BU, O DEĞİL!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

egitim_notlari_yuzakidergisi_ocak2016

Genç ve kendince çok zeki bir delikanlı.

Düşünce makinesini felsefe trafosuna bağlamış konuşuyordu:

–Sınırsız sorgulamak istiyorum.

Ârif bir dost, ikaz etti:

–Tamam da, insan önce kendini bilmeli, iradesine sahip olmalı. Şeytanî yellere yaprak gibi kapılmış bir akılla sorgucu kesilmek, hikmete değil zillete talip olmaktır.

Delikanlı, pişkin pişkin güldü:

–Ben kendime sahibim.

–O zaman niçin duyguların kontrolsüz?

–Bunun benimle alâkası yok.

–Kiminle alâkası var?

–Cevapsız suallerim çok fazla. Kime sorsam, beni tam olarak tatmin etmiyor. Hattâ Allâh’a sordum, ondan da cevap alamadım. Herkes tıkanık bu noktada.

–Hâşâ! Uçurum önünde frene bas ey gafil! Yaptığın manevra, sadece ucuz ve uydurma bir senaryo. Bununla kendini aldatıp da başkasını kandırmaya kalkışma! Sen önce işin aslına dikkat et!

Beriki şaşırdı:

–Anlayamadım!

–Eğer kulağını da gözünü de kalbini de iyice açarsan, anlarsın!

–Merak ettim.

–Öyleyse evvelâ teraziyi doğrultalım.

Bilesin ki sen;

Yetersiz bilgilerini çok şey zannediyorsun. Sonra da cahilce bir yol tutturuyor ve; «Cevapsız suallerim var. Onları hattâ Allâh’a da sordum, yine cevap yok.» diye kendince bir senaryo uyduruyorsun. Tamamen sahte ve asılsız bir senaryo yazıyorsun.

Oysa;

Sen, sende cevabı olmayan bir suali aslında yine kendine soruyorsun. Sonra da Allâh’a sorduğunu iddia ediyorsun. Cevabı bilmeyen sensin veya senin gibi âcizler ve bilgisizler, fakat hâşâ Allah bilmiyor diye yansıtıyorsun. Bir de kalkıp; «Biliyorsa, cevap versin o zaman!» diye meydan okuduğun da kesinlikle O değil, ancak kendinsin! Tabiî bundan gafil olduğun için senden cevap çıkmıyor ve sen yine; «İşte, cevap veremedi!» diyorsun.

Uyan;

Cevap veremeyen kişi her zaman sensin, o değil!

Kaldı ki, cevapsız suallerinden birini söyle bakalım. Ben de bilemezsem, bilen birine sorarız birlikte. Çünkü kullar kullardan öğrenir. Peygamberler dışında kimseye doğrudan doğruya gökten vahiy yağmaz.

Delikanlının beyni zonklamaya başladı âdeta. Usulca boyun büktü:

–Bunları kabullenmek, benim için ilk anda hayli zor gibi ancak ne diyeyim, galiba doğru. O bilmiyor dediğim de galiba benim.

–O hâlde sıra bahsettiğin suallere geldi.

Şaşkın delikanlı, aklındakileri heyecanla sordu, sonra bir daha, sonra bir daha. Hepsinde de öyle mutmain cevaplar aldı ki, hayranlık içinde hayretini gizleyemedi:

–Meğer bunların cevabı ne kadar basitmiş. Tabiî ki bilenler için. Meğer hepsi de erbabınca bilinen şeylermiş. Ne kadar yazık, bir de ben hiç kimse, hâşâ Allah bile bilmiyor zannediyordum. Daha doğrusu kendi cahilliğimi ilmin sonsuz kaynağına külâh yapmaya kalkışmışım. Kendimdeki acziyeti göreceğim yerde, tutmuş, kādir olan kudreti âciz zannetmeye saplanmışım.

Ârif dost, sevindi:

–Çok şükür, tefekkür terazisi Hak ekseninde düzelince her bozukluğun hesabı ve muhakemesi de doğrulmaya başladı. Bu hususta bir de eğitim bülbülünü dinlemelisin. Zira onun da bahsedeceği hikmet incileri, çok mühim.

Söz kendisinden açılınca eğitim bülbülü uçtu geldi. Zaten dinlemeye hazır olan muhataplarına tane tane şakımaya başladı:

“–Ey dostlar!

Konuştuğunuz mesele insanın en büyük problemi!

İnsan, nefsi yüzünden en boş zanlarını bilgi, hevesâtını ise put olarak görmeye müsait. Bundaki çarpışıklığı sebebiyle ve bir de o olmayan bu yaklaşımları dolayısıyla gerçekle arasında aşılmaz duvarlar çekiyor, sonra çıkmaz sokaklarda boğuluyor. Eliyle yonttuğu taşa Allah diyor. Kendi uydurduğu yalana, gerçeklerden daha yüce diye bakıyor. Yaptıkları, sıvı diye su niyetine kezzap içmek gibi, lâkin oluşlar, iç âlemde cereyan edince dışa dalmış gözleri bu hakikati bir türlü göremiyor.

Firavun da bu gafletinin kurbanı oldu.

O gafil ve cahil hükümdar, elindeki bilgiler ve imkânlarla büyük bir kule yaptırdı. Onun tepesine çıkıp da güya Hazret-i Musa’nın Rabbi’ne bakacaktı. Var mı, yok mu? Hem de diyecekti ki:

«–Gökte biz hiçbir şeye rastlamadık. İlim, teknik ve medeniyet bizim elimizde. Bunca imkânlarla biz daha yükseklere çıkarak baktık baktık, gökyüzü bomboş hava! Biz tâ oralara erişmişiz de öyle konuşuyoruz. Fakat şu peygamberlik iddia eden Musa, işte oturduğu yerden neler saçmalıyor! Bana göre o, yalancının teki!»

Çünkü koca Firavun, işin iç yüzünü görmüyordu.

Göremiyordu.

Görse bilecekti;

Şeytanın dâhil olduğu bir senaryoydu bunlar!

O senaryoda «bu ve o» çerçevesindeki her şey birbirine karışıyor ve insan, kendi kendine gözünü boyayan süslü nefsânî ve iblisçe yaklaşımların zebûnu oluyor.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Firavun dedi ki:

«–Ey Hâmân!

•Bana yüksek bir kule yap;

•Belki yollara, göklerin yollarına erişirim de,

•Musa’nın tanrısını görürüm.

•Doğrusu ben O’nun, yalancı olduğunu sanıyorum.»

Böylece;

•Firavun’a, yaptığı kötü iş,

•Süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı.

(Sonra ise);

•Firavun’un tuzağı,

•Tamamen boşa çıktı.” (el-Mü’min, 36-37)

Zira yüce Allâh’ın emriyle Hazret-i Cebrail, o kuleye bir kanat vurdu, yerle bir etti.

İşte ey dostlar!

Bu ve benzeri misaller, hem ibret hem hikmet aynası.

O aynada âşikâr;

İnsanoğlu, kendi idrâki çerçevesinde tefekkür topacını döndüren varlık.

Ancak tefekkür, bir topaç olarak kullanıldığında isabet noktası doğruluk ve istikamet, hakikat ve hikmet yönünde gerçekleşmiyor.

İnsan, kendince üretiyor ve ürettiğini de merkeze koyuyor, sonra da onunla mücadele edip duruyor. Hattâ Allah inancında da böyle.

Eğer hakikî bir mârifetullah bilgisi ve vukûfiyeti yoksa, insanoğlu, Allah yerine kendisi bir başka şey üretiyor. Tabiî kendi ürettiğinin de kendisi gibi yığınla kusuru var. Bunu görür görmez de, başlıyor o kusurlara itiraz etmeye. Sanıyor ki, hâşâ Allah’ta kusur buldu da düzeltmek için onunla mücadele ediyor.

Hâlbuki insanın bu vehmi, o değil. Zavallı insan, o zannediyor da, îman boşluğu yaşıyor, bağlılık boşluğu yaşıyor. Çünkü kusurlu bir varlığa bağlanmak, insan fıtratında yok. Bu gerçeği de çözemeyince şüpheler, vesveseler ve itirazlar, boşu boşuna içini kemiriyor, rûhunu daraltıyor, çıkmaz vadilerde dolaştırıp duruyor. Uzak düşürüyor.

Aynı şekilde;

Gerçek bir Allah dostuna karşı da insanın durumu aynı mahiyette işliyor. Mübârek bir gönle karşı bile sayısız zikzaklar içinde kendi kendini tıkıyor. Boş vesveseler, bitmeyen çalkantılı duygular harmanı.

Sebep yok. Sebep çok.

Niçin?

Çünkü insan,

Her şeyi kafasında ve gönlünde kendince bir yerlere oturtmak temayülü içinde bir varlık. İlle her şeyi bir şey üzerine oturtuyor. Ama zamandan ve mekândan münezzeh olanı bir mekâna veya zamana oturtmak ne mümkün! Fakat zavallı insan, ille oturtuyor. Böyle olunca tutturamıyor, kendi bile tutmuyor. Açıkça ve cesaretle itiraz ediyor Allah inancına bile. Oysa bu itiraz, Allâh’a değil, kendisine, ama fark etmiyor ki! Bu yüzden de aynı dolambaç içinde boğulup duruyor her gafil!

Bir de;

Bir yere oturtmak özelliği, yer çekiminde yaşayan insan için normal ama, doğru yere, doğru şekilde ve olması gerekenler için geçerli bu. Bir padişah taht üzerine oturtulur. Gönül tahtı olmayan kimse, gönül padişahını nereye oturtabilir? Ne kadar anlar onu?

Çare?

Kendince ve alâkasız şekilde bir yerlere mantık bindirmekten vazgeçmek!

O zaman görecek ki;

Bu dediği, meğer o değil!

Yüce Mevlâ, beşerin çizgileri ve çerçevesine sığacak bir varlık değil.

İnsan için de aynı.

Gerçek bir Allah dostu, bir beşer mantığının kendince oturttuğu mahiyette biri değil. Beşer mantığının, kendi içinde bir yerlere oturttuğu başkadır, o zâtın mânevî hakikati başkadır. Hele iç âlemi göremeyen bir göz, rûhu seyredemeyen bir öz, bu hususta zâhir perdesine sarıp da onu kendince bir mânâya oturtması, baştan sona yanlış ve hatadan ibarettir. Böyle yapanlar, sevgi ile bile yaklaşsalar, güzel bir gönül insanından nasib alamazlar. Hakk’ı ise zaten lâyıkıyla Hak olarak bilemezler ve müstefîd olamazlar.

Bunu aşmak ne ile mümkün?

Ancak teslîmiyet şuuruyla.

Bilhassa; «O kendisi nasılsa öyledir!» hakikatine râm olup keşif ve vukûfiyet içinde mârifet bilgisine ulaşmakla mümkün.

Unutmamalı ki;

O’nu, kendi içimizde oturttuğumuz şekilde zannedersek, bu, baştan sona O’ndan ayrı bir şeydir. Yani bu, asla O değildir.

Eğer O’nu bilse, bulsa ve anlasa insan, içinde hiçbir tereddüt yaşamaz, bir kere bile. Hele vesvese, zerre kadar kalbine sızacak yol bulamaz. İtiraz ise, aklın hiç bilmediği bir buhara döner. Hele boş kıyaslar, hiçbir şekilde devreye giremez. Sadece hayranlık, sadece aşk, sadece bağlılık, sadece istifade, sadece yakınlık, sadece beraberlik, hep bunları yaşar, her nefes!

Tıpkı Hazret-i Ebûbekir gibi.

O, Hazret-i Peygamber Efendimiz’i bu hakikat ve mârifetle tanıdı, sevdi, ona kurban oldu, onunla beraberlik sırrını tam mânâsıyla yaşadı.

Onun bu dediği ile o hakikati arasında ayrılık ve farklılık olmadı. İçinde bu, o idi. O da bu idi. Çünkü kendince bir yere oturtmadı O’nu. O’nun oturduğu ilâhî gerçeğe râm oldu. O’nu anladı, O’nu gördü, O’na bağlandı, O’na pervâne oldu.

Çoğu kimseler bu gerçeği sezemez ve kendi potasında O’nu hapseder. O’nun etrafında diye aslında kendi etrafında pervâne olur. İşte sahte aşk, işte acı kayıp!

Bu yüzden;

Tasavvuf büyükleri Hazret-i Allah bahsinde büyük bir irfan ve edep ile demişlerdir ki:

«Ey Allâh’ım! Sen kendi hakikatinde nasıl isen ancak öylesin! Bizim Sen’i anlattığımız bütün bilgilerden, üstelik Sen’i tenzih edişlerimizden bile hem münezzeh hem de yücesin!»

İdrâk edenlere ne mutlu!”

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…