DÎNİN İKİNCİ KAYNAĞI…

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci_yuzakidergisi_nisan2016
Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bize İslâm’ı getirdi. İslâm, Hazret-i Âdem’den beri binlerce peygamberin insanlığı davet ettiği hak dînin adı. Son dînin de adı.

Peygamberler; «rasûl: Elçi» ve «nebî: Haberci»dirler.

Yüce Allâh’ın tâlimatlarıyla ümmetlerini irşad ve ıslah ederler. Her biri Allah’tan vahiy alır fakat her biri vahiy olarak ümmetlerine tebliğ edecekleri mukaddes bir kitabı telâkki etmez. Demek ki vahiy iki türlüdür:

Kavimlere tebliğ edilen suhuf, Tevrat, Zebur, İncil adlarıyla bildiğimiz vahiyler, bir de peygamberin vaz‘ ve inşa ettiği dinde Cenâb-ı Hak’tan aldığı tâlimatlar.

Meselâ, Yâkub -aleyhisselâm- oğullarına diyor ki:

“Allah katından (aldığım vahy ile), sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum.” (Yûsuf, 86)

Kendisinin mukaddes bir kitabı telâkki ettiğine dair elimizde hiç bilgi yok.

Oğlu Yûsuf’ta da kendisinde de var olan rüya tabiri ilmini de yine Allah öğretti. (Yûsuf, 22, 101) Bu da ümmete tebliğ edilmeyen bir vahiy; vahyî, ledünnî bir ilim. Yine Hazret-i Yûsuf’un kardeşini yanında alıkoyma plânını Cenâb-ı Hak;

“Biz öğrettik.” (Yûsuf, 76) buyuruyor.

Yani peygamberlerin, Cenâb-ı Hak’tan aldıkları vahyi; sadece ümmete tebliğ etmekle vazifeli oldukları kitap vasfındaki âyetlerden ibaret görmek doğru değildir. Bizzat Kur’ân’ın üslûbu bile bu hakikati ifade eder. Çünkü Kur’ân, eldeki makbul tek delil olsa idi; onda namaz, zekât ve benzeri dînin zarurî birçok mevzunun tafsilâtsız bir şekilde bırakılmaması gerekirdi. Bazıları, Kur’ân’da;

“Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (el-En‘âm, 38) âyet-i kerîmesini, Kur’ân’da dîne dair her şeyin var olduğu mânâsında alıp, sünnete gerek olmadığı neticesine varmaya çalışıyorlar. Hâlbuki ibarenin siyâkı (öncesi ve sonrası), buradaki kitabı, levh-i mahfuz olarak anlamanın daha doğru olduğunu ifade ediyor. Elmalılı bu hakikati ifade ettikten sonra şunu da ilâve ediyor:

“Bu böyle olduğu gibi Kur’ân’da da beşeriyyetin muhtaç bulunduğu delâil ve tekâlif-i ilâhiyyeden hiçbir mühimme terk ve ihmal edilmemiş, hepsi icmalden tafsîle veya tafsilden icmâle giden bir beyân-i bedî‘ ile muhkem ve müteşâbih suver-i muhtelife zâhir veya hafî delâil ve işarât içinde tezkîr ve ihtâr olunmuştur.”

Yani her şey varsa da; kimi mücmel, kimi hafî, kimi sadece işaret şeklinde vardır. Meselâ; namaz, zekât, oruç, hac gibi ibâdetler, icmâlen yer almıştır. Tafsilâtı Hazret-i Peygamber’e inzal edilen diğer vahye, yani sünnete bırakılmıştır. Yani Kur’ân;

“Peygamber’e itaat edin.” buyurmakla, vahy-i gayr-i metluv (namazlarda tilâvet olunmayan, Kur’ân hârici vahiy, sünnet) tâlimatları da icmâlen ihtivâ etmiş olur.

Bu nizam; anayasa, kanunlar, tüzükler, tâlimatlar… şeklindeki resmî düzenlemelerin silsilesi misaliyle de anlaşılabilir. Kimse; «Beni sadece anayasa bağlar.» diyemez. Anayasa kanunlara, kanunlar tüzüklere, tüzükler de sıradaki düzenlemelere uyulması hükmünü ihtivâ ederler.

Peygamberler kendilerine itaat edilsin diye gönderilmiştir. (en-Nisâ, 64) Bu itaatin, sadece getirdiği vahye olduğunu düşünmek doğru değildir. Peygamber toplumunun önderidir ve neyi emrediyorsa ittibâ etmek gerekir.

Ashâb-ı kirâmın Peygamberimiz’e itaat ve bağlılığı bu şekilde idi. Elbette Peygamberimiz’in müdâhil olmadığı, ses çıkarmadığı bir saha da vardı ki, bu da o şeylerin mubah olduğunu Efendimiz’in takrir etmesi yani onaylaması mânâsında yine dînin sahasındaydı. Dolayısıyla peygamber, kavminin her şeyiyle ilgilenir.

Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’a bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:

–Görüyorum ki dostunuz Muhammed; size her şeyi, ama her şeyi, hatta helâya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?

Hazret-i Selmân, gayet ciddî bir edâ ile;

“–Evet, gerçekten de öyle…” diye onu tasdik ettikten sonra Hazret-i Peygamber’in tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini sıraladı. (bkz. Müslim, Tahâret, 57-58; nakleden Riyâzü’s-Sâlihîn Şerhi)

Demek ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Kur’ân tebliği haricindeki dînî tâlimatlarının da dinden, dînin temel kaynaklarından olduğu reddedilemez bir hakikattir.

Sünnetin «lüzûmu»nu kabul eden, etmek zorunda kalan kişi bu kez yaklaşımı değiştirerek bir başka itirazı öne sürer:

Sünnetin sübûtu.

Bugün muhtelif mahfillerde; “Hadisler ne zaman yazıldı? Şu kadar zaman sonra yazıldı ise, nasıl korundu?” tarzında şüpheler ilkā ediliyor.

Hâlbuki, yukarıda ispatlanan Kur’ân ve Sünnet’in ayrılmazlığı ve kıyâmete kadar bir daha yeni bir peygamber ve kitap gelmeyeceği hakikatleri birlikte düşünüldüğünde, Kur’ân’ın da Sünnet’in de ilâhî bir muhafaza ile korunmasının aklen zarurî olduğu anlaşılır.

Peygamberimiz’in en çok üzerinde durduğu «insan yetiştirme» gayretinin bir sebebi de, bu muhafazanın ihtiyaç duyacağı insan kadrosunu var etmekti.

Sünnet hem hâl ile hem kāl ile hem de yazıyla nakledildi. İslâm ashâb-ı kiram tarafından titizlikle yaşanıyordu. Zaten hadislerin sahâbe ve tâbiîn nesilleri arasındaki nakillerinin arka plânlarına baktığınızda, bu tatbikatların izleriyle karşılaşırsınız. Meselâ; sahâbî abdest almış, tâbiîn bir soru sormuş, sahâbe şahit olduğu hadîsi nakletmiştir vb.

Namaz, oruç, sadaka, hac, umre gibi ibâdetler olsun; yeme-içme, alışveriş, nikâh, talâk, cihad vb. hayatın içinde hep devam eden muâmeleler olsun; yaşanıyordu ve yaşanarak da aktarılıyordu. Büyük müctehid sahâbîler; bulundukları şehirlerde valilik, kadılık ve müftîlik yapıyorlardı. Mescidlerde halkalar hâlinde evlâtlarına, talebelerine ve mevlâlarına; «Kitap ve hikmet»i nakletmeye büyük ehemmiyet veriyorlardı.

Sözlü nakil yine çok mühim bir yer tuttu. Bu sahadaki çalışmalarda, Peygamberimiz’in hususî yetiştirdiği suffe ashâbının, Hazret-i Âişe ve Hazret-i Ali gibi yakınlarının çok rivâyetlerde bulunduğunu unutmamak gerek. Bunlar bu sahada mütehassıs idiler. Hadisler rastgele, hatırda kaldığı kadarıyla değil, bu vazife için hususî yetiştirilmiş sahâbîlerin ihtimamlı çalışmalarıyla nakledildiler. Bu şekilde yetiştirilmemiş olduklarını bilenler de, «bilgi bulanıklığı» meydana getirmemek için bilhassa rivâyet çalışmalarından uzak durdular. Çünkü onlara verilen tâlimat da bu idi.

Hadislerin yazılmadığı tenkitlerine gelince; evvelâ unutmamalı ki, o devirde yazı tekâmülünü tamamlamamıştı, yazı imkânları da mahdut olduğu için ezber her zaman yazıdan üstün tutulmaktaydı. Sadece Kur’ân ve hadis değil, bugün elimizde olan câhiliyye şairlerinin dîvanları gibi külliyatlar da ezber ile nakledildi. Elbette dînin iki ana kaynağına gösterilen ihtimam çok daha yüksek idi.

Hadisler ezberlenmesine rağmen ayrıca yazıldı. Elimizde sahâbe asrına uzanan sahifeler mevcut.1

Yine fukahânın çalışmaları ve mezheblerin kuruluşu, hadis tedvin asrından öncedir ve bu da hadislerin rivâyetinin ne kadar canlı ve aktif bir mekanizma içinde yürüdüğüne bir başka delildir. Mâlikî Mezhebi’nin kurucusu İmam Mâlik, Mescid-i Nebevî’nin fakîhi ve muhaddisidir ve Muvatta’ adlı hadis kitabını o tedvin etmiştir. İmam Şâfiî, onun yanına talebeliğe gelmeden önce Muvatta’ı ezberler. Bu da ezberin dönemin ilmî çalışmalarındaki rolünü gösteren güzel bir anekdottur. Aynı Şâfiî, daha sonra da İmâm-ı Âzam’ın talebesi İmâm-ı Muhammed’in talebesi olacaktır. İmâm-ı Âzam’ın da bir müsnedi vardır. Ebû Hanîfe’nin üçüncü nesilden hocası Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’tır. Böyle zincirlerde ilim zâyî olabilir mi? Ki onların ilim yolundaki fedâkârlıkları, gayretleri ve titizliklerine yüzlerce cilt eserin şahitliği dururken?

Bütün bunlardan sonra; «Nerede bir hadis görürseniz, alın âyet gibi ona îmân edin, direkt onunla amel edin!» demiş olmuyoruz. Çünkü biliyoruz ki hadisler bir arşivdir. Sıhhat, delâlet ve istinbat açısından İslâm ilimleri sahasında çalışan herkes için göz ardı edilemeyecek bir arşiv. Bir kaynak.

Sıhhat açısından farklı farklıdır, çünkü her hadis aynı sağlamlıkta intikal etmemiştir. Fakat intikalin sicili elimizdedir. Buhârî ve Müslim, tamamen sahih hadislerdir. Diğer eserler sadece sahihleri bir araya getirmeyi gaye edinmemiştir. İçinde hasen, zayıf vb. rivâyetler de yer alabilir.

Delâlet açısından her hadis aynı değildir. Kimi mensuh olabilir. (Yani sonrasında gelen bir âyet veya başka bir hadis ile hükmü kaldırılmıştır.) Kimi hadisler, izah ve te’vil gerektirebilir. (Hususî şartlarda yahut hususî bir vurguyla ifade edilmiştir, tahsis edilmiştir vb.)

İstinbat açısından da her hadis aynı değildir. İstinbat / hüküm çıkarma; yani biz mükelleflere farz, vacib, sünnet, mekruh, haram gibi bir hüküm bildirme işi ictihad meselesidir. İctihad için İslâm’ın delil ve kaynaklarının tamamına vukuf ve rüsuh gerekir. Karşılaştığımız bir hadisle, hele tercümesiyle kendi kendimize amel edemeyiz; bu hususta fukahâya, müftülere, ilmihâllere müracaat ederiz.

Halk için okuyup nûr-i nübüvvetle hidâyetlenmek, öğüt ve nasihat için, Riyâzu’s-Sâlihîn tarzı derlemeler ve şerhleri tercih edilmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan ve internetten de istifadeye sunulan Hadislerle İslâm da bu mânâda gayet güzel bir eserdir.2

Hemen hepsi tercüme edilen diğer külliyatların ise şuurlu bir şekilde okunması icap eder. Çünkü mutfak malzemesidir. Ayıklanmamış, soyulmamış, doğranmamış malzemelerin yemek hâline gelmesi bir ustalık ve işlem zamanı ister. Halk için bir yemek, bir formül, bir ilmihâl hâline getirilmemiştir.

Fakat internet ve bilgi çağında artık; “Okumayın!” demenin bir esprisi kalmadı. Halk okumasa da hadis muârızları; yazılarda, videolarda bu arşivde buldukları izah gerektiren malzemeleri gündeme getirip, insanları hadislerden soğutma gayretkeşliğini izhâr ediyorlar.

Bunun da bir faydası oluyor. Hemen cevapları da neşrediliyor. Müdafaalar, reddiyeler kaleme alınıyor, videolara çekiliyor. O hâlde, sağlıklı, düzgün bilgiye; sağlam itikatlı, sâlih kişiler vasıtasıyla ulaşılabileceği unutulmamalıdır.

Hadis, zorlu bir ilim olduğu için her âlim bu ilimde vukûfiyet sahibi olamamıştır. «Fezâil-i a‘mâl gibi sahalarda uydurma hadisten zarar gelmez.» gibi gevşek bir anlayış da işin içine girince bilhassa vaaz-nasihat tarzı eserler, uydurmalarla dolmuştur. Fakat bu durum; dînin özünü, itikat ve amel hususlarındaki temel eserleri tehdit etmemiştir. Uydurmalar hususunda ikaz edici bir literatür dahî teşekkül etmiştir. Ancak günümüzdeki gibi kuvvetli neşir vasıtaları olmadığı için; işin doğrusunu tamim edebilmek, her yere ulaştırabilmek geçmişte mümkün olmamış, birbirine güvenerek, eserlerine bu asılsız sözleri dolduranların varlığı da uydurmaların menfî ve haksız bir şöhrete ulaşmasına sebep olmuştur.

M. Âkif, uydurmacılığı tel’in ederken, bunun sünnet ve şerîata zararlarının altını çizer:

Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dîni:
Hurâfeler bürümüş en temiz menâbiini.
Değil hakāikı şer‘in, bugün, bedîhiyyat
Bilâ-münâkaşa ikrâr olunmuyor… Heyhat!
Kitâb’ı, Sünnet’i, icmâı kaldırıp attık;
Havâssı maskara yaptık, avâmı aldattık.
Yıkıp şerîati, bambaşka bir binâ kurduk;
Nebî’ye atf ile binlerce herze uydurduk!
O hâli buldu ki cür’et: «Yecûzu fi’t-tergîb…»
Karâr-ı erzeli fetvâ kesildi!.. Hem ne garîb,
Hadîsi vaz‘ ediyorken sevâb uman bile var!
Sevâbı var mı imiş, bir zaman gelir, anlar!
Cihânı titretiyorken nidâ-yı; «Men kezebe…»
İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bî-edebe:
Lisân-ı pâk-i Nebî’den yalanlar uyduruyor;
Sıkılmadan da; «Sevâb işledim.» deyip duruyor!
Düşünmedin mi girerken şerîatin kanına?
Cinâyetin kalacak zanneder misin yanına?
Sevâb ümîd ediyor ha! Deyin ki nâmerde:
«Sevâbı sen göreceksin huzûr-i mahşerde!»3

Yani Âkif’in şikâyeti; hurâfelerden, uydurma hadisleri yayarak, dînin asıl kaynakları olan Kitap ve Sünnet’in bulandırılmasındandır. Yoksa devrimizdeki hadis muârızları gibi, sünnetin tamamen güvenilmez olduğunu iddia etmek değildir.

Âkif’in şikâyet ettiği hâl bugün sosyal medya gibi ortamlarda devam etmekte. Geçenlerde internette yayıldığını gördüğüm bir yazıda, filân tarihe denk getirilerek bir kerrede; «Dört yüz senelik namazın kazası!» yapılacağından bahsediliyor ve bu iftira Peygamberimiz’e isnâd ediliyordu. Kur’ân-ı Kerim; namazın «mevkut: vakitli, vaktinde edâ edilmesi gereken» bir ibâdet olduğunu (en-Nisâ, 103) bildirirken, Peygamberimiz;

“–Allâh’ın en hoşnut olduğu amel hangisidir?” suâline;

“–Vaktinde kılınan namazdır.” (Müslim, Îmân, 137) cevabını verirken, senedsiz, asılsız ve bir şiî zâtın uydurması olan4 böyle bir «kolaylık» avâmın hoşuna gidiyor ve kolayca yayılıyor.

Fakat bunun paylaşıldığı yerde hemen; «Kaynağı nedir?» diye soran bir «yorum»a rastladım ki, bu da devrimizde «halk» kesiminin de şuurlandığına işaret idi.

Şairin;

Diyorum: «Sebep ne bu ızdırâba?»
Diyorlar: «Kül olmaz ateş yanmadan
Denizler durulmaz dalgalanmadan!»

dediği gibi, bu çalkantılar, durulmaya da vesile olabilmektedir.

Bir tarafta bütün hadis külliyatını reddedenler, diğer tarafta en olmadık şeyleri hadis diye piyasaya sürenler… Bu çalkantılar bizi, sahih, doğru ve sağlam olan orta noktada birleştirmeye vesile olur inşâallah.

Devrimiz; her ne kadar âhirzaman olması hasebiyle, fitne-fesâdın ve saptırıcı âlimlerin cirit attığı bir devirse de, bir başka cilvesiyle, ilmin doğrusunun ve sağlamının da kolayca elde edilebildiği bir zamandır. Yeter ki biz ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinden inhiraf etmeyen, sapmayan âlimlere, asılsız rivâyetlere değer atfetmeyen mürşidlere kulak kesilelim, gönül verelim.

__________________________

1 http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/695.pdf

2 http://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/

3 Menâbi: Menbâlar, kaynaklar.
Bedîhiyyât: İspat gerektirmeyen apaçık gerçekler.
Vaz‘ etmek: Uydurmak.
Yecûzü fi’t-terğîb: “(Uydurma hadis rivâyeti halkı, hayırlı amellere) rağbetlendirmek için câizdir.” şeklindeki doğru olmayan fetvâ.
Men kezebe: “Kim bile bile bana yalan isnâd ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) meâlindeki hadîsin ilk kelimeleri.

4 http://www.sorularlaislamiyet.com/soru/265381/ramazan-ayinin-son-cumasi-kilinan-4-rekat-namaz-400-senelik-kaza-namazina-denk-midir.html