ÂH ANNECİĞİM!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

e_notlari_yuzakidergisi_mart2016Kulağı göze özendirdiler, gözü de kulağa. İkisi de beynin kapısını tıklattı. Kulak atıldı önce:

‒Ey beyin! Ben de görmek istiyorum.

‒Fakat sen işitmek içinsin.

‒Ne yani, hür bir uzuv olarak benim de görme faaliyetim olamaz mı?

‒Mümkün değil, üstelik doğru da değil.

‒Hayır, mümkün ve doğru!

‒Sonun hüsran olur ey kulak! İşitme değerini de kaybedersin, kendine gel!

‒İspatlayacağım!

‒Kim, sana ne dediyse, aldatmış ey kulak! Aptalca bir şey bu.

‒Asla, oldukça mantıklı!

‒Çok yazık!

Derken göz devreye girdi:

‒Ey beyin! Kulağın dediklerine şeddeyle katılıyorum ve ben de işitmek niyetindeyim.

‒Yahu sen, görmek içinsin.

‒Bir de işitsem, ne olur ki!

‒Olmaz.

‒Olacak.

‒İmkânsız bu.

‒İspatlayacağım.

‒Ey göz, kimden akıl aldıysan seni de kandırmış! Uyan şu gafletten!

‒Merak etme asıl şu an uyanık hâldeyim.

‒Çok yazık!

Aradan bir müddet geçti. Kulak ve göz, tuhaf hâllere düştü. Önce kulak feryat etti:

‒Ey beyin! Gözü kurtar yoksa kör olacak!

Göz itirazı bastı:

‒Hayır, ben iyiyim ey beyin! Sen kulağı kurtar yoksa sağır olacak!

Doktor teşhisi koydu:

‒Az daha kulak da göz de elden çıkıyormuş!

‒Ümit yok mu?

‒Henüz umutluyum. Fakat iyi bir tedavi şart.

Eğitim bülbülü kanat çırptı. Doğrudan doğruya mevzuya girdi:

“‒Ey doktor!

Bu tuhaf hastalık, zamanenin içine düştüğü en cazip tuzak. İnsanları kendi gerçeklerinden koparıp da başka yaratılış rollerine özendirerek bozuk bir yaşayışa sürüklemek ve orada harcamak. Düşmanın, en dostane yaklaşımlarla en yok edici hamlesi bu aslında. Bugün farklı cinsler arasında aynılık rüzgârları estirmek sûretiyle ortaya çıkarılan bütün garâbetler de böyle bir hücumun mahsulü.

Maalesef ey doktor!

Dün bedenleri diri diri toprağa gömülüyordu.

Şimdi ruhları, nâzenin özellikleri ve eşsiz kıymetleri dehlizlere gömülüyor.

Zavallı kız çocukları.

Onlara, kendilerinden başka karakterler ezberletiliyor. Sonra ömür boyu çok acı ve kötü bir oyun oynatılıyor. Yapılarına tamamıyla zıt bir hayat oyunu. Hâlbuki hayat, hiçbir zaman oyun değil. Sonunda neticeler, kahredici ve mahvedici. Her şey ortada: Harap edilen ruhlar, kalpler, akıllar ve yavrucağızlar. Yok edilen günahsız nesiller.

Aah kız çocukları!

Kendi gerçek karakterlerini yaşayamayan ve modernizme mahkûm edilen masumlar!

Erkek misali hareketlere, giysilere ve yaşayışa itilen, âdeta buna mecbur tutulan âcizler. Kasıtlı sloganlar ve programlanmış hâdiselere boğmanın başarısı olarak hürriyeti erkeklerle aynı manevralarda zanneden acıklı kurbanlar. Üstelik dayatılmış yoğun telkinler yüzünden kendi gerçek özelliklerinden ziyade dimağlarına şırınga edilen rolleri hayat edinmiş, lâkin zalim edâsında mazlum talihsizler.

Onları göz göre göre gömüyorlar.

Önce;

Karakterlerini öldürüyorlar.

Sonra;

Hiç acımadan iffet duygularını gömüyorlar. Annelik duygularını defnediyorlar. Sevgilerini, en zehirli hislerin çarkına parçalatıyorlar.

Omurgalar kırık hâlde.

O kırık yapı üzerinde elbiseler düzgün durmuyor ne yazık!

Düzgün değil diye onları habire ütülüyorlar. Fakat yine bozuk duruyor. Sonra yine ütülüyorlar, yine düzgün duruş yok. Yine ütü, yine eğrilik. Değişmiyor hakikat. Çünkü çare ütü değil, omurganın düzelmesi.

İhtiyaç bu.

Ancak bozuculuğun gülücüklü mühendisleri, bu ihtiyacı başka şekilde gidermenin yoluna saptırdı çareleri.

Kadınlara sahip çıkmayı ve onları korumayı, erkeklerin haklarını da onlara gasp ettirmek olarak düzenlediler. Böylece kaba kuvveti sinsi bir şekilde tahrik ederek onu çıldırttılar ve zayıf kadını daha da ezdiler. Kadın cinayetlerini artırdılar. Oysa zayıfı muhafaza, kuvvetin hakkını çalarak ona yedirmek değildi. Lâkin bu acı tuzak, hâdiselere boğularak saklandı, gözlerden gizlendi, fark ettirilmedi.

Zayıf yürekler, yine ıstırapla inledi.

Çare için tekrar istismar ve ihtiyaç saptırması devreye girdi.

Kadının kadınlığı, taşeronlara kaldı. Annelik, taşeronlar elinde. Merhamet ve sevgi, taşeronlar kıskacında. Ne biçim bir şahsiyet ve vicdan bu?

Ey doktor!

Hayatın ihtiyaçları çok.

Bunlar omuzlara bindikçe; insanların yürüyüşleri, aldığı nefesler ayrı bir direnç ister. Maddî değil, mânevî dirâyet gerektirir. Ancak yüklerin çoğu maddîdir, fakat taşıyacak omuzlar, içtedir ve mânevîdir.

İnsan gerçeği bu.

O dirâyette erkekler daha güçlü, kadınlar daha zayıf yaratılışlı. Bu sebeple erkeğin yükü fazla, ancak insanı dünyaya getiren varlık olması hasebiyle kadının yükü daha ağır.

Bu sebeple Hazret-i Allah;

Kadını da erkeği de yüklerini birlikte taşıyabilecekleri şekilde tanzim etmiş ve ona göre mes’ûliyetler vermiş. Yani vazifeler, yaratılışlarındaki hakikate göre ilâhî bir dengeye tâbî.

Fakat insanoğlu;

İhtiyaçların çalkantıları ve telâşları arasında bu dengeyi, bilgisizce bozuyor. Erkeği kadınla aynı, kadını da erkekle aynı kategoride düşünme gafletine düşerek her ikisini de yığınla problemin ortasında perişan ve darmadağın ediyor.

Nasılsa elde haklı bir sebep var:

İhtiyaçları gidermek!

-dan dolayı yaptım, -den dolayı yaptım…

Çok güzel!

Lâkin bu haklı sebep; bir adım öncesinde veya sonrasında ihtiyaçları bahane ederek onları sömürmek, onları materyalist bir dünyanın ham malzemesi olarak kullanmak şeklinde büyük haksızlıkların kurbanı ediyor!

Sadece;

Birileri daha çok kazansın diye!

Bu gerçekleşirken de durumu, kadın fark etmesin, sömürüldüğünü değil, hürriyetine kavuştuğunu düşünsün diye!

Bu yolda;

Güya kadının çalışması hususunda kavgalar veriliyor. Yahu kadın zaten çalışıyor. Tarihten beri kadın çalışıyor. Hem de bazen erkekten daha çok çalışıyor. Ne insafsız bir ifade bu. Ama ne acı ifade ki, ambalâjı itibarıyla kadınların balıklama içine daldıkları sahte bir maske. Evde, çarşıda, toplumda erkekten daha fazla çalışması yetmemiş gibi, bundan daha ötesini istercesine; «Kadın çalışmalı!» nâraları ne için?

Gayet açık değil mi?

Esef ki, bu açık hakikati en fazla da kadınlar görmüyor, anlamıyor.

Çünkü duygu yoğun varlıklar. Duygusuyla oyna, hiçbir şeyi anlamaz.

Onların duyguları, ateşe verildiği an, istenilen her şeyde yangın çok kolay. Aile yıkılmış, bu uğurda kadının dünyası perişan olmuş, kimin umurunda.

Amerika’daki bir anketin kahır dolu neticeleri bunun net fotoğrafı. Bir eyalette çalışan kadınların % 80’i şu feryadı basıyor:

‒Eve dönmek istiyoruz!

Soruyorlar:

‒Niçin?

Cevap çok ibretli:

‒Niçin olacak? Önceden evdeki yığınla işi yapıyorduk sadece. Sonra; «Çalış, ekonomik olarak hür ol!» dediler. Öyle yaptık. Güya rahat edecektik. Fakat erkeğin yaratılışı, biz çalışıyoruz diye onları mutfak elemanı yapmadı, onlar mutfağı üstlenemedi. Çocuk bakımını yapamadı. Onları bütünüyle yine biz yaptık. Yine biz yaptık. Para kazanıyoruz diye üstelik mutfak masrafları, hattâ ev kiraları da bize düştü. Arabamız olduğu için çocukları okula götürme işleri de bize kaldı. Makam şoförü de olduk. Yani hür olacağız diye, saatlerce evde çalışmamızın üzerine bir de saatlerce dışarıda kan ter içinde kaldık, hem şoför olduk, hem temizlikçi, hem mutfakçı, hem vezne. Hepsi biz olduk. Adamlar evde tamamen boşa çıktı. Bizimkisi kendi aklımızla kölelik oldu, hürriyet değil.

İşte materyalist dünyanın acı faturası.

Bu meselede üç-beş olumlu örnek elbette vardır. Ancak özeldir. İstisnâdır. Genele uygulandığı an, neticeler fecaat olur.

Yani;

İlâhî denge bozulduğunda; ihtiyaçların giderilmesi de, insan da sürekli istismar vesilesidir.

Dolayısıyla;

Kadınla alâkalı her mesele; çok daha derin temellerden ele alınarak idrak edilmeli, doğru anlaşılmalı, ondan sonra doğru bir eksen etrafında ortaya konmalı.

İslâm’ın bu meselede tahlili çok ince ve gerçekçidir.

Çünkü İslâm;

Onu/kadını; artısı ve eksisiyle, olduğu gibi tahlil eder. Bu gerçeğe göre tanzim eder. Kadının evdeki ve toplumdaki yeri ve duruşunu açıkça belirler. Hangi ölçüler içinde olması gerektiğini tek tek ifade eder. Onu her şekilde korur. Bugün materyalist dünya, kadını sömürebilmek için önünde tek engel olan bu korumayı sinsice ve üstelik kadınlara kaldırtmak için koruma olarak değil de zulüm olarak gösterir. Bindiği dalı kestirtir. İslâm’ın yüce muhafazasını baskı diye şırınga eder. Maksat, o muhafazayı bertaraf ederek kadını daha rahat sömürebilmek.

Oysa kadın;

Ancak İslâm’ın muhafaza sınırları içinde ailede ve toplumda en merkezî yerdedir. Huzur ve saâdet kaynağıdır. Muhteremdir. Ayakları altına kuru bir halı değil, ebedî cennetler serilen bir annedir. Ya da yuvanın goncası kıymetli bir abladır. Ya da göz nûru çok değerli bir kız evlâttır. Hangisi olursa olsun, bir milletin şahsiyet kazandığı öz madendir. İki dünyada sonsuz bir kurtuluş vesilesidir.

Fakat materyalist ve kapitalist gözlerde kadın;

Masumiyeti canavarlaştırılan bir ham malzemedir. İhtiyaçlar gerekçesiyle en rahat ve en ucuz sömürülebilecek bir ahmaktır. Duygu yoğunlukları her türlü kandırılma ve kullanılmaya müsait menfaat makineleri gibidir. Hürriyet afyonuyla çok kolay bir şekilde iradeli ve istekli köleler üretmeye en yatkın zavallılardır. Her türlü büyük yangının oluşturulabilmesi için hemen tutuşturulabilen vazgeçilmez tahrik kibritleri gibidir.

Hâl böyleyken;

Kadınların çalışmaları meselesi, hürriyetleri meselesi, feministlikleri vesaire ne varsa hepsinde de;

İşin aslı;

Zulmeden bir îmansız ve vicdansız kapitalist ve materyalist bir dünya gerçeği var!

Lâkin nasıl etmeli de göstermeli.

Göremeyenlerin hâline baktıkça, sadece şu cümleler dilimizden dökülüyor:

Âh kızcağızım!

Âh bacım!

Âh ablacığım!

Âh anneciğim!

Bütün milletlerin mânevî şahsiyetleri bugün aynı «âh»lar içinde kıvranıyor:

Âh anneciğim!

Âh o anne;

Bugün ne hâllere düştü? Ne hâllere düşürüldü?

Uyansana;

Âh anneciğim!