AF BEKLEYENLER…

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Demir kapılar ardı ardına açılıyor; derin koridorlar kendinin ve önü sıra yürüyen gardiyanın ayak sesleri ile yankılanıyordu. Gardiyan, iki kapı daha açtıktan sonra:

–Burası!

–Peki, teşekkürler.

Yüreğini tarifsiz bir heyecan ve ürperti kaplamıştı. Artık bu, kaçınılmazdı. Dönüşü vardı; ama ne gibi kayıpları olurdu tahmin edemiyordu. «Allâh’ım yardım et! Sen büyüksün yâ Rabbî!»

–Selâmün aleyküm!

Koğuştaki herkes kendi hâlinde vakit geçirmeye çalışırken, kapıdan selâmla giren bu zât, ilgiyi üzerine çekmişti. İçerdekilerin çoğu, çekmekte oldukları tesbihleri bileklerine kaydırıp ellerini kalplerinin üzerine koyarak hürmetle başlarını eğdi;

–Ve aleyküm selâm…

İçlerinden biri, koğuşun ortasındaki masayı göstererek buyur etti. Koğuştakilerin birbirlerine olan bakışlarını fark etmemek elde değildi. Gösterilen yere oturdu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sandalyeyi masaya yanaştırdı ve kollarını masanın üzerine yerleştirdi. Hem etrafı hem koğuş sakinlerini süzdü. Koğuşun hafif loş kalmış bir tarafından, bir karaltının kendisine doğru geldiğini fark etti. Adamın gelişinden, koğuş üzerindeki tesirini hissetmemek mümkün değildi. Yaklaştı ve elini uzattı:

–Buraya düşene pek; «Hoş geldin!» denmiyor maalesef. Allah kurtarsın muhterem!

İçinde bulunduğu ahvâli gözden geçirdi ve şükür noktasındaki eksikliğini hissederek;

“–Allah râzı olsun! İnşâallah!” dedi.

–Oradan bir çay çekin bu muhtereme!

Adamın babacan tavırları ve hiç kimsenin henüz niye geldiğini sormamış olması onu çok heyecanlandırmıştı. «Bakalım bu işin sonu nereye uzayacak?» dedi kendi kendine.

Bu arada masanın üzerindeki bir pirinç tanesi dikkatini çekti. Bir ganîmet bulmuş edâsıyla parladı gözlerinin içi. Hemen masanın üzerindeki suyla pirinç tanesini yıkadı ve besmele ile ağzına attı. Etraftakilerin şaşkın bakışlarını koğuşun söz sahibi, babacan tavırlı adam bozdu:

–Yahu muhterem! Buranın bir âdeti vardır, hattâ biz getirdik. Gelene; «Niye geldin?» denmeyecek; ama sen de adamı çatlatacak cinstensin hani. Tertemiz kıyafetin, bakımlı sakalın, nur fışkıran yüzün… «Hani bir haksızlık olmuş. Belli…» dedirtiyor. Ama şu pirinç tanesine hürmetin beni çok etkiledi. Bu kadarı da olmaz yani!

Aradığı fırsat, beklediğinden daha kısa sürede geçmişti eline. Herkesin bakışlarını cem etmenin verdiği cesaretle başladı söze:

–Bir pirinç tanesi deyip geçmemek lâzım. Zamanın birinde, bir beldede bir kıtlık olmuş. Halk yiyecek bir kuru ekmeğe muhtaçken belde zenginlerinden bir tüccar bu zor durumdan nemâlanmak istemiş. Çok uzaklardan pirinç getirtmiş. Gözünü para hırsı kaplamış olan tüccar, halkın içinde bulunduğu duruma duyarsız bir fiyatlandırma yapmış. Piyasayı bilen diğer tüccarlar; bunun çok fâhiş bir kâr olduğunu, zorunlu gıda maddelerindeki bu denli bir kârın helâl olmayacağını söyleseler de tüccar, kulak asmamış;

“İşine gelen alsın, fiyat bu! He, parası olmayana veresiye yazarız. O kadar da vicdansız değiliz!” demiş ve o gün stokunun çoğunu elden çıkarmış. Halk, çaresiz almış pirinçlerden.

Tüccar, pirinçlerin en iri olanlarından bir çıkın yapıp oğluna vermiş;

“Oğlum, bunu annene götür. Güzelce pişirsin, akşama yeriz.” demiş.

Gün akşam olup da tüccar eve varınca hanım yemeği önüne koymuş. Tüccarın iştahı da iştahmış hani. Kadir Mevlâ, hatırlatmayacak ya; adam besmele bile çekmeden sallamış kaşığı… Daha ilk kaşıkta bir pirinç tanesi, gitmiş ve adamın nefes borusuna takılmış. Tüccar, ne yapacağını bilememiş. Ev halkını bir telâş almış. Hemen hekimlerin kapısına koşmuşlar. Hekimler, ellerinden geleni yapmışlar; ama nâfile. Pirinç tanesini yerinden oynatamamışlar. İçlerinden biri;

“Tüccar efendi olanları biliyorum. Bence sen bir hâl ehline müracaat et.” demiş. Tüccar can havliyle; «o Allah dostu senin, bu evliyâ benim» kapı kapı, diyar diyar gezmiş. Hepsi bu iş için ehil olmadığını söyleyip, kendilerince daha ehil kimselere göndermiş. Adam suyu bile doğru dürüst içemez hâlde kapı kapı gezmekten bîtap düşmüş. Artık, kendisi için yolun sonu olduğu inancı ile son bir umut bir başka şehre varmış. Aradığı adresi öğrenmek için bir ayakkabı tamircisine girmiş. El işareti ile biraz soluklanmak için müsaade almış. İskemleye oturur oturmaz kuvvetli bir öksürük gelmiş ve adamın boğazındaki pirinç, ayakkabıcının tezgâhına düşüvermiş. Ayakkabıcı tabiî bir refleksle pirinci yere düşmeden almış, bir güzel yıkamış ve tüccarın şaşkın bakışlarına aldırmadan besmele ile ağzına atmış. Tüccar, öylece kalakalmış. Ayakkabıcı gayet tabiî, niçin geldiğini sormuş. Tüccar şaşkın bir vaziyette bir çırpıda olanları anlatmış. Ayakkabıcı, hafif bir tebessümle;

«Aradığın şahıs bendim, lâkin kudret-i ilâhî bu pirinci senin kursağında bana ulaştırdı. Nasibimdi, ben de yedim.» demiş.

Koğuş sakinlerinden biri söz aldı:

–Muhterem! Bence bu, tüccarın hayrına olmuş. Cenâb-ı Hak, ona o lokmayı nasip etmemiş. Adamın yine de iyi bir yönü varmış herhâlde. Hâlbuki ben; ne naneler yedim, ne naneler… Her seferinde; “Artık bu son olsun! Şu işimi de bir halledeyim, bir daha el uzatmayacağım…” diye diye senelerim geçti.

–Hazret-i Ömer zamanında bir genç, işlediği bir suçtan ötürü ceza alır. Yaptığı hırsızlıktan ötürü eli kesilecektir. Cezanın uygulanacağı yere götürülürken genç feryat eder:

“Ne olur affedin! Bu ilkti. Bir daha yapmayacağım! Affedin ne olur!..”

Hazreti Ömer, gence yaklaşır ve;

“O iş öyle değildir delikanlı! Cenâb-ı Hak, mutlaka sana hatanı düzeltme fırsatı vermiştir!” der. Genç, mahcup bir edâ ile başını önüne eğer. Halîfe haklıdır…

Şeytan bazen bizi Allâh’ın affedişi, rahmeti, merhameti ile aldatır. «Nasıl olsa…» ile başlayan cümleler kurdurur. Allâh’ın kendimizi düzeltme adına bize tanıdığı fırsatları yanlış yorumlamamak çok mühim.

–Muhterem! Sen hoca falan mısın yoksa? Sayıp döküyoruz ama…

–Estağfirullah be abi, hocalık kim biz kim?

–Hiç öyle gözükmüyor. En azından boş bir adam değilsin; aldanmadık ama neyse…

Muhabbet öyle bir hâl almıştı ki, kimse bu huzurlu hava bozulsun istemiyordu.

İçlerinden bir başkası söz aldı:

–Hocam ben ticaretle meşguldüm. İyi de para kazanırdım. Gel zaman git zaman işler büyüdü. Para giriş-çıkışı hızlandı. İnce detaylar, hassasiyetler zamanla yerini farklı kaygılara bıraktı. Bir dönem piyasada kötü bir âdet başladı. Acayip bir sahte para girişi oldu piyasaya. Maalesef kimse işi çözme zahmetine katlanmadı. Ben dâhil, eline sahte para geçen; “Acaba bunu kime, nasıl kakalarım!” kaygısına düştü. Hâlbuki adamakıllı peşine düşsek, elli kere hallolurdu; ama o uğraş gözümüzde büyüdü. Gün geldi mesele öyle bir gümledi ki benim gibi 8-10 tüccarı daha darmadağın etti. Her birimiz ayrı bir yere savrulduk.

–Sonra?!.

–Sonrası soluğu kodeste aldık. Hızlı yaşa, genç öl hesabı…

–Allah yardımcınız olsun. Hakikaten hayat hep ince bir tefekküre bakıyor. Bir sahte para hâdisesi de bir menkıbede geçer.

Hâl ehli bir tüccarın dükkânında bir gün biri alışverişini yapar. Ödeme yapacağı sırada tedirgin tavırları, tüccarın dikkatinden kaçmaz. Müşteri, ödemeyi sahte para ile yapar. Tüccar, durumu hemen fark eder; ama çaktırmaz. Parayı alır, kenara koyar. Aradan zaman geçer, aynı adam tekrar gelir. Yine alışveriş yapar. Bu sefer gerçek para ile ödeme yapar. Tüccar hiç istifini bozmaz. Kenara ayırdığı sahte parayı da dâhil ederek, paranın üstünü verir. Müşteri feryâdı basar:

“–Bu para sahte! Seni gidi… Bir de esnaf olacaksınız! Ticaret ahlâkı diye bir şey kalmadı kardeşim! Adam göz göre göre bize sahte para veriyor yahu…”

Tüccar gayet sakindir. Elini adamın omzuna koyar ve hafif bir ses tonuyla;

“–Evet, bu para sahte. Kesinlikle doğru söylüyorsun; ama bu para seninle benim aramda geçer…”

Adam neye uğradığını bilemez. Patlıcan gibi olur. Yapmış olduğu sahtekârlığa mı yansın, bir de bağırarak üste çıkmaya çalışmasına mı? Çok mahcup olur. Parayı alır ve gider…

–Muhterem iyi anlatıyorsun, hoş anlatıyorsun da sen kimsin? Geldin buraya, valizler falan. Çok sakinsin be ağabey! Ben rahatsız oldum bu rahatlığından…

Hocaefendi, tam mukabelede bulunacakken gardiyan devreye girer:

–Hocam süremiz doldu, buyurun.

Koğuştaki herkes bir hocaya bir gardiyana bakar. Koğuşun «ağır abi»si söz alır:

–Hoca demek ha! İyiymiş… Hocam o zaman soralım; sebeb-i ziyaretiniz nedir?

–Ben vaizim. Müftülüğümüzün bir projesi oldu. Bazı hizmetleri buralara ulaştırabilme noktasında. İnşâallah sizlerle bir araya gelecek, hasbihâller edeceğiz. Kur’ân-ı Kerim okuyacağız. Tabiî siz isterseniz…

–Ne demek hocaefendi? Sen yeter ki gel. Sen bizim acı çayımıza râzı olduktan sonra, biz memnuniyet duyarız. Eee bu valizler, koliler ne için?

–Onlarda kitap var. İsteyen olursa okuyabilsin diye getirdim.

Valize en yakın olan içini açtı. Valizler ve koliler kitap dolu idi. Rastgele bir tanesini açtı. Elindeki kitabı hafifçe öne uzatarak:

–Hayırdır hoca? Devlet bize sıfır kitap göndermeye tenezzül etmedi mi? Bunlar karalanmış, çizilmiş eski kitaplar.

–Olur mu öyle şey? Onların hepsi benim kitaplarım. O karalama dedikleriniz de benim bizzat düştüğüm notlar.

Ağır abi, koğuş sakinini susturdu. Kolilerin başına gitti. Bir hayli kitabı tek tek açıp inceledi. Sonra hocaya doğru yürüdü. Hocanın sağ elini, iki eli ile sıkıca tuttu ve çok büyük bir hürmetle;

–Hocam geldiğinden beri anlattıkların şimdi tamam oldu. Benim için yaptığı ile dediği bir olan adam değerlidir. Allah senden râzı olsun. Eğer bu bir projenin başlangıcı ise senin de gönüllü olman lâzım, doğru mu?

–Evet.

–Tamam hocam sen ne zaman gelirsen başımızın üstünde yerin var. Allah senden râzı olsun, tekrar tekrar. Bunların çoğu gençliğinde geldi buraya. Bir iki af çıktı; ama nâfile. Neredeyse altı ay geçmeden kadro tekrar tamam oldu. Bu ağabeylere de destek çıkmak lâzım. Yoksa hayatları bu hapishane koridorlarında çürüyüp gidecek. Adamlar iyilik adına, güzellik adına, zarâfet adına kimden ne gördüler ki? Eğer biraz olsun nasiplenmiş olsalardı tekrar tekrar niye düşsünler ki buraya? Ben de kendimce buraları sükûnette tutmaya çalışıyorum; ama bende de yok ki? Sürahi boş, bardak boş… Kime, neyi ikram edeyim? Ne anlatayım? Ama sen sular gibi aktın mâşâallah. Kendini iyi yetiştirmişsin, üzerinde emeği olandan Allah râzı olsun.

–Estağfirullah! Tahmin ettiğimden çok farklı bir ortamla karşılaştım. Emin olun, bir dahaki gelişimi sabırsızlıkla bekleyeceğim. Hepimiz af bekliyoruz ağabey. İnşâallah bizim de tutunacak dalımız, bu uğraşımız olur…

–Hiç şüphem yok hoca! Sen de emin ol bizi tutuşturdun. O yetkililere de iletiver: “Emeği geçenden Allah râzı olsun. Hepsine teşekkür ederiz. Aman üzerimizden ellerini çekmesinler. Benim bir ayağım çukurda da bu adamlar, henüz otuzlu yaşlarındalar. Aman hocam ne olur…”

Vaiz efendinin koğuştan çıkışı da bir başkaydı. Bir hayale çekilen bu güzel besmele, vaiz efendinin gönlünün huzurla dolmasına yetmişti.