ÂH KEŞKE!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

a_ziylan-SAYI-141

Geçen gün ortak çalışan iki kardeşten biri ziyaretime geldi. Bir firmaları var. Bana işinden, ortaklıktan şikâyet etti. Hulâsa;

“–Ne işten ne dünyadan, artık tat alamıyorum. Çok sıkılıyorum. Kardeşim de aynı fikirde. Ortaklığı bitirip ayrılmak istiyoruz.” dedi.

Ben de;

“–Görünüşe bakılırsa, işleriniz iyi gidiyor. Yabancı değilsiniz, kardeşsiniz. Ayrıldığınız takdirde çok müşkül durumlara düşersiniz. Biz herkese birleşmeyi öğütlüyoruz. Ortaklıklar kurarak büyümeyi tavsiye ediyoruz. Sen ise ayrılmak istiyorsun.” dedim.

“–Allah herkesin rızkını verir.” dedi.

Ben de şunları söyledim:

“–Allah herkesin rızkını verir doğru ama, Allah; «İki kişi ortak olursa üçüncüsü benim.» diyor. «Herkes ayrı ayrı olsun, ben rızkını veririm.» diye ayrılmaya teşvik etmiyor. «Hep beraber olun, birleşin.» diyor.

Çünkü;

Birlikten kuvvet doğar.

Allah sana rızkını bir parça kuru ekmek olarak da verebilir, mükellef bir sofra olarak da ikram edebilir.

Rızkın, sana birinin eline tutuşturacağı sadaka olarak da gelebilir. Birlik beraberlik içinde dürüstçe çalışmanın karşılığı olarak bolluk-bereket olarak da gelebilir. Hâinlik olmazsa; eğer şartlarına riâyet edilirse, birlik berekettir. Ayrılık, dağınıklık ve parçalanmak ise zayıflıktır ve bereketsizliktir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

«Birlik-beraberlik rahmettir. Ayrılık azaptır.» (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 145)

Bir araya toplanınca rızık bereketinin daha fazla geldiğinin güzel bir delili de şu hadîs-i şeriflerdir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbı;

«–Yâ Rasûlâllah! Yemek yiyoruz, fakat doymuyoruz.» dediler.

Rasûl-i Ekrem onlara;

«–Herhâlde ayrı ayrı yiyorsunuz!» buyurunca;

«–Evet, öyle yapıyoruz.» dediler.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

«–Yemeği birlikte yiyiniz; besmele çekiniz; yemeğiniz bereketlenir.» buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime 14)”

Daha evvel; ortaklıkla alâkalı, birleşerek büyümeyi teşvik edici ve bir ortaklığın bozulmaması için yapılması gerekenleri anlattığımız yazılar yazmıştık. Yine hâtıralarımızı da paylaşmıştık.

Fakat o zaman anlatmadığım babam ile amcamın ortaklık hikâyesi ile beraber, eksik kalan bazı noktaları da hatırlatmakta fayda görüyorum.

Antep harbinin şiddetli olduğu aylarda dedem yaşlı ve hasta, babamı yanına çağırıyor ve şöyle diyor:

“–Oğlum ben herhâlde öleceğim. Kardeşin henüz küçük, daha 12 yaşında. Onu evlâdın gibi sev, onu sana emânet ediyorum.”

Babam da;

“–Baş üstüne baba, sen üzülme o benim kardeşim.” diyor.

Çok geçmeden dedem vefat ediyor. Allah rahmet eylesin.

O zaman 18 yaşında olan babamın üzerinde böyle bir vasiyet var.

Babamın daha önce öğrendiği kök iplik boyacılığı mesleği var. Kardeşini de çırak olarak yanına alıyor, beraber çalışıyorlar. Babaannem, babam ve amcam beraber yaşıyorlar.

Zaman içerisinde babam evleniyor; yine aynı avluda oturuyorlar, aynı ocaktan yemek yiyorlar, keseleri bir, sofraları bir… Şu para senin, bu para benim hesabı yok aralarında.

Hayat devam ediyor. Babamın beş tane evlâdı oluyor. Ben, beş evlâdının dördüncüsüyüm.

Babam kardeşini de bir evlâdı gibi görüyor. Amcam da ağabeyini babası gibi görüyor. Neticede ortaklar ama birbirlerine yabancı insanlarmış gibi maddî hak ve hukuku belirleyecek bir zemin oluşmuyor. Babamın aklına gelmiyor, amcam söylemeye çekiniyor.

Amcam işyerinde bedenen çalışıyor; babam ise hem iş alıyor hem tahsilât yapıyor hem de boş zamanlarında gelip işe yardım ediyor. İş yerinde amcamın ancak yarısı kadar çalışıyor.

Amcam da evleniyor. Bir çocuğu oluyor. Belki el kızının da tesiriyle amcam iyice vesveselerle düşünmeye başlıyor:

“Hem çok çalışan benim, hem de paylaştığımızda onlar yedi kişi, biz karı-koca bir de çocuk üç kişiyiz. Ben onların iki katı kadar çalışıyorum, ama paylaşmaya geldi mi onlar yedi kişi yiyor biz üç kişi yiyoruz.”

Fakat bunları çıkıp babamın yüzüne söyleyemiyor. İçinden kuruyor.

Amcamın moralini iyice bozan iki hâdise daha oluyor.

Babam bir bağ satın alıyor. Tapu kendi üzerine. Bir zeytinlik satın alıyor o da aynı. Amcam bunları duyunca iyice sinirleniyor. Artık evde, annesinin ve yengesinin (benim annemin) yanında da şikâyet etmeye başlıyor.

Fakat babam eskinin otoriter bir insanı. Bu sebeple annem de duyduklarını gidip babama söyleyemiyor. Babaannem de bir şey diyemiyor.

Fakat sonunda, amcam babamın karşısına dikilip;

“–Ben ayrılmak istiyorum.” diyor.

Babam sebebini sorunca;

“–İllâ bir sebebi mi olmalı?” diyor.

Alman Harbi’nin yeni başladığı zamanlar.

Babam nineme gidip kardeşinin ayrılmak istediğini anlatınca, ninem;

“–Ben ondan uzun zamandır duyuyordum bunu.” diyor. Sebebini de aktarıyor:

“Kardeşin diyor ki: «Çalışan benim yiyen onlar. Onlar çok, biz azız!»”

Babam bunları duyunca çok kızıyor. Daha doğrusu, kardeşinin düşünceleri ve arkasından söyledikleri ağırına gidiyor.

“–Ya öyle mi?” diyor.

Bir öfkeyle; oturdukları evi, dükkânı, işi, bağı ve zeytinliği satıyorlar. Paylaşım sırasında sırf;

«Sen şunu aldın, bunu aldın.» olmasın diye her şeyi satıp parasını paylaşıyorlar.

Babam başka bir eve, amcam başka bir eve kiraya çıkıyorlar.

Aradan birkaç sene geçince ikisi de aldığı paraları tüketiyor. Hazıra dağ dayanmaz. İkisi de çok müşkül duruma düşüyor, mağdur oluyorlar. Ortak iken durumları iyi olan iki kardeş, ne yapacaklarını şaşırıyorlar, kıt kanaat geçiniyorlar.

Babam daha şanslı. Çünkü hanımı yani annem iş bilen bir kadındı. Çocukların da yardımıyla aile ayağa kalkıyor. Maddî durum iyileşiyor.

Fakat;

Amcamın yardım edecek çocukları yoktu. Ölene kadar fakir, muhtaç kaldı.

Bu ayrılıktan iki taraf da pişman oldu.

Babam hep derdi ki;

“–Keşke o zaman öfkeye kapılıp da bu çocuğu ayırmasaydım. O bana babamın vasiyetiydi. Babamın vasiyetini tutsaydım.

Ne derse; «He!» deseydim ne olurdu sanki. Ortak olduğumuzu anlatsaydım. Bizim durumumuz şimdi iyi de onun durumu kötü, yüreğim parçalanıyor.” derdi.

Neticede kardeş. Elimizden geldiğince yardım etmeye, zor durumda bırakmamaya çalıştık. Ama keşke bu sıkıntılar hiç yaşanmasaydı.

Amcamla konuştuğum zaman, görürdüm ki o da pişmandı:

“–Ah baban! Bütün kabahat babanda! Ben sanıyordum ki bütün menfaati üstüne alıyor. Hâlbuki ayrılırken gösterdi ki hiçbir şeyi kendi üstüne almıyormuş. Bunları bana zamanında anlatsaydı ben ayrılır mıydım?!. Niye ayrılayım…”

Ayrılma kararı alan kardeş ortaklara, babamla amcamın hikâyesini böyle anlattım. Son söz olarak da onlara şunu söyledim:

“–Ne olur sizi sevenleri üzmeyin. Sevmeyenleri de sevindirmeyin. Çünkü şeytan giriyor araya. Şeytan sizin bu hâlinizi görünce sevinecek. Bazı dost gibi görünenler de var. Onlar da sizin düştüğünüz hâle sevinecek, onları da sevindirmeyin. Ortaklığa devam edin, birleşmeye devam edin. Ufak tefek fedâkârlıklar yapın.

Bu hâdiseden çıkarılacak dersler var.

Şimdi amcamın vesveselerini düşünelim:

Atölyede ben fazla çalışıyorum zannediyor. Babamın müşteri bulma ve tahsilât gibi işlerini işten saymıyor.

Hâlbuki bir ortaklıkta, herkes verimli olacağı sahada çalışır.

Hattâ çevre, tecrübe ve hususî kabiliyet gerektiren işlerin; bedenî faaliyetler gibi mesai saatiyle ölçülmesi de doğru olmaz. İşinin müşterisini bulan, tahsilâtını yapabilen bir kişi; iş yaptıracak iyi bir ustabaşı da bulabilir.

Tam tersi de olabiliyor:

İşin dış tarafında duranlar, içeride çalışanları ve yaptıklarını küçük görebiliyorlar. Bu da yanlış. İşin başında sahibinin bulunması da mühim bir katkıdır. Üretim bütünüyle «elin adamı»yla yürümeyebilir.

Hâsılı: İki taraf da diğerinin kıymetini bilecek, haset etmeyecek, fesatlık yapmayacak.

Babamla amcamın hikâyesi her ortaklık yapana nasihat olsun.

Bir akrabamız vardı. Kocası, dört kardeşiyle ortak iş yapıyorlardı. Akrabam bana yakınarak diyordu ki:

“–Ahmet Amca sen biliyor musun, bütün işi yapan benim kocam. Her işi o yapıyor. Eğer o olmasa kardeşleri hiçbir işi bilmezler.”

Ben;

“–Yavrum öyle deme. Bütün rızkı veren Mevlâ’m.” dedim hep ona.

Nihayet ayrıldılar. Şimdi o kardeşlerinin hepsinin durumu iyi, kendisininki kötü.

Demek ki;

“–Ben bilirim!” dememeli.

Bunun tâ asr-ı saâdette yaşanan bir misalini Yüzakı dergimizde okudum:

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber Efendimiz’in yanına gelir; diğeri de çalışır, bir meslek icrâ ederdi. Bir gün çalışan kardeş, diğerini Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e şikâyet etti.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu şikâyete karşılık şu cevabı verdi:

“Belki de sen, onun sayesinde iş buluyor ve rızıklandırılıyorsun.” (Tirmizî, Zühd, 33/2345)

Peygamberimiz’in cevabı, bereketi hatırlatmak. Rızkı vereni düşünmek. Rızkı veren Rabbim. O hangisinden râzı olur:

“Her işi BEN yapıyorum. BEN olmazsam bu firma batar. BENİM hakkım daha fazla olmalı!” diyenden mi yoksa;

“Rabbim helâlinden rızık veriyor. Ne mutlu ki hep beraber huzur içinde ağız tadıyla çalışıyoruz, kazanıyoruz; kimseye muhtaç olmuyoruz. Rabbim beraberliğimizi bozmasın. Aramıza şeytanı sokmasın!..” diyenden mi?

Diğer taraftan;

Babamın hatası da, kardeşinin vaziyetini hiç düşünmemesi. O ortaklık adına satın aldığı malları; bir aile reisi olarak emâneten üzerine alıyor, fakat bunu kardeşinin yanlış değerlendirebileceğini düşünmüyor. Nasıl olsa elimde büyüdü diyor. Evlâdı gibi sayıyor. Hâlbuki o da büyümüş, evlenmiş, çoluk-çocuğa karışmış;

“–Bak kardeşim, bu bağı aldık. Ben şimdilik tapusunu üzerime yapıyorum ama elbette bu dükkâna ait bir mal. İkimizin ortak malı.” deseydi, kardeşinin vesveselerini dağıtırdı.

Yahut, en baştan;

“–Gel tapuya gidiyoruz.” deyip, kardeşini de kayda geçirseydi…

Daha evvel söyledik, yazdık: Dînimiz nizâ çıkmaması için;

“Alacak borç vs. her şeyi kayıt altına alın, şahit tutun, yazın, çizin, üşenmeyin!” tâlimâtını veriyor. (Bkz. el-Bakara, 282-283)

“İstişâreyi ihmal etmeyin!” diyor.

“Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de isteyin!” diyor.

Hâdisenin bütününden çıkan şu ders de çok mühim:

Onlar beraber iken o dükkân; iki aileye baktığı gibi, yavaş yavaş bağlar, zeytinlikler de aldıracak, ilâve yatırımlar yaptıracak kadar para kazandırıyormuş. Fakat ayrıldıklarında ellerine geçen ile iki aile de ayakta duramaz hâle geliyor. Yani o bereket ortadan kalkıyor. Allah biri becerikli diye veya biri fazla çalışıyor diye vermiyordu o bereketi. İkisi bir arada diye veriyordu. Birbirlerine sahip çıkıyorlar, ayrılmıyorlar, dağılmıyorlar diye veriyordu.

Birlikte kuvvet var. Ayrılıkta zaaf var.

Bu kadar açık.

Cenâb-ı Hak anlayabilenlerden eylesin.

Biz ticaret kısmını söyledik. Siz; siyaset, toplum ve eğitim gibi hususlarda da birlik ve beraberliğin faydasını anlayın. Çünkü aynı hakikatler orada da geçerli.

Rabbim bizleri bir eylesin, diri eylesin. Dağılmamıza, parçalanmamıza, kuvvetten düşmemize müsaade etmesin.

Âmîn!..