afrika’yı, Asya’yı, Endülüs’ü, Anadolu’yu, Balkanlar’ı ihyâ etti.

O mü’min nesiller, İslâm’ın gerçek temsilcileri. O nesiller, âhiret karşısında dünyevî kaygıları arka plâna atarak galibiyetten galibiyete koşan kahramanlar. Onlar;

“(Ey Allah korkusuyla şahsiyet kazanmış mü’minler! Düşmanlar hakkında biliniz ki,) onların kalplerinde size karşı duydukları korku, Allâh’a karşı duydukları korkudan daha daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (el-Haşr, 13) âyetine mazhar nesiller oldular.

Onlar;

“Allâh’ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar.” (el-Ahzâb, 39) âyetini yaşadılar.

Onlar;

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır.” (el-Ahzâb, 6) takdirine muvâfık olacak seviyede bir muhabbet ve bağlılıkla ahlâk-ı Muhammediyye’ye sarıldılar.

Hürmetlerini hiç bozmadılar.

Böylece;

Bütün cihanda hürmet gördüler. Zaferler kazandılar. Oturdukları yerden gönderdikleri nâmeler bile küffâra kanun oldu. Nitekim Fransa’da çıkan dans modasını Kanunî’nin bir emirle kaldırtması ve bu yasağın yüz sene devam etmesi, çok mânidardır:

Fransa, dans adı altında karma eğlence,
Henüz çıkardığı gün pâdişah da erkence,
Mühürlü nâme ulaştırdı eyleyip ferman,
Buyurdu: “Sizlere fermânımız ulaştığı an,
Kadınlı-erli o ahlâka zıt rezâlete tiz,
Lâkırdı eylemeden mûcebince son veriniz!
Hudûdumuzdasınız, böyle herzeden sakının,
Temiz diyârıma zinhâr o fitne sıçramasın!
Hilâf eder iseniz ben bu şerre aldırırım,
Hemen Fransa’ya bizzat gelir de kaldırırım!”
O anda dansı hükümden Fransa kaldırarak,
O denli titredi, yüz yıl boyunca sürdü yasak…
Değildi başkaca, böyleydi muhteşem yüzyıl,
Fakat ki geçti asırlar bu şâna düştü çakıl. (Seyrî)

Evet; çakıl düştü o şana.

Çünkü süte su karıştırdı düşman. Onu mü’min nesillerin çocuklarına içirdi. Dünyevî kaygılar, devreye girdi. Müslümandaki heybet zaafa uğradı. Hürmet zaafa uğradı. Sonunda hürmetsizlikler ve kötülükler, kendine yer buldu.

Yeryüzünün en güzel, en temiz, en mübarek, en merhametli ve en değerli insanı olan Hazret-i Peygamber Muhammed Mustafâ’ya hakaret içeren şenaatler işlendi. Hayâsızca nefretin ve saldırganlığın adına bir de basın hürriyeti denildi. İslâm’ı terör kelimesiyle birlikte zikredebilmek için tezgâhlar hazırlandı. Onların cehâletine aynı cahillikle karşılık verenlerin kabul edilmez vahşeti, senaryoya kondu ve İslâm hedef alındı, Hazret-i Peygamber hedef alındı.

Kötü bir şoför bulmak kolay.

Onu bulup da suçu arabada arayarak direksiyonları parçalamanın kılıfı olarak kullanmak ise; medeniyet mi, «me» çeken bir «deniyet» mi?

Unutmamalı;

İslâm’ın emirlerinde hiçbir terörlük tâlimat yoktur. Düşmana bile merhamet emreder İslâm, adâleti emreder, bozgunculuk yapmamayı emreder. Bunu dinlemeyen tipler üretebilir bazıları, o üretimler İslâm’a değil, üretenlere aittir. İslâm tarihi, fazîletler medeniyetinin en güzel ve en muhteşem örnekleriyle doludur. Müslümanlar bugün güçsüz diye İslâm’a kara leke çalmaya çalışanlar kendi tarihlerine ve kitaplarına baksınlar. Bilsinler ki;

Güzelliğin gülü, Âlemlerin Efendisine,
Cefâya kalkışanın tüm zarârı kendisine…
Ebû Cehil deve işkembesiyle etti ezâ,
Hemen Bedir günü cân aldı bir vuruşta Hudâ!
Güneş hudûduna saldırsa bir eşek arısı,
İlerledikçe kül eyler cehennemî bir ısı…
Hilâle havlasa azgın köpek, verir mi ziyan?
Helâk olur, sürünür, kasteden zehirli yılan!
Atarsa kim ki çamur, yerde-gökte en güzele,
Dönüştürür yüce Mevlâ, rezîli müptezele…
Ezel-ebed yaşayanlarda can Muhammed var,
Durur ayakta bu dünyâ, içinde Ahmed var!
Senin küpündeki çirkef nedir rezil fırka?
Felekte sen düşeceksin çevirdiğin çarka!..
Nedir Muhammed-i Muhtâr’a bitmeyen gayzın,
Sıvar mı gündüzü balçık, nedir o kirli çıkın?
Uyan kepâze akılsız, uyan vakit varken,
Başında kor tütecek kükreyen kıyâmetten!
Ne biz, ne yer, ne semâ affeder rezâletini,
Uzaksa tevbeye kalbin, çeker felâketini!…
Habîbi Ahmed’i Mevlâ yanında öyle korur,
Rakîbe sille-i Rahmân’ı pür gazapla vurur!
Basılmasın diye tâc etti Hak, O Yâsîn’i,
Onun düşürmedi hattâ zemîne gölgesini…
Onun, sinek bile değdirmiyordu gül yüzüne,
Kömürlü fırçayı, hiç değdirir mi nûr özüne?
Nifakçı! Boş yere seçtin şu iftirâ yolunu!
Hiç umma cenneti, tuttukça şeytanın kolunu!
Rasûl’e saldıran eller Ebû Leheb gibidir,
Sonunda sonları ancak cehennemin dibidir…
Terör terör niye İslâm’ı suçluyor despot?
Bu haçlı rûhunu farz oldu etmemiz boykot!
Sürülmesin leke, bizden çıkan parayla, aman,
Rasûl’e olmalıyız, ok geçirmeyen kalkan!..
Sahâbeler ki, civârında durdular dimdik,
Ne hâlde gayretimiz, vasfımız ki kardeşlik!
O Yâr’e aşk ile hürmet, hayat temellerimiz,
Sakın, sakın boşa savrulmasın amellerimiz!
Sevip de cân u gönülden O Yâr’e yâr olalım,
O Yâr’e kış günü bizler, bahar bahâr olalım!
Bu cân, O Hazret’e aşkın “nefahtü” cânı bize,
Bu ân, O Rahmet’e candan da sevgi ânı bize!
Bu çağ, O Ahmed ü Mahmûd’a bağlılık çağıdır,
Bu bâğ, O Server’e Allâh için gönül bağıdır!
Zaman, Muhammed’i idrak zamânıdır gönüle,
Devir, muhabbeti artırma devridir O Gül’e!
Bugün Muhammed’e sevdâda imtihan günüdür!
Şaşırtma kalbi İlâhî, huzurda yüz güldür!
Cihanda sen yine son ver şu eşkıyâ oyuna,
Halel getirmesin iblis, Muhammed’in yoluna!
Onun için yine Seyrî kederli bir mecnûn,
Zamâne kendine gelsin muhabbetiyle O’nun!..

Mesele;
O’nun muhabbetiyle ve ahlâkıyla kendine gelmek. O’na saygısız tiplerin beğenmediğimiz davranışlarını geri yansıtmak değil. Öldürmeye geleni de diriltecek ahlâk-ı Peygamber’e bürünebilmek. Kötülüğe yer bırakmayacak dolulukla iyiliği tecellî ettirmek. Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Peygamber’e buyurduğu;

“İnkârcıların sözleri seni üzmesin, çünkü bütün kudret Allâh’ındır. O, işitir ve bilir.” (Yûnus, 65) formülü içinde yanlışı kendiliğinden susturacak bir ahlâk-ı hamîdeyi yansıtabilmek.

Kısaca her hâlükârda sadece Allah korkusu ile hareket etmek.

Çünkü; Hazret-i Peygamber’e soruldu:

–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı, şereflisi kimdir?

Buyurdu:

“–Allah’tan en çok korkanlarıdır.” (Buhârî, Enbiyâ 8)

Ne mutlu dünyevî kaygıların esâretinde bin bir yanlışa boğulanlardan değil de Allah korkusuyla hem dünyada hem âhirette kurtuluş sabahına ulaşanlara!

Ne mutlu bu hususta;

Hazret-i Peygamber’in yetiştirdiği ölçüler içinde tertemiz ehl-i Kur’ân bir nesil olarak yetişebilenlere!

Ne mutlu süt gibi berrak bu şahsiyet eğitimine hiçbir şekilde su katmayan, katıksız mü’minlere!

Ne mutlu O’na sevda imtihanını kazananlara!