CİĞERE GEL! CİĞERE!..

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

fatih_garcan-yuzakidergisi-agustos2015

–Kenan! Hadi! Geç kalacağız bak, uçak için son çağrı diyor!

–Rahat ol yetişiriz…

–Senin şu rahatlığın beni ifrit etse de bazen bu yönüne hayran oluyorum. Dünya yıkılsa umurunda olmayacak gibisin.

–O kadar olmasa da, yani… Ne takacağım? Eninde sonunda iş olacağına varıyor.

–Haklısın, ben sadece yaptığım stresle kalıyorum. Ne bileyim, sanki bütün dünyayı ben kurtaracakmışım gibi bir hisse kapılıyorum.

–Aslında onun da güzel yönleri yok değil. İnsanları dert ediyorsun, empati kurup onlar için çözümler arıyorsun. Belki bu daha saygı duyulur bir haslet olabilir.

–Bilmem. Belki de her ikisinden biraz biraz… Meselâ şu an; uçağın koltuğuna oturuncaya kadar benim nabız düşmez! Çatlarım…

–Düşsün düşsün… Sen rahat ol. Şimdi Antep’e inince seni öyle yerlere götüreceğim ki… Stres mtres kalmayacak. Benim fakülteden bir arkadaşım vardı, oralı. Onunla görüştüm, toplantıdan sonra bizi alacak. Ondan sonra o kebapçı senin, bu ciğerci benim… O baklavacı senin, bu burmacı benim… Of of! Aklıma geldikçe ağzımın suyu akıyor…

–Evet ben de duymuştum. Adamlar sabah kahvaltıda bile ciğer yiyorlarmış.

–O yüzden de taş gibiler. Adam sağlam yiyor, sağlam çalışıyor. Ne kolesterol ne tansiyon… Eskiden hep öyleymiş; büyüklerimiz bir oturdu mu hakkını verirmiş. Ben dedemin hiç hastahâne gördüğünü bilmem…

–Evet benim dedem de öyleydi. Hattâ bir keresinde eli kesilmişti. Ciddî bir kesikti, kendi elini kendi dikti, güzelce sardı; «Bu el bir hafta iş yapmaz, ondan sonra tamamdır.» deyip o hafta sadece diğer eli ile iş yaptı.

–Biz iyice hanım evlâdı olduk. En ufak bir şeyde hemen hastahâneye… Ondan sonra torba torba ilâçlar.

“Ne oldu?”

“Boğazım şişti!”

Yok abi yok, bizim aslımıza dönmemiz lâzım. Adamakıllı yiyeceksin, hakkını da vereceksin.

–Dur abi, yeter. Yemekler, kebaplar falan… İyice yemeğe odakladın beni, ondan sonra toplantı raporlarında yemek menüsü sayıklayacağım.

–Buyur Sinan önce sen geç, son kontrol burası. Ondan sonra kalır malırsın buralarda… Allah muhafaza! Adım iyice gamsıza çıkmasın…

–Kenan!..

–Şaka şaka! Haydi buyur!

Uçaktan indiklerinde Kenan’ın arkadaşı Şakir, onları havalimanının çıkış kapısında karşıladı.

­–Vay Şakir’im!

–Kenan’ım! Hoş geldiniz!

–Hoş bulduk Şakir’im. Nasılsın?

­–Elhamdülillâh! Siz nasılsınız?

–İyiyiz çok şükür. Özlemişim seni yahu!

–Ben de öyle. Programınız nasıl?

–Program; bugün sabahtan bir toplantı var bir de yarın akşam. Bu arada sana tâbîyiz. Artık ağanın eli tutulmaz!

–Estağfirullah buyurun arabaya geçelim…

Yolda Kenan ve Sinan sürekli yemeklerden ve gezilecek mekânlardan bahsettiler ve o minvalde sorular sordular. Şakir ise her sorulana içtenlikle cevap veriyordu. Derken toplantının yapılacağı yere gelmişlerdi. Şakir onları bırakıp, iki saat sonra buluşmak üzere müsaade aldı.

Kenan dedi ki:

–Abi, bu Şakir var ya kral adamdır. Eminim buradaki en iyi lokantaları, tatlıcıları biliyordur. Yaşadık oğlum, felekten iki gün çalacağız.

–Evet, beni de heyecanlandırdın; yalnız adamın bizim öyle yemekten falan konuşmamızdan rahatsız oldu gibi geldi.

–Yok be abi, o öyledir, biraz içine kapanıktır. Biraz alışınca sen de göreceksin, çok keyifli biridir.

­–Evet, samimî biri olduğu kesin.

Toplantı bitince Şakir ile buluştular:

–Evvet Şakir baba! Antep’in çok meşhur bir ciğercisi varmış. Bizi oraya götür de şöyle bir karnımız doysun da gözümüzü bir açabilelim. Ondan sonrası, sen işini bilirsin!

–Ayıp ettin abi, buranın yanık ciğerleri ile meşhur bir yeri var, sizi önce oraya götüreyim o zaman.

–Yanık ciğer mi? Var mı öyle bir şey ya?

–Ooo olmaz mı? Hiç duymadınız mı? Binlerce kişinin takıldığı bir mekândır.

–Allah Allah! Hiç duymadım…

Kenan, Sinan’ın kulağına eğildi:

–Sana demiştim ya, kraldır bu Şakir, kral! Şimdi bizi Antep’in en meşhur mekânına götürecek.

Bu arada gittikleri yol biraz tenhalaşınca Kenan dayanamadı:

–Şakir Abi nereye gidiyoruz, sanki biraz şehrin dışına mı çıktık?

–Abi oranın o kadar gelen-gideni var ki şehrin içinde o kadar büyük bir yer bulamayınca ne yapsınlar onlar da buralara kadar geldi, az kaldı ama geldik sayılır.

Kenan hayretler içinde idi. Sinan ile birbirlerine boş boş baktılar. Kenan:

“–Şakir abi burası neresi? Ben burada yüzlerce çadırdan başka bir şey görmüyorum!” dedi.

–Evet abi doğru görüyorsun!

­–Ciğerci…

–Gelin!

Kenan ile Sinan göz göze geldiler.

­–Burası Suriyeli mültecilerin kamp yeri.

Şakir, Sinan’ın söylediklerini duymuştu.

­–Evet ağabeyler, burası bir mülteci kampı. Antep hakkında bir hayli konuştunuz; ama buranın meşhur olduğu bir başka konu da bu mülteci kampı. Gaziantep; Türkiye’de Suriyelilerin en çok yaşadığı şehir, kayıtlı-kayıtsız sayıları yüz binlerle ifade edilen insanı barındırıyor.

Sinan dayanamadı:

–Sen ne iş yapıyorsun?

–Ben de mühendisim. Mesai dışındaki vaktimin çoğu burada geçer. Gönüllü bir ekibiz, yetişebildiğimiz kadar hizmet etmeye çalışıyoruz. Allah zeval vermesin, devletimiz bu noktada çok duyarlı. Ne talep etsek gönderiyorlar; ama insanların sadece yiyecek, giyecek veya ilâca değil ilgiye de ihtiyaçları var. Şimdi sizi götüreceğim çadırdaki aile sekiz nüfuslu. Bir anne ve yedi çocuğu… Kocası Suriye’de şehit düşmüş. Yedi çocuktan da üçü âmâ…

Bu sefer Sinan daha konuşkandı. Kenan’ın ağzını bıçak açmıyordu:

–Çileler ateşinde yanmış kavrulmuş bir ciğer… «Ciğere gel! Ciğere!» diyorsun yani.

–Aynen öyle! Gücümün yettiğince tanıdığım herkesi bu derde ortak etmeye çalışıyorum. Şimdi ensar olma zamanı…

Bir çadırın önünde durdular. Çadırın girişinde iki taşın üzerine konmuş bir tenekede su ısıtılıyordu. Altında yanan cılız bir ateşi harlamaya çalışan küçük bir kız çocuğu hemen ayağa fırladı elini göğsüne koyarak Şakir’in selâmına mukabelede bulundu. Şakir içeri girmek için müsaade istedi, küçük kız hemen annesine haber verdi, misafirleri buyur etti.

İçeri girdiklerinde hepsi birden oldukları yerde kaldılar. Çadırın içi yanıyordu. Dışarıdaki sıcaklık yaklaşık kırk derece iken, içerinin sıcaklığı en az yedi-sekiz derece fazla idi. İmkânsızlıkların kokusu ve sıcaklık bir araya gelince, içerisi nefes alınamaz bir hâl almıştı.

Şakir’in içeri girdiğini gören çocuklardan bir tanesi hemen Şakir’in boynuna atladı. Şakir hemen oracığa çöküverdi ve çocuğu kucağına aldı. Çocuk dakikalarca başını Şakir’in göğsünden kaldırmadı. Âdeta başını onun göğsüne gömdü… Şakir’in gözyaşlarına engel olma çabasına Kenan ve Sinan da şahit olmuştu. Onlar da birer çocuğu kucaklarına aldılar. Şakir, çadırın hanımına Arapça bir şeyler sordu. Bir müddet öylece konuştular. Görüşme tamamlandıktan sonra çadır halkı hürmetle gelenleri uğurladı.

Şakir, durumu özetler bir şekilde toparladı:

–Ağabeyler! Sizi buraya samimiyetinize güvenerek getirdim. Biz buradaki ailelere kardeş aileler oluşturup maddî-mânevî ihtiyaçlarına yetişmeye çalışıyoruz. Eğer siz de birer aile ile kardeş olmak isterseniz buyurun. Burada kardeş aile bekleyen yüzlerce çadır var. Her gelen; Antep’in kebabını, tatlısını soruyor. Şimdi bile şu ortama duyarsız binlerce kişi o kebapçı senin bu tatlıcı benim geziyor. Peki, bu zor günlerinde bu insanlara yardımcı olacak o müşfik yürekler, acaba valizlerinin neresinde kaldı? Veya hiç yanlarına almadılar mı? Şimdi size hiç unutamayacağınız bir yemek ikram edeceğim. Buyurun.

Birlikte büyükçe bir çadırdan müteşekkil bir aşevinin önüne vardılar. Şakir’i gören herkes onu sıranın başına buyur etti. Şakir ise elini kalbinin üzerine koyup teşekkürle mukabelede bulundu ve eline üç tane tabldot alıp misafirleri ile sıraya geçti.

Öğle yemeğini yemek için sofraya geçtiklerinde. Kenan daha fazla dayanamadı ve ağlamaya başladı. İçli içli, hıçkıra hıçkıra ağladı ağladı… Kendini toparladıktan sonra:

–Allah senden râzı olsun Şakir kardeşim. Senin için adamın kralı demiştim, aynen öylesin. Helâl olsun sana! Biz de İstanbul’da kendi çapımızda bir şeyler yaptığımızı zannediyorduk. Hoş yaptığımız en büyük faaliyet, durumu müsait olanlardan aldığımız paralarla marketlerden alışveriş kartı alıp onu Suriyeli muhâcir kardeşlerimize dağıtmaktı. Biz olaya böyle bakmamıştık.

–Abi, yeryüzünün değişmez bir hakikatidir: Cenâb-ı Hakk’ın mühürlediği kalpler dışında; bir fazîlet karşısında etkilenmeyecek, kıvam bulmayacak hiçbir kalp yoktur. O yüzden biz, fazîlet tohumları ekeceğiz ki yarın mahşer gününde toplayacak bir hasadımız olsun. Aksi takdirde kin ve nefret de hasat zamanını bekliyor. Belki yarın savaş bitecek ve bu insanlar memleketlerine dönecekler. O zaman hatırlarında buralarla ilgili güzel şeyler kalsın. Aslında çok üzücü hâdiselere şahit olduk buralarda. İmkânsızlıklar artıp da sabırlar taşınca maalesef, iyi niyet yerini üzücü kavgalara bırakıyor. O yüzden en büyük ihtiyaçlarımızdan biri de bu insanlarla sağlıklı iletişimler kurmak. Onları asla yük olarak değil, bir Allah emâneti olarak gördüğümüzü onlara idrak ettirirsek belki asırlarca unutulmayacak bir kardeşlik tesis etmiş olacağız. Belki de yarın bizim tek tutunacak dalımız, bugünkü bu samimî gayretlerimiz olacak. Allah sizden râzı olsun. İnşâallah sizi hayal kırıklığına uğratmadım!

–Estağfirullah. Biz de seni hayal kırıklığına uğratmayıp, üzerimize düşeni yapacağız inşâallah… Sen bize üzerimize düşeni bildir, yeter.

–Allah râzı olsun!.. Şimdi Antep’imizin güzel tatlıları boğazımızdan geçecek işte. Haydi, burada hizmetlerde elim-ayağım olan bir-iki gence de sözüm vardı. Şu yetimleri de alıp gidelim.

Acıları paylaştıkça, biraz da olsa sevinmeye hakkı oluyor insanın…